Niye hüzünlenirdi? Oğlu için mi? Selim Beyazıt’ın hayali düşüyor hatıraların üstüne… Hüzün, Kâzım hocaya yabancıydı. Yoksa değil miydi? Kapalı pencereler… Ferda’nın yüzüne kapanmış… Bina onu dışlıyor… Bir zamanlar dışladığı mazi, şimdi Ferda’yı dışlıyor…

Erendiz Atasü’nün yeni romanı Dün ve Ferda, 60’lı yıllardan bugüne uzanan bir dönemi mercek altına alıyor. İlk sayfalarda karşımıza mezuniyetinin verdiği özgürlük sevinciyle havalara uçar bir halde çıkan Ferda, romanımızın ana kahramanı. Atasü, onu yalnızca usta bir romancı kimliğiyle değil, bir toplumbilimci, bir psikolog gözüyle de inceliyor. Aşkları, cinselliği, üniversiteye başlar başlamaz karşılaştığı politik ortam karşısındaki tutumu, sol düşünceye bakışı, tartışmaları, gördüğü baskı ve işkenceyi etraflıca, yaşamı boyunca çevresinde yer almış başka karakterlerle birlikte anlatıyor.

Dün ve Ferda, sol hareketin 90’lara kadar yaşadığı deneyimi ve sonuçlarını tartışması bakımından da üzerinde çokça konuşulacak bir roman.


1. Bölüm

Coşkulu bir genç kız

Fındıklı yokuşundan aşağı uçar gibi iniyor. Çıtı pıtı bir genç kız. Rüzgâr yeleli tay. Atkuyruğunda topladığı kumral saçları ardında dalgalanıyor. Gözleri, aşağıda masmavi uzanan Boğaziçi’ne kilitlenmiş. Güneş pırıltılarıyla oynaşan deniz. Suyun okşayıcı temasını terli gövdesinde ılık bir öpüş gibi duyumsuyor. Yirmi bir yıllık hayatının en mutlu ânı!

Fiziksel devinimin bir eşiği vardır; o eşik aşıldı mı, benlik bedenle özdeşleşir. Hızla devinen kaslar ve damarların atışı… Vücut, yaydığı ısıyı kuşanır… Kulaklar uğultulu, gözler kilitlendikleri hedefin dışında dalgın, zihin boşalmış… Genç kıza eşiği atlatan, mutluluktur. Mezun oldu; üniversiteyi bitirmekle kalmadı, asistanlık sınavını da kazandı. Artık bir maaşı olacak; ana baba eline bakmayacak; sadece emir almayacak, bundan böyle onun da sözü dinlenecek. Dünyayı yerinden oynatacak güç doldurmuş ufacık bedenini. Özgürüm hey!.. Güçlü olunmadan özgür olunamayacağının bilincinde. Kollarını kaldırıp mavi havayı kucaklıyor. Varsın deli desinler ona, varsın sevdikleri sevmesin onu, ne umuru! Yaşamın tadını, azıcık deli olanlar gerçekten alabilir.

İnsan zihni ne tuhaftır! Hani genç kızın zihni bomboş kalmıştı… İşte, denizin rengi mavi bir iksir gibi doldururken o boşluğu, esrimeyle; benliğinin güçle bu ilk buluşmasında -yoksa yanılsama mıydı bu kavuşma- zihin denen o karmaşık dizge, duygularındaki şenliğin tam tersini çağrıştırıverdi; acı anılar hücum etti belleğe. İlkokulda çektikleri… Nefret etmişti eğitim kuramlarından; daha doğrusu tüm kurumlardan ve güçlülerden. Ezilmeyi bedeninde tanımıştı, küçük boyu yüzünden onu adamdan saymayan iriyarı oğlanların -ve, evet, kızların- zorbalığı yüzünden. Ezilmenin, horlanmanın izlerini bedeninde taşıyor. Bellek unutsa da beden unutmaz. Saçını kopartasıya çekerler, omuz atarlar, şekerini elinden kaparlar, defterini karalarlar. Zalimdir çocuklar. Öğretmene şikâyet etse, adı müzevir’e çıkar, kendini savunamaz. Teneffüslerde, çocuklar arasındaki itiş kakışı görmezden gelir bezgin öğretmenler; ya da kim haklı kim haksız ayırt etme zahmetine girmeden basarlar tokadı tüm taraflara. İriyarı çocukların çelmesiyle düşmek yetmezmiş gibi, bir de başöğretmenden azar işit ya da tokat ye! İşte o çelmelerden birinin yadigârı hâlâ dizinde ve hep orada kalacak. Sivri bir çakıltaşının derisinde oyduğu kanlı iltihaplı girintiden artakalan nedbe dokusu. Kendimi ancak ben, kendim koruyabilirim. Onca yalvarmıştı, onu güya canından çok seven babasına. N’olur gel, okuldaki zorbalarla konuş, diye. Hayır, aldırmamış değildi babası; çok da üzülmüştü üstelik. Çekinmişti. Onu, daha küçükken dizlerinde hoplatan, esirgeyen babası göze alamamıştı başöğretmenle görüşmeyi. Sicili bozuk bir subayın, yarardan çok zararı dokunur diye.

