Kafka Tamura on beş yaşına girdiği gün evden kaçar. Uzun zamandır planladığı bu kaçışın nedeni babasının yıllar önce dile getirdiği uğursuz kehanettir. Ama babasının bir düzenek gibi içine yerleştirdiği kehanet gölge gibipeşindedir Kafka ilk kez aşkı ve tutkuyu yaşarken gizemli bir cinayetle kehanetin ve kaderinin düğümleri çözülmeye başlar.
Sahilde Kafka, XXI. yüzyıl edebiyatına damgasını vuran, kitapları bağımlılık yaratan kült yazar Haruki Murakamiden, hayatın yavan gerçekliğine karşı büyülü bir dünyanın kapılarını açan bir roman.
Sahilde Kafka
Karga adlı delikanlı
“Öyleyse, para meselesi bir şekilde halloldu?” diyor Karga adlı delikanlı, o her zamanki sakin konuşma tarzıyla. Sanki derin bir uykudan yeni uyanmış da, çene kaslarını henüz tam olarak hareket ettiremiyormuş gibi. Aslında mahsus öyle yapıyor; gayet uyanık olduğu kesin. Her zamanki gibi.
Başımı sallayarak onaylıyorum.
“Ne kadar?”
Bir kez daha içimden hesapladıktan sonra yanıtlıyorum: “Nakit 400 000 yen. Onun dışında bankada da biraz param var, kartımı kullanarak çekebilirim. Tabii, yeterli olduğunu söyleyemem, ama idare eder herhalde.”
“Eh, fena sayılmaz ” diyor Karga. “En azından şimdilik.”
Yine başımı sallıyorum.
“Ama herhalde bu harçlığı Noel Baba vermedi, değil mi?”
“Evet.”
Karga, dudaklarını alay ediyormuşçasına bükerek çevresinde göz gezdiriyor. “Buralarda birinin çekmecesinden çıkmıştır belki de.”
Yanıtlamıyorum. Elbette baştan beri paranın nereden geldiğini biliyor. Dolambaçlı sorulara gerek yok. Bu şekilde konuşarak benimle dalga geçiyor sadece.
“Neyse” diyor Karga. “O para sana lazımdı. Sen de bir yerlerden buldun. Borç almış, haber vermeden ödünç almış, çalmış olabilirsin… Ne fark eder? Nihayetinde babanın parası. O kadar olduktan sonra nasılsa işini görür. İyi de, o 400 000 yen suyunu çektiğinde ne yapacaksın? Ne de olsa hazır para. Durduğu yerde mantar gibi çoğalmaz. Yemek yemeye, kalacak yere ihtiyacın var. Bir gün gelir, elinde avucunda bir şey kalmaz.”
“Onu, zamanı geldiğinde düşünürüm.”
“Onu zamanı geldiğinde düşünürüm” diye söylediklerimi tekrarlıyor sanki sözcükleri tartar gibi.
Başımı sallıyorum.
“Bir iş mi bulacaksın?”
“Belki.”
Karga başını sallıyor. “Bana baksana, âlemi biraz daha iyi tanıman lazım. On beş yaşında bir çocuk, tanımadığı, bilmediği, uzaklarda bir yerde ne iş yapabilir? Zaten henüz zorunlu öğrenimini bile tamamlamadın. Böyle birine kim iş verir ki?”
Yüzüm hafifçe kızarıyor. Hemen kızarırım zaten.
“Neyse” diyor Karga. “Daha yolun başındasın, iç karartıcı şeyleri sayıp dökmenin manası yok. Artık kararını verdin. Geriye gerçekleştirmesi kalıyor. Sonuçta senin hayatın, istediğin gibi yaşa.”
Evet öyle, sonuçta benim hayatım.
“Fakat bundan sonra sürekli kararlı davranmazsan ayakta kalamazsın.”
“Elimden geleni yapıyorum.”
“Gerçekten de öyle” diyor Karga. “Şu son birkaç yılda iyice güçlendin. Elbette, takdir etmiyor değilim.”
Başımı sallayarak onaylıyorum.
