Erendiz Atasü’nün 2004 -2015 arası kaleme aldığı yazılardan derlenen Saldırganı Hoş Tutmak, on bir yıllık Türkiye panoraması seriyor okurun önüne. Kadın mücadelesinden erkek şiddetine, 12 Eylül Referandumu’ndan Kemal Kılıçdaroğlu’na yazılan mektuba, IŞİD teröründen Ortadoğu’nun son on yıldaki dönüşümüne kadar bazıları daha önce yayımlanmış bazıları ilk defa yayımlanan bu yazılar, parçalarına ayrılmış bir resme bütüncül bir bakış sunuyor.

Türkiye olağan bir demokrasinin koşullarını yaşamıyor; olağanüstü koşullarda muhalif siyasetin yeri acı çekenlerin yanıdır. Bizim Kurtuluş Savaşımızdan Sovyet Devrimi’ne, barışçı Gandhi hareketinden Nelson Mandela hareketine kadar, dönemlerinin baskın ve baskıcı gerçekliğine karşı duruş, haksızlığa uğrayanlarla, acı çekenlerle onların ıstırabında bütünleşerek başarıya kavuşmuştur. Anlaşılan odur ki günümüz siyasal muhalefeti, ‘gerçekçilik tuzağına’ düşmüştür!

Bu kitaptaki yazılar 2004’ten 2015’e kadar on bir yıllık bir süreyi kapsamaktadır ve yazarın bir kısmı hiçbir yerde yayımlanmamış, bir kısmı ise günlük gazeteler ve kültür dergilerinde yer almış çeşitli yazılarının ve çeşitli ortamlarda yaptığı konuşmaların arasından seçilmiş, günümüzden geriye bakış düzeniyle sıralanmıştır.


LAİK DÜZEN YIKILIRKEN

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz/ Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”
(Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz/ Kişinin aklının derecesi işinde görünür.)

Ziya Paşa

Türkiye yurtiçinde IŞİD terörü ve sınırda savaş olasılıklarıyla yüz yüze. Bu karanlık arifeye ulaşmamızda etkili olan bir olguya, laik düzenin aşındırılması ile ülke yönetimince IŞİD’e verilen örtülü-açık destek ve anılan örgütün yurtiçinde yuvalanabilmesi arasındaki pek açık bağlantıya işaret etmek isterim. Savaş hali baskıcı yönetimlerin arayıp da bulamadıkları fırsattır. Özellikle din ve mezhep savaşları, gelenekçi yapıların kadınlar ve çocuklar gibi zayıf gruplarını hepten yıpratır. Sürüklendiğimiz savaş ortamında, kız çocuklarının devlet eliyle tesettüre sokulması gibi hayati bir konunun güme gidebileceğinden endişeliyim.

Kız çocuklarının cinsel birer objeye indirgenmesi bir günde olmadı: İşe önce yetişkin kadınlardan başlandı. Laik düzenin yıkılmasını önceleyen aşındırma sürecinin ana motorlardan birisiydi “türban” meselesi.

20. ve 21. yüzyıllarda Sünni şeriat örgütlenmeleriyle kapitalist yayılmacılığın kâh el ele kâh çatışmalı seyreden ilişkisini toplumbilimciler, siyaset bilimcileri ve siyaset insanları bilmezler mi? Konuyla ilgili yayımlanmış onca belge varken! Türbanın, Müslüman Kardeşlerin ve 1960’larda ABD’de yükselen Müslüman zenci hareketinin üniforması, yani toplumsal bir kimlik ifadesi olduğunu bilmezler mi? 1000 yıllık Anadolu Müslümanlığında çeşit çeşit örtünme bulunduğunu ama bu üniformanın -sağ kesimin pek sevdiği ifadeyle- “kökü dışarıda” bir akım olduğunu bilmezler mi? Hiç mi eski fotoğraf görmediler, “türban” afetinden önce Anadolu’nun çeşitli yörelerine, köylerine kasabalarına hiç mi yolları düşmedi? Örtünmenin sadece Ortadoğu’da değil, Güney Akdeniz, Balkanlar, Kafkasya gibi erkek egemenliğinin baskın olduğu yörelerin gelenekçi kesimlerinde de iklim ve erkek zorlaması olarak geçerli olduğunu bilmezler mi? Cumhuriyetimizin kadın kıyafetine hiçbir yasak getirmediğini, 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde başını açan kadınların bunu isteye dileye yaptıklarını, pek çok kadının ise istedikleri halde baba ve/veya koca baskısı yüzünden başlarını açamadıklarını bilmezler mi? Bilmez iseler onlar ne menem bilimci ne menem siyasetçidirler!

