“Bir bakıma, insan gördüğü şeylerin toplamı kadar uyanık, görmediği şeylerin sonsuzluğu kadar uykuda oluyor, diyordum.”
İlk yayımlandığında Uykuların Doğusu, dairevî yapısıyla okurların başını döndürmüştü.
Yazdığı her romanıyla “roman sanatını yeniden tanımlama”nın peşinde olan Hasan Ali Toptaş, bu kez sınırları zorluyor, alanı genişletiyor.
“Yeryüzüne haykırmak istediğim sözler peşimdeydi artık, duvarlara çarptıkça yankılanıyor, yankılandıkça da bana eskisinden daha anlamlı görünüyorlardı.”
Uykuların Doğusu, roman sanatının ufkuna doğru hareket ediyor; pervane gibi, döne döne, durmadan.
“Tıpkı Binbir Gece Masalları gibi bitmeyen bir anlatıdır Uykuların Doğusu. Sonsuza kadar başa dönmeye mahkumsunuzdur.”
Ethem Baran
Uykuların Doğusu
1
bir gölge gibi, masaya doğru yeniden yürüdüm. Doğrusunu istersen, içimdeki hikâyenin hangi cümleden başlayacağını bilemiyordum o sırada. Sendeleye sendeleye, rutubet kokularının arasından geçip masanın başına oturduğumda da bilemedim zaten, parmak uçlarımda biriken o dehşet verici uğultularla birlikte, öylece kımıldandım durdum. Sonra, işte ben böyle kımıldanırken, nasıl oldu bilemiyorum ama, birdenbire masanın üstündeki kâğıtların şeklini alan zaman da kımıldandı sanki. Hatta, çevremi saran duvarların rengi bu zamanın içine doğru akar, akınca hafif hafif titreşir, titreşince de karşımdaki pencere gelip bu titreşimlerin ortasında durur gibi oldu. Ben de, gözlerimi oradaki demir parmaklıkların arasından gözüken şehre çevirdim işte o zaman ve hiç istemediğim halde, uzun uzun baktım.
Bir zaman, gar binasının önünden geçerek balık pazarına doğru uzanıp giden caddeyle bu caddenin kenarındaki apartmanların içler acısı yoksulluğuna baktım sözgelimi; bir zaman kubbelerin, vinçlerin ve gökdelenlerin heybetine, bir zaman şehrin tepesine çakılıp kalan dumanların ağırlığına, bir zaman da ufuk çizgisine gömülmüş gibi gözüken soluk renkli surların ıssızlığına baktım. O sırada hâlâ sana anlatacağım hikâyenin nereden başlayacağını bilemediğim için, tuttum, bıkkın bir ifadeyle caddedeki sokak köşelerine de baktım hatta; köşelerden fışkıran bulanık gürültülere, gürültülerin içinden gelip geçen beli bükülmüş kamyonetlere, kamyonetlerin taşıdığı yüklere ve bu yüklerden koparak boşlukta incecik titreşimler halinde uçuşan çeşitli renklere de baktım. Sonra, belki caddeyi dolduran o başsız kıçsız kalabalığın yoğun ter kokuları eşliğinde sağa sola nasıl koşuşturup durduğuna da bakacaktım ama, buna fırsatım olmadı. Haydar, şehre meydan okuyan uzun boylu bir hayalet gibi gelip karşıma dikiliverdi çünkü. Dikilir dikilmez de, hafifçe eğilerek, ışıl ışıl parlayan kocaman gözlerle bana doğru baktı. O sırada, bir hayli yorgun ve kederli, olmama rağmen, ister istemez ben de ona baktım tabiî. Hatta, hem kulaklarına taktığı çiçekleri, hem saçlarının arasında gezinen irili ufaklı çöpleri, hem de ağzından saçılan o zifiri karanlık hırıltıları ilk kez görüyormuşum gibi, neredeyse çocuksu bir şaşkınlıkla, ürpererek baktım.
Sonra, işte ben böyle bakarken, Haydar anı bir hamle yaparak cama doğru biraz daha yaklaştı.