Böyle düzen olmaz olsun! Hep düzen karşıtlarından yana oldu usu ve yüreği. Düzeni değiştirebilmek havayla suyla değil, güçle oluyor. Ailesinin durumu malum. Ona eczane açamazlar. Hayır, devlet hastanesinde eczacı olmayı istemez. Hastane, okul, hepsi aynı düzenin değişik yüzleri. Hep emir kulusun. Üniversite farklı olabilir. Bilim yuvası. Bilgiye sahip olmak, servet sahibi olmak kadar güçlü bir konum. Sonra bilimsel özgürlük, üniversite özerkliği…

Kıyıya inince kocaman bir külah dondurma alacak. “Sokakta hiçbir şey yenmez, hele o yalamak da ne oluyor, dilin dışarıda pabuç gibi!” diyen annesine inat, dilini ta kökünden sarkıtarak yalaya yalaya dondurma yiyecek, bu ilk özgür ve güçlü gününün şerefine.

Yüksek tavanlı, geniş merdivenli taş bina, Beyazıt Meydanı’nın bir köşesinde yükseliyor. Tarihten ve askerî geçmişinden gelen güvenle, dünya yansa yerinden kıpırdamayacağından emin duruyor. Osmanlı’yı ve yıkılışı gördü, işgali ve ihaneti; kurtuluşu yaşadı ve yeniden kuruluşu. 1960 İhtilali’ni önceleyen günlerde, haklılıklarını kuşanıp da alanı doldurmuş genç kitlelerin coşkusuna tanık oldu. Sonra, inançla kendinden geçmiş kalabalıkların lanetlerini işitti. Bana mısın, demedi… Kimi pencereleri, ahşabı yağmur ve tarihle kararmış evlerin dizildiği sokaklara bakar. Roman sevenlere Sinekli Bakkal Mahallesi’ni hatırlatır, eski İstanbul’un dar sokakları. Romanlardan hoşlanmayanlar için köhnemiş bir mekân işte, tümden yıkılsa da şöyle geniş bir ufuk görünse fena mı olur.

Kalın duvarlı taş binanın duruşu kimilerine güven verir, ürkütür kimilerini; mimarinin dayanıklılığının yanında insanın geçiciliği öyle belirgindir ki…

Binanın çilesi 1970’lerde başlayacak… İçinde ders gören öğrenciler, önünde bombalarla paralanacak! Ve çeyrek yüzyıl sonra deprem vuracak! Ana duvarlardan birinde, boydan boya, kalın mı kalın bir dala benzeyen derin bir çatlak oyacak, yerkabuğunun sarsıntısı. İnsan soluğundan, insan sesinden, ayak tıpırtılarından yoksun kalan yapılar, deprem vurmasa da aşına aşına çöker. Fakülte binası, onarım için gerekli işleyişi başlatacak insaf sahibi bir yetkiliyi bekleyecek yıllarca; ağır ağır çöküp önce milimetre milimetre, sonra santimetre santimetre toprağa yaklaşırken.