Karga konuşmasını sürdürüyor. “Ancak kabul etmek lazım ki daha on beş yaşındasın. Ne dersen de, senin yaşamın yeni başlıyor. Dünyada bugüne kadar hiç görmediğin birçok şey var. Şu an hayal bile edemeyeceğin birçok şey.”
Her zamanki gibi, babamın çalışma odasındaki deri koltukta yan yana oturuyoruz. Burası Karga’nm çok hoşuna gidiyor; etraftaki ıvır zıvır şeylere bayılıyor. Şimdi de, eline aldığı arı şeklindeki kitap ayracıyla oynuyor. Babam evde olduğunda, bu odanın önünden bile geçemeyiz.
Konuşmaya başlıyorum. “Yine de, ne olursa olsun bu evden çıkıp gitmek zorundayım. Başka yolu yok.”
“Belki de” diyerek Karga bana katıldığını belirtiyor. Ayracı masanın üzerine koyup ellerini ensesinde kavuşturuyor. “Fakat çekip gitmekle her şey çözümlenecek mi acaba? Durmadan senin kararını eleştiriyor gibi olabilirim, ama ne kadar uzağa gidersen git, buradan gerçek anlamda kaçabilir misin? Anlayamadığım tarafı bu işte. Mesafenin uzaklığına pek güvenmesen iyi olur.”
Yeniden mesafenin anlamını düşünmeye başlıyorum. Karga derin derin iç çekip parmaklarının uçlarını gözkapaklarına götürüyor. Sonra da gözlerini kapatarak daldığı karanlıkta benimle konuşmaya başlıyor.
“Her zamanki oyunumuzu oynayalım mı?”
“Olur” diyorum. Ben de aynı şekilde gözlerimi kapatarak sessizce derin bir nefes alıyorum.
“Bak şimdi, feci mi feci bir kum fırtınası hayal et” diyor. “Geri kalan her şeyi aklından sil.”
Dediği gibi, feci mi feci bir kum fırtınası hayal etmeye başlıyorum. Geri kalan her şeyi aklımdan siliyorum. Kendimi bile unutuyorum. İçim bomboş kalmış gibi oluyorum. İstediğim görüntü, anında gözlerimin önünde belirmeye başlıyor. Ben ve Karga, her zamanki gibi babamın çalışma odasındaki deri kaplı eski koltukta oturmuş, her zamanki şeyleri paylaşıyoruz.
“Yerine göre, kader dediğimiz şey, dar bir yerde sürekli yönünü değiştirerek dönüp duran bir kum fırtınasına benzer” diye konuşmaya başlıyor Karga.
Yerine göre. kader dediğimiz şey, dar bir yerde sürekli yönünü değiştirerek dönüp duran bir kum fırtınasına benzer. Sen de, ondan kurtulmak için ayağını bastığın yeri değiştirirsin. Bunun üzerine fırtına da sana ayak uydurmak için yönünü değiştirir. Bir kez daha bastığın yeri değiştirirsin. Tekrar tekrar, sanki şafaktan hemen önce ölüm tanrısıyla yapılan uğursuz bir dans gibi, aynı şey tekrarlanıp gider. Neden dersen, o fırtına uzaklardan çıkıp gelmiş herhangi bir şeyden farklıdır da ondan. O fırtına aslında sensindir. O yüzden yapabileceğin tek şey, teslim olup ayağını dosdoğru fırtınanın içine daldırarak, gözlerini kum girmeyecek şekilde sımsıkı kapatıp adım adım fırtınanın içinden geçmektir. Orada, muhtemelen ne güneş ne de ay, hatta ne yön ne de zaman vardır. Orada, kemikleri bile parçalayacak kadar keskin beyaz kum tanecikleri gökyüzünde dans eder. İşte öyle bir kum fırtınası canlandır gözünde.
Gözümde öyle bir kum fırtınası canlandırıyorum. Beyaz bir hortum, kalın bir halat gibi gökyüzüne doğru yükseliyor. Gözlerimi sımsıkı kapatıp ellerimi kulaklarıma bastırıyorum ki o incecik kum taneleri vücudumun içine girmesin. Kum fırtınası tam üzerime doğru gittikçe yaklaşıyor. Kumun basıncını uzaktan bile hissedebiliyorum. Artık beni yutmak üzere olduğunu da.