Ardından da, o kâğıtlara ne yazıyorsun sen, dedi birdenbire.
Ben sesimi çıkarmadım.
Söylesene be, ne yazıyorsun, dedi yeniden.
Birkaç saniye duraksadıktan sonra, çaresiz, hikâye yazıyorum, dedim ona.
Bu sözü işitince, birdenbire ürktü nedense.
Hemen ardından da, boynunu bükerek benim için fena halde üzülüyormuş gibi acı acı baktı, sırtındaki ceketi yakasından tutup kafasına çekti ve hiçbir şey demeden, caddeye doğru var gücüyle koşmaya başladı. Ben onun neden koştuğunu anlayamadım tabiî, acaba neler olacak diye, arkasından sessizce baktım. Sonra, işte ben böyle bakarken, Haydar pat pat öten kocaman adımlarla varıp büfenin yanında durdu ve çevresindeki insanlara dönerek, yuvasından fırlayıveren telaşlı bir kâhin edasıyla, kaçın yağmur yağacak, kaçın yağmur yağacak, kaçın yağmur yağacak, diye bağırdı.
O sırada, demir parmaklıkların gerisinden görebildiğim kadarıyla, kimse dönüp bakmadı ona. Sesini bile duymadılar belki, duydularsa anlamadılar, anladılarsa umursamadılar ve yanından yöresinden, birbirine karışan rüzgârlı adımlarla geçip geçip gittiler.
Haydar da, durduğu yerde pek durmadı zaten, buharlaşmış gibi, birdenbire kayboldu.
Sonra, işte onun kaybolmasıyla birlikte, benim burnuma da acayip bir yağmur kokusu geldi sanki. Dahası, ben oturdukça yoğunlaştı bu koku, ben baktıkça yoğunlaştı, ben sustukça yoğunlaştı ve sonunda ıslak ıslak gitti, içimdeki uğultuların içine bile karıştı. Zavallı gövdemin çeşitli köşelerine yağmur yağıyormuş gibi oldu bir bakıma. Hatta, bu yağmur giderek azıtıyor, azıtınca ortalığı sel suları kaplıyor, kaplayınca da bu sular bir araya gelerek, uzak bir zamanın derinliklerine doğru gürül gürül akıyormuş gibi oldu.
İşte o zaman, ben de, bir an için bu şehri harabeye çeviren yıllar önceki yağmuru düşündüm.
Biliyor musun, o gün havada bir tek bulut bile yokmuş aslında.
Başka bir deyişle, şehir her zamanki gibi engin maviliklerden oluşan berrak bir göğün altında sere serpe yatıyor, hayat dediğimiz şu muhteşem dağınıklık da, genişliğini bir kez daha yineleyerek, kendi bildiğince akıp gidiyormuş. Bu yüzden olsa gerek, aniden patlayıp çocukların bakışlarında derin oyuklar açan gök gürültülerinin ardından peş peşe şimşekler de çakmaya başladığında, insanlar ne yapacaklarını bilememişler önce. Bilemeyince de, çay bahçelerindeki gramofon seslerini, tavla pullarını, domino taşlarını, tütün keselerini ve temmuz güneşinin altında ayna gibi parıldayan limonata güğümleriyle ayran taslarını bırakıp palas pandıras kaçışmışlar. Onlar böyle çizgileri hızdan oluşmuş şaşkın bir kalabalık halinde kaçışırken belki birkaç taş plak kazaen çiğnenip parçalanmış, birkaç nargile şangır şungur devrilmiş, atları ürken birkaç faytonun tekerleği çıkmış, ya da kenar mahallelerden birinde bir çocuk şimşeklerin etkisiyle dengesini yitirip ansızın hela çukuruna düşmüş ama, herkesi anasından doğduğuna pişman eden asıl felaket daha sonra yaşanmış.