1967 yılının, baharı andıran bu haziran gününde kimse olacakları bilmiyor. Bir kısmı zaten hiç bilemeyecek. Olacaklar olmadan ayrılacaklar insanların dünyasından, sağlamlık ve güç yanılsamalarını yitirmeden, söz konusu uygarlıklar ve ülkeler ise… Talihli kişiler bunlar. Kimi ise… yıkılan kanılarının altında, çatlakların ne zaman nerede başladığını görmek istemeden, sabun köpüğü gibi sönen yanılsamalara tutunmak isteyerek…
Prof. Kâzım Beyazıt, bu ikinci gruptan.

Bir de üçüncü grup var, günü doğru değerlendirebilen, haklılığına dayanarak yarına umut bağlayan küçük bir azınlık. Kâzım Beyazıt’ın eski öğrencisi Prof. Hürriyet Berkman Hanım ise bu azınlık grubundan.

Anılan yılın, anılan mevsiminde -zihninin arkasında onu hiç terk etmeyen inatçı bir soru- kimi kez gizliden gizliye, kimi kez açıkça işbaşında olsa da, Prof. Kâzım Beyazıt kanılarının bilimsel gerçekler kadar sağlam olduğu görüşünde. Bu kuşkucu olmadığı anlamına gelmez. “Bilimsel kuşku” der o, yarı şaka yarı ciddi. Kuşkularının odağında kişiler vardır.

Uzun boylu, geniş omuzlu, levent endam, beyefendi biri. Saçlarına ak düşmüş. Yüzlerce öğrenci yetiştirmiş. Prof. Hürriyet Berkman, gözleri, hocasının kocaman işçi ellerine ne zaman ilişse Kâzım Bey’in işçi düşmanlığına şaşar kalır. Oysa laboratuvarda çalışmak da bir tür işçiliktir. Gerçi Kâzım Hoca artık laboratuvara girmez. Günün büyük kısmını penceresinden dışarısını, yıprak binaları seyrederek geçirir. Odası, Osmanlı’dan kalma dar sokakla adeta iç içedir. Zamanın, kirişleri çökerten gücüne hayrandır Kâzım Hoca; çöküşün, yıkımın acı ve ezik lezzetine tutkundur öte yandan.

Hürriyet Hanım, gençliğinin yarısını gözyaşı dökerek geçirmesine sebep olan hocasına saygıda kusur etmez. Ne de olsa eski insanlardır, bunlar. Eski şehir terbiyesini almış insanlar. Birbirinin gözünü oymak nazikçe, kuyusunu kazmak arkasından saygılı bir tavırla, herhalde daha uygarcadır kavgalı, küfürlü, bıçaklı kurşunlu kişilik çatışmalarından.

Hürriyet Hanım, Kâzım Hoca’nın onu niye çağırdığını gayet iyi biliyor. Gene de konuyu onun açmasını bekliyor. Aralarında büyük yaş farkı olmaması, saygı merdiveninin basamaklarını esnetmez. Kâzım Bey, doktora hocasıydı Hürriyet Hanım’ın ve doçentlik jürisinin de başkanı. Öğrencisinin daha sonra burs bulup Almanya’ya gitmesini, uluslararası bilim çevrelerinde yankılanan çalışmalar yapmasını, Kâzım Bey affedememiştir; fakülte dışında, Hürriyet Hanım’ın başarılarıyla hep övünse de, onu yetiştirenin kendisi olduğunu vurgulasa da, bağışlayamaz bir türlü! Saygı merdiveninin göreli alt basamaklarındaki bir kadın, bilimsel verimlilikte koca Kâzım Beyazıt’ı alt etmemeliydi!

Gerçekte, Prof. Kâzım Beyazıt ile Prof. Hürriyet Berkman’ın mesleksel ilişkilerini “nezaket ortamı” diye tanımlamak fazla iyimser bir yaklaşım. Payına incelikli davranış yükümlülüğü düşen taraf, yalnızca Hürriyet Hanım. Hal böyleyken, Hürriyet Hanım bile, ilerideki yaşlılık günlerinde, hocasıyla çekişmelerinin artık yitip gitmiş olan belli bir uygarlık düzeyinde yaşandığını düşünecek.