Üniversitelerde yasaklamaya, türban olayı kitlesel boyuta ulaştığı zaman gidilmiştir; ondan önce değil. Yasakla bir şey çözülemez; ama yasaklamadan daha sorunlu bir yöntem vardır ki o da bir yasaklayıp bir serbest bırakmaktır; ve Türkiye üniversiteleri ne yazık ki bu yolu seçmiştir. Yasaklayanlar, olayın toplumsal ve küresel boyutunu görüp bir çözüm üretemeyip paniğe kapılanlardır. Yasaklayanları ayıplayanlar ise, küresel ve toplumsal boyutu görmekten âciz olan, horozun altında yumurta arayanlardır, yani Sünni şeriatında “bireysel seçim” diye bir kavramın -hele kadın birey için- mevcut olmadığını bilmezden gelenlerdir. Kimilerinin adlarının önünde akademik sanlar bulunur. Bu zevatın anlaşılan Türkçe bilgileri de kıttır; “başı açık o…” deyimini işitmiş olsalardı, erkek egemenliğinin baş dayanağı olan baskıcı ve ikiyüzlü cinsel ahlak ile örtünme arasındaki sıkı bağlantıyı görebilir; kitlesel bir kapanmanın, başı açık kadınları nasıl bir tehlikeye maruz bıraktığını kavrayabilirlerdi! Gene de bu sözde özgürlükçü, sözde bilimcilerin tarih önünde en affedilemez yanlışları TV ekranlarındaki laf ebelikleri değildir; kuşaklar dolusu laik düzen ve Atatürk karşıtı gencin yetiştirilmesindeki ağır sorumluluk paylarıdır. “Kandırıldık,” demek, acınası gülünç bir özsavunu teşebbüsüdür. Yapılacak şey, “Nasıl oldu da, aklımın özgürlüğünden, bir biliminsanının baş dayanağı olan ‘bilimsel kuşku’ yönteminden vazgeçebildim; yoksa ben aklımı AKP döneminde gerçekleşmiş ya da gerçekleşeceğini umduğum arzu ve özlemlerimin emrine mi verdim?” içtenlikli sorusuyla başlayacak bir özeleştiridir. Unutulmamalıdır ki AKP ileri gelenleri siyasal İslamcı olduklarını asla saklamamış; AB’ye şirin gözükmeye çabaladıkları ve bolca demokrasi lafı ettikleri dönemde, asla özeleştiri yapıp siyasal İslamcı olduklarına dair beyanlarını geri almamışlardır. Gerçekten ne gülünçtür ki, kendi kendilerine Atatürkçü diyen darbeci generalleri, sol Kemalizmin İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal gibi en seçkin adlarını hapislerde süründürdükleri halde, Atatürkçü kabul edip daha da hızlarını alamayarak tüm Atatürkçü kesimi darbeci ilan eden sözde özgürlükçüler, kendi kendine demokrat diyen AKP’yi de demokrat saymışlardır! Her duyduğuna inanmak ise; ancak okul çağı öncesi çocuklarında doğal sayılabilecek bir özelliktir.

Ülke aydınlarını karşıt iki kampa bölen böyle bir meselede, yitirenin ülke olacağı başından belliydi. Oysa tutulacak yol açıktı. Bireysel seçime de alan bırakacak bu yol,

(1) kamusal mekânlarda devlet adına görev ifa eden yetişkin kişilerin -kadın ya da erkek- üzerlerinde etnik ve/ veya dinsel aidiyet gösteren hiçbir şey taşımamalarını;

(2) yasa önünde çocuk sayılan 18 yaşından küçüklerin ise ne devlet ne aile tarafından zorlamaya tabi tutulmaması gerektiğini, asla ve asla ödün verilmeyecek vazgeçilmez ilkeler haline getirmekti. ikinci ilkenin, pratikte Sünni mezhebinin dayatılması biçiminde tecelli eden zorunlu din derslerine karşı tavır almayı içerdiği açıktır. Ülkemiz aydınları ne yazık ki sınıfta kalmıştır.

Şimdi bu durumun üstüne savaş tehdidinin gölgesi binmiştir. Ülkemin aydınları, yavrularımızı bağnazlığa terk mi edeceğiz? Ana muhalefet partisinin laik düzeni korumaya yönelik pasifliği, hatta ataleti herhangi bir yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır. İş başa düşmüştür. Ülkemizde, hele küçük yerleşimlerde ve büyük varoşlarda öğrenci velilerinden insiyatif beklemek boşunadır. Atatürkçü ve laik derneklerin ne yaman baskılar altında olduklarını bilmez değilim. Gene de velilere yol gösterecek olan, AHİM’e müracaat eden Alevi yurttaşlarımız kadar yürekli olmak durumundaki laik ve Atatürkçü derneklerdir. Bir sözüm de sözde özgürlükçülere, işte aklanma fırsatınız; yakınmayı bırakın, çocuklarımıza pençesini geçirmiş bağnazlıkla mücadeleye koşun.

14 Ekim 2014

"

Saldırganı Hoş Tutmak kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Saldırganı Hoş Tutmak