Birinci günün ortasında, insanlar kapalı mekânlara sığınıp kocaman gözlerle camları döven palamut iriliğindeki yağmur tanelerini seyrederken, caddeleri karanlık masalların karanlık köşelerinden çıkıp gelmişe benzeyen korkunç bir sel kaplamış sözgelimi ve bu sel, yere göğe sığmayan o ak köpüklü gürültüsüyle birlikte kendisine yönelen bakışları da sürükleyerek, tıpkı açlıktan ne yapacağını bilemeyen çok ağızlı bir yaratık gibi kapı önlerinde kükremiş durmuş. Böyle amansızca kükreyip insanları evlerin, dükkânların, çarşıların ve resmi binaların içine hapsettiği yetmezmiş gibi, genişleye genişleye gidip sokaklarda bulduğu bileyici çarklarıyla kararmış simit tablalarını da yutmuş sonra, varıp pazaryerlerinde gördüğü karpuz sergileriyle domates kasalarını da yutmuş, koşup kıskıvrak yakaladığı at arabalarıyla işporta tezgâhlarını da yutmuş ve bütün bu yuttuklarının arasına köşelerde duran çöp bidonlarını, tepelerden indirdiği sırıkları, kalaycı körüklerini, odun istiflerini ve elmaşekeri satan adamların renkli fırıldaklarla süslü sepetlerini de katarak kendini hem apartmanların giriş kat pencerelerine, hem bahçe duvarlarına, hem de yangınlardan artakalan boş arsaların boşluğuna var gücüyle çarpmaya başlamış.
Öyle ki, şehrin her yeri zangır zangır sarsılmış o böyle çarpınca
Hatta, bu sarsıntının şiddetiyle birdenbire yönler birbirine karışmış da, insanlar yüzlerini nereye çevireceklerini bilememişler. Bilemeyince de, durup dururken acayip bir korkuya kapılmışlar tabiî. Dahası, kimi zaman seslerin ıslak yankılarına, kimi zaman binaların titrek görüntülerine, kimi zaman da ağaçların uzak duruşlarına benzeyen bu korkunun çeşitli köşelerinden eğilip eğilip sel sularına daha farklı gözlerle bakmaya, bakarken de arada bir yutkunmaya başlamışlar. Bulundukları yerlerde, korkunun karanlığına asılmış esrarengiz fenerler gibi, tehlikeli bir şekilde hafifçe parlamışlar bir bakıma. Üstelik, parlarken sadece balkonlarla pencereleri değil, bir an için gürül gürül akıp duran caddeleri de aydınlatmışlar.
İşte, insanlara, ayranı kabarıveren bazı maceraperestlerle mallarını mülklerini canlarından çok seven bazı mıhsıçtılar kapılardan dışarı fırlayıp da kendilerini boş yere helak etmesinler diye, radyodan bir duyuru yapılmış o sırada. Herkes bir bahane bulup çil yavrusu gibi sağa sola dağıldığı için, müdürün evinden telefonla yazdırdığı bu üç beş satırlık duyuruyu da o yıllarda radyoevinin en pısırık adamı olarak tanınan, uzun boylu biri okumuş.
Daha sonraki olaylara geçip kelimeden kelimeye seken şu aklımı sel sularına kaptırmadan önce hemen belirteyim ki, bu uzun boylu adam, sanıldığı gibi hiç de pısırık değilmiş aslında; tam tersine, belki de dünyanın en çalışkan insanıymış. Çalışkanlığının yanı sıra, mesleğinin incelikleri hakkında kellifelli emektarlara taş çıkartıp herkesin ağzını açık bırakacak türden engin bir bilgisi de varmış üstelik; korkunç mu korkunç bir yeteneği, kolay kolay elde edilemeyecek bir deneyimi ve hemen her zorluğun üstesinden gelebilecek büyüklükte, şaşılası bir azmi de varmış.
Gene de, işte bütün bunlara rağmen, yıllar önce başkentten kalkıp elindeki atama emriyle birlikte bu şehre geldiğinde, radyoevindeki yetkililer iş vermemişler ona.