Evet, erkek kadına ilk adıyla seslenir; onun 1908 Îhtilali’yle yaşıt olduğunu hatırlatır sık sık, ona bu adı veren hürriyet âşığı babasıyla dalga geçer hafiften, “Senin peder, kim bilir ne hüsrana uğramıştır sonunda. Îttihatçılar da adam mıydı! Koca imparatorluğu yıktılar. Devlet maceracı atılımlarla değil, gelenekle sürdürülür,” der.

Kadın, erkeğe, “Hocam,” diye seslenir, sonsuzca sabırlıdır, iğneli şakalara hiç kızmaz, dişlerini sıkıp çizilen yüreğinin acısını gizler ve bazen, “Rahmetli babamın hürriyet âşığı olduğu doğrudur, efendim ama kendisi İttihatçı değildi; kendisine illa bir ad takılacaksa milliciydi, cumhuriyetçiydi,” der.

Babasıyla ilgili bu tümceyi kurması pek seyrektir; hocasının şaka yollu saldırılarına, “Dur!” demek, aralarına bir sınır çekmek anlamını taşır.

Hürriyet Hanım içeriye girdiğinde, Kâzım Bey telefonda görüşüyordu. Eliyle koltuğu gösterdi, eski öğrencisi, şimdiki meslektaşına, otur, diye işaret etti. Yıllar, Hürriyet Hanım’a huzursuz olmamayı değil, huzursuzluğu maskelemeyi öğretmişti. Kendine güvenen bir tavırla oturdu.

Kâzım Bey ahizeyi yerine koyduktan sonra, “Yahu Hürriyet,” dedi, “1908 İhtilali’yle yaşıtsın, daha kaç yıl çalışacaksın da asistan almaya kalkıyorsun!”

Hürriyet Hanım istifini bozmadan, “Sizden beş yıl daha uzun süre çalışacağım, Sayın Hocam” dedi, “Allah ömür verirse.”
“Yahu, yorulmadın mı?”
“Hayır, Sayın Hocam, niçin yorulayım?”
Kâzım Bey şaşırmış gibi yaptı, “Hayret! Bir de kadınlar çabuk çöker derler.”
“Öyle mi derler, Sayın Hocam?”
İnsan ilişkilerinin karmaşık alaşımına, “işyerinde taciz” diye bir kavramın girmesine neredeyse çeyrek asır vardı. O nedenle, ne yaşlı hocanın ne genç olmayan öğrencisinin aklına geliyordu, aralarındaki gerilime bir de bu açıdan bakmak.
“Yahu, peki diyelim, doktora yaptırmaya, öğrenci yetiştirmeye doymadın, bula bula bu iğlez kızı mı buldun alacak?!”
“Sayın Hocam, malumunuzdur ki boş kadro var. Ve bu kadro için imtihan açılmasını siz de uygun görmüştünüz.”’
“Evet, kafamın etini yiyip durdun, kadro da kadro, asistan da asistan, diye. Bilmem ne hayır göreceğini umuyorsun bu asi gençlerden? Ben senden ne hayır gördüm ki!”
“Zarar da görmediniz, efendim. Sanırım mesele bizlerin şahsi olarak göreceğimiz hayırdansa fakültemizin, mesleğimizin, araştırma dünya…”
“Evet, evet! Nutuk vermesen de olur. Asistan alma demiyorum. Bu kızı alma!”
“Hocam, imtihanda en yüksek notu almış talebeden bahsediyoruz.”
Kâzım Bey enikonu sinirlenmeye başlamıştı.
“Bu kızın ahlakını beğenmiyorum.”
“Efendim, çocuğun hiçbir disiplin cezası yok. Ahlakına bulduğunuz kusur nedir acaba?”
“Soruşturdum, babası itaatsizlikten dolayı ordudan atılmış. Sonra da hiçbir yerde dikiş tutturamamış.”’ Hürriyet Hanım, kendini tutamayıp güldü: “Efendim, babasını almıyoruz.”’
“Armut çöpüne, Hürriyet, armut çöpüne! Bir çocuğu doğar doğmaz Hürriyet adıyla şartlarsan, olacağı budur! Gözüne perde iner, asırların doğruladığı durumları göremez olur!”
Hürriyet Hanım sonunda sinirlenmişti, “Affedersiniz hocam,” dedi, “gözümde perde filan yok. Bu sözlerinizi sizin gibi hocaların hocası bir zata, bir beyefendiye yakıştıramıyorum.”
Gitmeye davrandı.