Neden sonra, Karga elini usulca omzuma koyuyor. O anda kum fırtınası kayboluveriyor. Yine de gözlerim hâlâ kapalı.
“Artık bundan sonra dünyanın en sert on beşlik delikanlısı olman gerekiyor. Her ne olursa olsun. Bu dünyada yaşamayı sürdürebilmek için başka çıkar yolun yok. Bunu başarabilmek için de, gerçekten sert olmanın ne anlama geldiğini kendin idrak etmek zorundasın. Anladın mı?”
Suskun kalmayı yeğliyorum. Karga’nın elini omzumda hissettiğim halde, öylece uykuya dalıp gitmek istiyorum. Belli belirsiz bir kuşun kanat çırpışını duyuyorum.
“Dünyanın en sert on beşlik delikanlısı olacaksın” diye yineliyor Karga, tam uykuya dalmak üzereyken kulağımın dibinde fısıldayarak. Sözleri, kalbimin üzerine koyu mavi bir dövme gibi yapışıp kalıyor âdeta.
Sonra sen, gerçekten de onun içinden geçip gideceksin. O kum fırtınasının içinden. Hem sembol kem de fiziksel olarak görünen o kum fırtınasının. Ancak, hem sembol hem de fiziksel bir şey olduğu halde, aynı zamanda o şey insanın vücudunu binlerce bıçak tarafından kesilmiş gibi lime lime eder. Sayısız insan orada kan akıtmıştır, elbette senin kanın da akacak. Ilık, kırmızı kanın. O kanı avuçlarına dolduracaksın. Senin kanın ile başkalarının kanı birbirine karışacak.
Sonra o kum fırtınası bittiğinde, nasıl olup da onun içinden geçebildiğini, nasıl hayatta kalabildiğini tam olarak anlayamayacaksın. Hayır, o fırtına gerçekten bitti mi bunun bile farkına varamayacaksın. Yalnız, tek bir şeyden emin olacaksın. O fırtınanın içinden geçtikten sonra, fırtınanın içine ayak attığındaki kişi olmayacaksın artık, aynı kişi olmayacaksın. Evet, işte kum fırtınasının anlamı bu.
On beşinci yaş günümde, evimden ayrılarak daha önce adını bile duymadığım, uzaklardaki bir şehre kaçtım; orada küçük bir kütüphanenin bir köşesinde yaşamaya başladım.
Elbette, her şeyi sırasıyla anlatmaya kalksam bir hafta falan sürebilir. Bu yüzden öncelikle sadece ana hatlarını ortaya koymak için şöyle diyebilirim: On beşinci yaş günümde, evimden ayrılarak daha önce adını bile duymadığım, uzaklardaki bir şehre kaçtım; orada küçük bir kütüphanenin bir köşesinde yaşamaya başladım.
Belki masal gibi gelebilir. Fakat bu bir masal değil. Hangi anlamda olursa olsun.
1
Evden ayrılırken, babamın çalışma odasından yalnızca para almadım. Eski, küçük, altın bir çakmak (şekli ve ağır oluşu hoşuma gidiyordu) ile ağzı keskin, katlanabilir çakıyı da aldım. Geyik derisi yüzmek için yapılmış çakıyı avucuma aldığımda tutabilmek için koluma guç vermem gerekiyordu, çünkü çakının ağız uzunluğu on iki santimetreye ulaşıyordu. Herhalde yurtdışı gezilerinden bir hatıraydı. Çekmecedeki, ışığı güçlü cep fenerini de yanıma almaya karar verdim. Yaşımı gizlemek için güneş gözlükleri de gerekli olacaktı. Koyu gök mavisi Revo marka güneş gözlüğü.
Babamın değer verdiği eşyalarından olan istiridye serisi Rolex’i de yanıma almayı düşündüm, ama biraz tereddüt ettikten sonra vazgeçtim. O saatin bir alet olarak güzelliği beni cezbediyordu, ama üzerimde gereğinden fazla lüks bir şeylerin olması insanların dikkatini çekebilirdi. Üstelik pratikliğini düşününce, normalde kullandığım kronometreli saatim ve plastik Casio alarmlı kol saatim yeter de artardı bile. Hem onların kullanımı daha kolaydı. Rolex’i tekrar çekmeceye bıraktım.