Daha doğrusu, çok uzaklarda yaşayan yakın akrabalarından birini görmüş gibi ilkin sıcacık duygularla gözlerinin içine tatlı tatlı bakmışlar da, sen fena halde yorulmuşsun azizim, başkentin kahrını çekmekten neredeyse cılkın çıkmış, hele birazcık dinlen, demişler. Sonra, onun ününden mi ürkmüş, azminden mi çekinmiş, ya da yeteneğinden mi korkmuşlar pek bilemiyorum ama, elimizde her biri birbirinden nefis birtakım projeler var üstadım, onlar ilgili makamlar tarafından onaylanır onaylanmaz elbette sana bir görev vereceğiz, hiç merak etme, demişler. Sonra, günler günleri kovalamış ve bir zaman gelmiş, ohooo, sen hâlâ orada mısın mirim, mevzuat hazretlerinin hışmına uğrayan o güzelim projeler çoktan iptal edildi, şimdi senin için senin şanına layık bambaşka bir program düşünüyoruz, iki ayağımızı bir pabuca sokma da hele azıcık daha sabret bakalım, bilirsin, sabrın sonu selamettir, demişler. Sonra, işte bu sözleri söyledikleri zamanın, havada asılı kalmış fısıltıların, soğuk yüzlü kapıların, koridorların ve bahçede uğuldayıp duran koca gövdeli çınarların ardından gene bir zaman daha gelmiş, gözlerini tavana doğru dikip ellerini iki yana açarak, fesuphanallah, işsizlikten gebermedin ya be adam, maaşın tıkır tıkır işliyor nasılsa, daha ne istiyorsun Allah’tan, belanı mı, demişler. Hatta, bir hayli vahim olan bu sözleri söyledikten sonra kendilerini tutamayıp ellerini havada üşengeç bir yelpaze gibi sallamışlar da, siktir git lan, diye hemencecik odalarından kovmuşlar onu.
Böyle davranmakla, o yıllarda radyoevi olarak kullanılan eski kışla binasının taş kokulu koridorlarında, hiçbir şeye elini sürmeden gevşek adımlarla aylak aylak gezinmesini istemişler sanki; çay ocağında pinekleyip durmasını, gün boyunca sağda solda çene çalmasını, göze yakın akla uzak bir köşeye çekilip bulmaca çözmesini, ya da ne bileyim, emekli olacağı âna dek gelip ikide bir odaların kapısından öteki çalışanlara imrenerek bakmasını istemişler.
O bunların hiçbirini gururuna yedirememiş tabii, içten içe öfkelenmesine rağmen, ceketini ilikleyerek, nazik bir dille yetkililerin karşısına çıkıp hemen her gün iş istemeye devam etmiş.
Günler gene günleri kovalamış böylece, haftalar haftaları, aylar ayları kovalamış.
Hatta, bu günler, haftalar ve aylar şehrin öteki köşelerini terk edip birbirlerini kovalaya kovalaya gelmişler de, çeşitli şekillere bürünerek, sadece radyoevinin çevresinde gezinmeye başlamışlar. Herkesin içini ferahlatan güneşli bir günün, kimi zaman burnundan kıl aldırmayan ceberut bir bölüm şefi kılığında gelip elindeki çantayla birlikte koridorun sonuna doğru yürüdüğü, oradaki odalardan birine girdiği, kapıyı çat diye kapatıp anlaşılmaz bir öfkeyle masaya oturduğu ve bir daha da hiç dışarı çıkmadığı olmuş bu yüzden. Her yanı mavi parıltılarla kaplı geniş bir haftanın, uzaklığı insanın içine dokunan karanlık bir çınar halinde, bahçedeki çınarların ortasında aylarca uğuldadığı olmuş. Günler arasından çıkıp gelen bambaşka bir günün, bu çınarın dallarına tüneyerek yaralı bir kuş gibi haftalarca sessiz sedasız baktığı olmuş sonra. Koskoca bir ayın, eski kışla binasının yakınlarından birkaç çocuk suretinde gülüşe gülüşe geçip gittiği olmuş. Bu kargaşa böylece devam ederken bazı günlerin hiç olmadığı olmuş hatta, bazı haftaların hiç gözükmediği, bazı ayların da ne kadar büyük bir umutla beklenirse beklensin oralara hiç gelmediği olmuş. Gelgelelim, yetkililerden iş isteyip duran adamcağız, hiç olmayan bu günleri, hiç gözükmeyen bu haftaları ve hiç gelmeyen bu ayları da ne yapıp edip bir şekilde yaşamış sanki. Hatta bu günleri, haftaları ve ayları yaşarken küçük de olsa belki bir iş verirler diye gidip radyoevindeki kapılan öyle çok tıklatmış, eşiklerde öyle çok beklemiş ve süslü birer saltanat gemisine benzeyen koca koca masaların başına dikilip öyle çok konuşmuş ki, sonunda yetkililer artık onun söylediklerini anlamaz, o da kendi ağzından çıkan kelimelerin ne anlama geldiğini bilmez olmuş.