Kadının öfkeli zihninden yıldırım gibi geçen bir anı-görüntü: bir laboratuvar, beyaz önlük giymiş gencecik bir kız; bileğine yapışmış kelepçe sıkışlı iri bir el; erkeğin gözlerinde hem yalvaran hem buyurgan arzu… Affedersiniz hocam, derhal müdahale etmezsem distilasyon balonundaki karışım reçineleşecek; müsaadenizle. Gevşeyen kelepçe, beyaz önlüğün hızla savrulan etekleri; erkeğin gözlerinde celallenen düş kırıklığı…

“Otur!” diye gürledi Kâzım Beyazıt.

“Oturamam, efendim, dersim var. Çocuk en yüksek notu aldı. İmtihanı sadece ben yapmıyorum, takdir buyurursunuz ki bir jüri var. Jüri oybirliğiyle Ferda Başarır’ı seçti. Yazılı karar imzanıza arz edildi. İmzalamayı reddederseniz, hukuki bir durum ortaya çıkacaktır, efendim.”

Kâzım Bey, başını ve göğsünü dikleştiren Hürriyet Hanım’ı süzdü. Hürriyet’in gözlerinde o delimtırak ışıltıyı görünce, durması gerektiğini bilir, öfkesi kendiliğinden sönerdi. Onu büsbütün kaybedemezdi ki…
“Hürriyetçiğim, soruşturdum, diyorum sana. Şu İstanbul dediğin bilemedin bir milyon kelle. Bunun mürekkep yalamış kısmı taş çatlasa bin kelle eder. Büyük bir nüfus değil. Tanıdıklarım var, diyorum sana. Soruşturdum. Kızın babası eski Bolşeviklerden. Bu yüzden atılmış askerlikten. Kızına koyduğu isme bakar mısın! Ferda! ‘Yarın’ demek, yani ‘gelecek’. Bugün kötüdür; neyse ki yarın kızıl bir şafakla başlayacak!”

“Ben, sizin kadar teşbihler üstüne bilgili değilim, efendim. Az önce babanın emre itaatsizlikten atıldığını söylememiş miydiniz?”

“Canım herif komünist olmasa, asker adam emre itaatsizlik mi eder!”

“Bilemiyorum, efendim. Hiç askerlik yapmadım. Kimileri hoşlarına gitmeyen herkese ‘komünist’ diyor, bir zamanlar ‘İttihatçı’ derlerdi, devri sabıkta, ‘Halk Partili’ olmak yeterdi, kapıların suratınıza kapanmasına. Gelecek günlerde ne denecek, şimdi hiçbirimizin bilmediği bir kelime icat olacak belki, iktidarların gözünde muteber olmayanları yaftalamak, daha doğrusu damgalamak için.”

Kâzım Bey’in alttan alması, yeniden öfkelenmeyeceği anlamını taşımazdı. Birden gürledi, “İstiyorsan al bakalım rüzgâr yeleli tayı, kanatlarının altına. Bilesin ki asistanını burada yaşatmayacağım. Bu kürsünün direktörü hâlâ benim, unutma!”’
“Nasıl unutabilirim, efendim” dedi Hürriyet Hanım, kapıyı ardından usulca örterken.

Birinci raundu kazanmıştı. Gerisi kuru gürültü. Kâzım Bey, jüri raporunu onaylamazlık etmeyecekti. Eskiden olsa gözünü kırpmadan yapardı bunu. Allah gibiydi kürsü direktörleri. Gene öyleydi ama… 1961 Anayasası’ nın sayfaları arasından esen rüzgâr her tarafı etkilemişti. Kâzım Bey bu kadar büyük bir ceberrutluğu göze alamıyordu besbelli. Yoksa, yapardı yapacağını. Ama, birinci raundu Hürriyet Hanım’ın kazanması, Kâzım Hoca’nın dediğini tutup Ferda Başarır’ın hayatını zehir etmeyeceğini göstermezdi.
Tay’mış! Ne ayıp şey! Sanki bana arkamdan kısrak dediğini bilmiyorum! Şu bizim Hürriyet, kısrak gibi karıydı ha, bilmem neden koca bulamadı! Utanmaz adam! Resmî toplantılarda haza beyefendi olan bu insanların, edebiyattan anlayan, müzik dinleyen bu kibar kişilerin erkek erkeğe kaldılar mı niye hemen ağızlarını bozduklarını Hürriyet Hanım çözemezdi. Yerin kulağı var. Laflardan haberdar oluyoruz işte. Belki de onun için konuşuyorlar böyle pis pis. Duyalım ve üzülelim, özgüvenimizi yitirelim diye. Hürriyet Berkman belki de bu yüzden evlenmemişti. Tenhada, erkek erkeğe iken, kadınlar konusunda ağzını bozmayacak bir koca adayına rastlamadığı ya da böyle birinin karşısına çıkacağına ihtimal vermediği için.