Bir de küçükken ablamla birlikte çektirdiğimiz fotoğraf. O fotoğraf da masanın çekmecesindeydi. Ben ve ablam bir sahildeydik, neşeyle gülüyorduk. Ablam yan durmuş, yüzünün yansı gölgede kalmıştı. O yüzden de, gülümsemesi suratının ortasında kesilmiş gibi duruyordu. Ders kitaplarında gördüğüm Yunan tiyatrosu maskları gibi, yüzünde iki ayrı ifade yan yana duruyordu sanki. Işık ve gölge. Ümit ve ümitsizlik. Neşe ve hüzün. Güven ve yalnızlık. Öte yanda ben, umarsızca objektife bakmışım. Sahilde ikimizden başka kimsecikler yok. Üzerimizde deniz kıyafetlerimiz var. Ablam kırmızı çiçek desenli tek parça bir mayo giymiş, benim altımdaysa mavi renkte bol bir şort var. Elimde bir şey tutmuşum. Plastik bir çubuğa benziyor. Beyaz köpüklü dalgalar ayaklarımızı yalıyor.
O fotoğrafı kim, nerede, ne zaman çekmişti acaba? Benim yüzümde neden o kadar neşeli bir ifade var? Acaba, ne yaparsam yüzüm o kadar neşeli görünüyor? Babam, neden yalnızca o fotoğrafı bırakmıştı? Her şey bir sır perdesinin ardına gizlenmiş. Herhalde ben üç, ablam da dokuz yaşında. Ablamla aramız o kadar iyi miydi acaba? Belleğimde, ailecek denize gittiğimize dair bir anı yok. Ailecek başka bir yere gittiğimizi de anımsamıyorum. Fakat ne olursa olsun, o fotoğrafı babama bırakmak istemiyordum. O eski fotoğrafı cüzdanıma yerleştirdim. Annemin bir fotoğrafı yok. Babam annemin olduğu fotoğrafların hepsini atmış sanırım.
Biraz düşündükten sonra cep telefonunu da almaya karar verdim. Yok olduğunu anlayınca, babam telefon şirketini arayarak hattı kapattırabilirdi. O durumda hiçbir işe yaramazdı. Yine de telefonu sırt çantama koydum, şarj aletiyle birlikte. Ne de olsa hafif şeylerdi, işe yaramadığını anladığımda atabilirdim.
Sırt çantama, mutlaka ihtiyacım olacak şeyleri yerleştirdim. Giysi seçimi işin en zor kısmıydı. Kaç takım iç çamaşırı gerekecekti? Kaç süveter? Gömlek, pantolon, eldiven, atkı, şort, palto? Düşünmeye başlayınca sonu gelecek gibi değildi. Fakat kesin olan bir şey vardı: Bilmediğim bir yerde, yanımda kocaman bir çantayla, her halimden evden kaçtığım belli olacak şekilde ortalıkta dolaşmak istemiyordum. Bunu yapacak olursam, hemen dikkat çekerdim. Polis gözetim altına alır, anında da eve geri gönderirdi. Hatta bu, gittiğim yerde belalı tiplerin bana bulaşmasına bile neden olabilirdi.
Soğuk bir yere gitmemeliydim. Vardığım sonuç buydu. Çok basitti. Sıcak bir yerler olmalıydı. Bu durumda paltoya ihtiyacım olmazdı. Eldivene de. Isıyı düşününce, eşyalarım yarı yarıya azalacaktı. Yıkanması kolay, çabuk kuruyan, mümkün olduğunca yer kaplamayan giysilerimi seçip güzelce katlayarak sırt çantama yerleştirdim. Giysilerim dışında, havası boşaltılınca katlanabilen, yer kaplamayan üç mevsimlik uyku tulumu, basit temizlik malzemeleri, yağmurluk, defter ve tükenmezkalem, kayıt yapabilen MD walkman, on kadar disk (müzik mutlaka gerekliydi), yedek şarj edilebilir pil de koydum. Kamp gereçlerine ihtiyacım yoktu. Ağır olurdu ve yer kaplardı. Yiyeceklerimi marketlerden alabilirdim. Epey zaman harcayarak, yanıma alacağım şeyler listesini yarı yarıya kısalttım. Birçok şey ekleyip birçok şeyi sildim. Sonra tekrar ekleyip tekrar sildim.