İşte böyle olunca, adamın kullandığı dil kendi içinde çırpına çırpına mini minnacık bir çocuk gibi önce bütün saflığıyla boğulmuş, sonra aniden doğrulmuş ve artık nezaket mezaket dinlemeyip iyice zıvanadan çıkmış da, her an her şeye dönüşebilecek türden acayip bir yaratığa benzemiş sanki. Ardından, tutmuş, onunla birlikte adam da acayip bir yaratığa benzemiş. Hatta o, bir an önce kendi çizgilerini parçalayıp dünyanın şeklini şemailini almak istercesine yetkililerin şaşkın bakışları altında karmaşık bir hayvan gibi olanca gücüyle tavana doğru şöyle bir sıçramış da, sağa sola tükürük damlacıkları saçan boğuk bir sesle, birdenbire haktan hukuktan söz etmeye başlamış. Hakkın hukukun yanı sıra, artık ne ilgisi varsa, dünyanın arzularla kurulup düşüncelerle yıkılan hayali bir tat olduğundan da söz etmiş sonra; bir radyoevinin hangi kurallara göre nasıl yönetilmesi gerektiğinden, insan haysiyetinden, ahlâktan, kadirbilirlikten, mesleki sorumluluktan, zulümden, cibilliyetsizlikten ve tutup toplumsal düzeni toplumsal düzen yapan birtakım işleyişlerle birtakım yasalardan da söz etmiş. Sonra, belki hızını alamayıp yumruklarını havada öfkeden yapılmış bir çift balyoz gibi sallaya sallaya daha başka şeylerden, sözgelimi, haset duygusunun girebileceği akıl almaz kılıklardan, bir yeteneği soluksuz bırakmanın vebalinden, dirayetsizlikten, gülünç olma hallerinden, insan ruhunu besleyen karanlık hazlardan ve kepazelik denen şeyin kendi kendini sergileme düşkünlüğünden de söz edecekmiş ama, ne yazık ki bu konularda ağzını açmaya bile fırsat bulamamış.
O sırada, radyoevindeki çalışanlar onu alıp yetkililerin düşünce menzilinden çıkarır gibi, pencere camlarını zangırdatan korkunç bir telaşla kargatulumba uzaklaştırmışlar çünkü.
Hatta, şimdi başına olmadık işler açacak diye ağzından fışkıran pervasız sözlerle birlikte götürüp koridorun sonundaki arşivin alacakaranlığına tıkmışlar da, o toza toprağa gömülmüş devasa dolapların, içleri paslı mikrofonlarla dolu irili ufaklı kutuların, bobinlerin, rafların ve birbirlerine örümcek ağlarıyla bağlanan ne idüğü belirsiz eşyaların arasında bir yığın öğüt vermişler. Harcıalem laflardan oluşan bu öğütleri verdikten sonra belleklerini eskici torbası gibi karıştırıp gözlerini devire devire çeşitli hikâyeler de anlatmış, dayanamayıp kendilerine ait ufak tefek bazı sırları da açıklamış ve birazcık ibret alması için ona daha önce radyoevinde yaşanan benzer olaylardan da söz etmişler ama, sonuçta bunlar hiçbir işe yaramamış.