Hocaların hocası Kâzım Beyazıt, Hürriyet Berkman’ın ardından kapanan kapıya hışımla baktı; dişlerinin arasından bir küfür savurdu. Seni gidi kızıl orospu! Yılanın başı genç iken ezilmeliydi. Seni vaktiyle bu fakülteden attırmasını bilirdim ya, ye iç sülalene şükret! 1965 seçimlerinde TİP’e oy verdiğini bilmiyor muyum! Namusu mücessem geçinir, evli adamlarla mercimeği fırına verdiğini işitmedim mi! O kızıl heriflerden biri uğruna TİP’li kesilmedin mi başımıza! Bir de iftiharla sağda solda söylüyor; düşünmüş taşınmış, memleket için en hayırlısının Türkiye İşçi Partisi olduğuna karar vermiş. Hanımefendi, hasır eskileri! Ulan memleket meselesi kim, sen kim! Sen bir kıçı kırık eczacısın. Siyaset-i âliden ne anlarsın! Erlenmayerde alkali ile fenol fitaleyni karıştırıp pembe oldu diyebiliyorsan, koskoca memalik-i Osmani’den artakalanın idaresi sana mı sorulacak, ha! Kızı imtihana girmeye teşvik edenin sen olduğunu bilmiyor muyum! O kızın, ilerici bilmem ne kıçı kırık derneğinde üye olduğunu bilmiyor muyum! Burada, fakültede kızıl hücre kuracağınızı anlamıyor muyum! Yumruğunu masaya indirdi. Ananızdan emdiğiniz sütü burnunuzdan getirmezsem bana da Kâzım Beyazıt demesinler! Süt… süt… süt…

Öyle kalakaldı Kâzım Bey. Ne tuhaftır insan zihni… Nereden aklına geldiyse birden… Oğlunun süt emişi… İçinde tarifsiz bir sızılı özlem, oğlunun ana sütü emdiği günlere… İki ay oldu, oğlandan hâlâ haber yok. Polis bir şey bilmiyor. Fakültede insanlar incelik gösterip sormuyorlar. Veya düpedüz korkuyorlar benden, çekiniyorlar. Bilmez miyim bir kısmı düpedüz oğlanın yurtdışına kaçıp oralarda… Hadi canım sen de! Onun oğlu! Eti, kanı! Mümkün değil! Olsa olsa kaçırıldı. Ama beyninin ardındaki o örtük soru susmuyor: Peki ama fidyeciler nerede?