On beşinci yaş günümün evden ayrılmak için en uygun zaman olacağını düşünmüştüm. Daha öncesi erken, sonrası ise geç olabilirdi.
Ortaokula başladıktan sonra iki yıl boyunca, hep o günü düşünerek vücudumu geliştirmiştim. İlkokulda, ilk sınıflardan itibaren judo kursuna gitmiş, ortaokula başladıktan sonra da biraz devam etmiştim. Fakat okuldaki spor takımlarına girmemiştim. Zaman buldukça, tek başıma spor sahasında koşuyor, havuzda yüzüyor, mahalledeki spor salonunda aletlerle çalışarak kaslarımı geliştiriyordum. Spor salonundaki genç antrenörler, bana esneme hareketlerini doğru yapmayı ve aletleri doğru kullanmayı ücretsiz öğrettiler. Ne şekilde çalışırsam vücudumdaki tüm kasları eşit oranda geliştirebileceğimi de onlardan öğrendim. Hangi kasların gündelik yaşamda kullanıldığını, hangi kaslann alet kullanılarak geliştirilmesi gerektiğini. Onlardan göğüs itiş hareketinin doğru yapılış şeklini de öğrendim. Şanslıydım; boyum uzundu ve bu hareketler sayesinde omuzlarım genişledi, göğüs kaslarım hacim kazandı. Beni tanımayanlar, herhalde on yedi yaşında falan sanırlardı. Eğer on beş yaşında olup on beş yaşında görünseydim gideceğim yerlerde farklı sıkıntılarla karşılaşmam kaçınılmazdı.
Spor salonundaki antrenörlerle, günaşırı evimize temizliğe gelen kadınla yaptığım tek tük sözcüklerle sınırlı diyaloglar ve okulda mecburen yapmak zorunda kaldığım konuşmalar dışında, hemen hemen hiç kimseyle konuşmuyordum. Babamla çok uzun zamandan beri karşı karşıya gelmiyorduk. Aynı evde yaşadığımız halde yaşam saatlerimiz tamamen farklıydı ve babam, zamanının büyük kısmını, evden uzakta bir yerdeki atölyesinde geçiriyordu. Dahası, söylemeye gerek bile yok ama ben de babamla karşılaşmamak için özel olarak tedbirli davranıyordum.
Çoğunlukla yüksek tabakadan insanların ya da sadece zenginlerin çocuklarının gittiği özel bir ortaokula gidiyordum. Çok göze batacak bir hata yapılmadığı müddetçe, otomatik olarak lise kısmına devam ediliyordu. Tüm öğrencilerin dişleri bakımlı, üstü başı düzgün ve konuşmaları can sıkıcıydı. Sınıfta hiç kimse tarafından sevilmiyordum. Çevreme yüksek duvarlar örmüştüm; hiç kimsenin o duvarlardan içeri girmesine izin vermiyor, kendim de duvarların dışına çıkmamaya özen gösteriyordum. Böyle bir insandan kim hoşlanır ki? Bana karşı hep dikkatli ve temkinli davranıyorlardı. Belki de bazı zamanlarda beni itici, hatta korkutucu buluyorlardı. Fakat bu sayede ben de rahat ediyordum. Tek başıma yapmam gereken işler dağ gibi yığılıydı. Boş vakitlerimde okulun kütüphanesine gidip kitaplara gömülüyordum.
Yine de, okuldaki dersleri dikkatle dinliyordum. Bu, Karga’nın da önerdiği bir şeydi.
2005 Yılın En İyi 10 Romanı. New York Times
2006 World Fantasy Ödülü
2006 Franz Kafka Ödülü
Sahilde Kafka kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Sahilde Kafka (2009)
Roman
Yazar: Haruki Murakami
İlk Basım: 2009
Yayınevi: Doğan Kitap