Zaman insanı değiştirir

Ferda Başarır, aynada yorgun yüzünü inceliyor. Kırlaşmış saçları kısacık kesilmiş. Nerede rüzgâr yelesi… Yüzünde derin çizgiler. Hâlâ kararsız… Cenazeye gitse mi, gitmese mi? İçinden hiç mi hiç gelmiyor, hüzünlü yerlere uğramak. Hürriyet Berkman’a bir yaşam boyu mu teşekkür duymalı… Niçin? Vaktiyle üstüme düşeni yaptım. Ela gözlerim için almadı beni kürsüsüne. Ortak siyasi ideallerimiz vardı. Kâzım Hoca’ya karşı bir müttefik. Cenazede karşılaşmaktan ürktüğü kişiler… Hayır. Niçin ürkecekmişim! Küçük bedenini dikleştirdi, başını yukarı kaldırdı. Ürkmüyor, sadece çekiniyordu. O da yaşım gereği. Gereksiz sürtüşmelerden kaçınmalıyım, boş gerilimlerden. Tansiyonu çıkıveriyor. Gene bir yığın takaza, meslektaşlardan. Kimi sırtını döner, selamı esirger. Ne kabalık! Kimseye metelik vermeden, cami avlusunda kraliçe edasıyla bulunmak da var. Boy fukarası bir kraliçe. Kraliçe Victoria da öyle uzun boylu değilmiş, ufacık bir kadın. Ama o, enden kazanmış tabii. Kime ne kanıtlayacak cenazeye katılmakla? Hâlâ sizden biriyim. Yıllar vardı kendini onlardan biri gibi, yani eczacı hissetmeyeli. Bakın vefa borcumu ödüyorum, toprağa gireceği gün hocamın ardı sıra yürüyorum! Kimse vefadan söz etmesin bana. Sürgündeyken, yaban ellerde parasızken, siz mi vardınız yanımda! O zaman kasalarınız tıkır tıkır sayardı paracıkları. Cezaevindeyken görüşe mi geldiniz? Ama, Hürriyet Berkman geldi. Ben de İstanbul’da geçirdiğim her bayram, elini öpmeye gittim. Avrupa’da iken de ulaşmaya çalıştı. Oralarda güçlü ilişkilerim olduğunu sanıyordu; kendisi bir araştırma grubu kurmaya çalışıyordu da.

Fakültedeki törene katılmayı zaten hiç düşünmemişti. Anlamsız anma konuşmaları, kalıp sözler… Dinlemeye katlanamıyor artık; zaman kaybı… Yaşı altmış beşi geçti, zaman artık çok değerli. Orada, fakülte amfisinde, sağlığında Hürriyet Hanım’a kan kusturanların, şimdi timsah gözyaşlarında arınıp paklanıp, kendi değerbilirliklerini, iyi yürekliliklerini kutsamalarına tanık olup da ne olacak! Harcayacağı zamanda çalışır, yasa tasarısına bir madde daha yazar. Bu iş önemli. Bu da bir tür eczacılık ama meslektaşları bunu anlayamaz. Onlara göre ya eczane tezgâhının arkasında dikileceksin bütün gün, reçetelerin kargacık burgacık yazılarını çözmeye uğraşacaksın ya da havan başında… Gülünç olma Ferda, havan çağı kapanalı yarım yüzyıl var. Ya da kâtip gibi -hayır, hayır, muhasebeci gibi- emekli ilaçlarının etiketleriyle, bitimsiz ödemelerle, e-postaya bakanlıktan durmaksızın gelen ve birbirinin tersini buyuran tamimlerle baş etmeye çabalayacaksın.

Ferda Başarır, kendisine yöneltilen eleştiriler arasında en çok suçlama boyutundaki “samimiyetsiz” betimlemesine şaşıyordu. Yaşamında inanmadığı, daha doğrusu inancı doğrultusunda olmayan tek söz etmemiş bir insana atfedilecek sonuncu sıfat olmalıydı “samimiyetsiz”. Asıl samimiyetsiz olan kendileriydi, meslektaşları. Eczacılığın artık ölü bir meslek olduğunu, elli yıldır tezgâhtar konumuna indirgendiklerini görmekten âcizdiler, gözlerini yumdukları için. Hâlâ kendilerine romantik bir takım özgörevler icat etmekle uğraştıkları için. Eczacı halkın en yakın sağlık danışmanıymış da falanmış, filanmış. Bir kez, en yakın sağlık danışmanı, aile hekimidir. Aile hekimliği, işlevsel hale geçtikten sonra -ki geçmiştir- başı ağrıyan ne diye eczacıya danışsın ki! Sağlık sigortası ne demekmiş! Niçin devlet yurttaşın sağlığıyla ilgili görevlerini bizzat yurttaşlara devrediyormuş! Hem yurttaşlık bilincinden dem vur hem bireyin kendi sağlığını önemsememesini doğal say! Ne çelişki ama! Kendine ait bilinci gelişmemiş insanda yurdu düşünecek hal kalır da! Astarı yüzünden pahalıymış sağlık sigortasının. Sigorta şirketleri, havadan para kazanıyormuş! Haç ucuzladıktan sonra, yeni düzenin niçin astarı yüzünden pahalı olsun ki! Vatandaş aile hekimine bedavaya muayene olmuyor mu? Oluyor. Öyleyse iş, ilaçta. Haç nasıl ucuzlar? Büyük şirketler eliyle satılırsa. Mahalle bakkalı/süpermarket örneği. insanın kafası diyalektik işlemez, ekonomi de bilmezse böyle saçmalar işte. Süpermarkete karşı mahalle bakkalını savunan kimse kalmamışken sen tut, büyük şirket eczanelerine karşı mahalle eczanesini arkala! Bir defa, eczacı samimiyetle kendini tanımalı. ilacı kim en iyi şekilde ithal edebilecek? Kim, raf ömrünü en fazla uzatabilecek? Kim halka en ucuza mal edebilecek? Cevap gün gfbi açık: BŞE! Büyük Şirket Eczaneleri! Öyleyse eczacıya BŞE’lerde memur gibi çalışmak düşer. Buna razı olmalı! Sosyalist sistemin dediği de bu değil miydi? Özel mülkiyete ait mahalle eczanesini mi öngörüyordu sistem? Hayır! Şimdi nasıl oluyor da, tipik bir küçük burjuva mülkiyeti örneği olan mahalle eczanesini savunabiliyor, bizim eskitüfekler! Sosyalist sistemi kuramadık. Peki, sosyalist ideallerden ne diye vazgeçiyoruz? Asıl olan, halkın ilacı ucuza alabilmesi değil mi? işte buyurun size ucuz ilaç! Özel hastane giderlerindeki artışı, ucuz ilaç dengeleyecek. Bu oyunda kaybeden yok, bu oyunda herkes kazanıyor. Asıl olan, halk değil mi? Ha devlet kapitalizminin cebine gitmiş ilaç parası, ha büyük şirketlerin ve sağlık sigortası şirketlerinin. Ben halkın ilaca erişimine bakarım! Kimmiş samimiyetsiz olan!

Hayır, gitmeyecek Hürriyet Berkman’ın cenazesine. Vakit ziyanı olduğuna karar verdi.

Hem… Zaten… BŞE Türkiye temsilcisiyle buluşma saati de yaklaşıyor…

Mr. Kendall, The Marmara Oteli’nde kalıyor. “Bay Çizme…” Ferda, ona Türkçe olarak “Bay Çizme” diye takılıyor. Dünyanın en büyük BŞE’sinin, iki yüz yıl önce, küçük bir İngiliz kasabasındaki çizmeci dükkânında başladığı inanılası mı? Ne mucizeler oluyor! Evet, ilk “Bay Çizme”, ayakkabıcı atölyesinin bir yanında çizme yaparken laboratuvara çevirdiği diğer bölümünde, mürver çiçeğinden deneysel bir şurup hazırlıyormuş, her türlü öksürüğe iyi gelen. Çizmecilikten değil ama, şişe şişe sattığı mürver şurubundan yükünü tutmuş. Sonra vazgeçmiş çizme işinden; ama, “Çizmeci” adı unutulmamış. Şişelerin üstüne çizme resimli etiketler yapıştırıldığı için.

Türkiye temsilcisinin, kurucu aileyle bir ilgisi yoktu tabii. Uluslararası bir şirket olan kuruluşla ailenin bugün hiç ilişkisi kalmamış bile olabilir. Uluslararası sermaye gayrişahsi bir olgudur Kimi suçlayabilirsin, halkı sömürüyor diye? Ortada kimse yok ki! Türkiye temsilcisi gibi birtakım bürokratlar. Kim kimi sömürüyor? Ortada dönüp duran, herkesi zenginleştiren para var sadece.

The Marmara’nın barında viski içerek çalışacaklar. Bu saatte orası sakindir; hafif müzik çalan orkestra sayılmazsa hiç ses yok. Ferda, eskiden beri müzik dinleyerek çalışmayı sever. Allah’tan “Bay Çizme” de müziksever. Birlikte yeni Eczaneler Yasası’nın taslağını hazırlıyorlar. Hükümete sunulmasına daha hayli zaman var. Taslak ortaya çıksın, siyasilerin eline geçmeden önce sivil toplum

"

Dün ve Ferda kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Dün ve Ferda