Uğradığı haksızlık karşısında öfkeden deliye dönen adamcağız o sırada söylenen sözlerin tek kelimesini bile anlamamış çünkü.
Pek de dinlememiş zaten, kısa bir sessizlik olunca, çevresine toplanan insanları oracıkta bırakarak kalkıp gitmiş.
2
Sonra, belki yüksek makamlarda oturanlardan biri benim feryadımı işitir de telefonu açıp radyoevindeki yetkililerin kulağını büker diye, bu adam yönünü dönüp başkente doğru mektuplar yazmaya başlamış.
Bir yandan olup bitenleri dile getirirken bir yandan da köpek eniği gibi mızıklayıp salya sümük gözyaşı döken, her biri birbirinden acı mektuplarmış bunlar ve her defasında şık bir dolmakalemle, adeta harfleri ürkütmekten korkarcasına, ağır ağır yazılırlarmış. Yazıldıktan sonra, acaba bir akıl kayması, bir dil sürçmesi ya da yanlış anlamaya yol açacak türden bir anlam bulanıklığı var mı diye günün değişik saatlerinde dikkatle okunurlarmış hatta. Ardından da, mutlaka altlarına konunun aciliyetine dair çok önemli notlar düşülerek imzalanır ve herkesin gözleri önünde yavaşça zarflanırlarmış. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra, sıra, okuyanın dilini kabartacak kadar acı olan bu mektupları şehir meydanındaki posta merkezine götürmeye gelirmiş tabiî. Gelince de, işte bu uzun boylu adam yüzünü aydınlatıveren cansız bir gülücük eşliğinde ayağa kalkar ve giderek hızlanan küçük küçük adımlarla postanenin yolunu tutarmış.
Ne var ki, başkentten hiç karşılığı gelmezmiş bu mektupların. Ya da, başkent denen o umut dağının kibirli eteklerine çarpıp çarpıp zarflar derin bir boşluğa düşermiş de sanki, gönderilen her mektubun ardından hem radyoevini, hem adamı, hem de adamın dokunduğu, gördüğü ve düşündüğü şeyleri, insanın kulaklarını sağır edecek türden müthiş bir sessizlik kaplarmış. Öyle ki, kurşuni kubbelerin, minarelerin, sokakların, tepelerin, bulutların ve denizden yayılan pis kokulu ışıltıların yanı sıra, kimi zaman eski kışla binasının çevresinde uğuldayıp duran o asırlık çınarlar bile kaybolurmuş bu sessizliğin içinde. Serin ve alacakaranlık dükkânları, fıskiyeleri, havuzları, kokuları ve tozlu halıların ağırlığına benzeyen rengârenk gürültüleriyle birlikte çarşılar bile kaybolurmuş. İskeledeki sandallar bile kaybolurmuş sonra, şehrin öteki ucundaki geyiklikler, harabeye dönmüş surlar ve sur dibinde yatan yoksullar bile kaybolurmuş. Ahşap evlerden sarkan çamaşırlar bile hatta; yaklaşılan kapılar, açılan pencereler ve bu pencerelerden gözüken yerler bile.
İşte, artık kendisine iş verilmeyen adamcağız da ne yapsın, allak bullak bir yüzle kayıplara karışan bunca şeyin boşluğunda boş boş gezinir dururmuş. Bir yandan da, başkentten kalkıp bu şehre geldiği için, kendi deyimiyle, köpekler gibi pişmanlık duyarmış tabiî. Hatta, kimi zaman olup bitenleri birbirini takip eden bulanık sahneler halinde gözlerinin önünden geçirerek, kendisine neden bu kadar zalimce davranıldığını anlamaya çalışırmış ama bu konuda ne kadar kafa patlatırsa patlatsın, herhangi bir sonuca ulaşamazmış.
Ulaşamayınca da, hayatın kıyısına çekilip zaman zaman kayıtsız gözlerle zamanın işleyişini seyreden, alabildiğine uzak ve sessiz bir hayalete benzermiş oralarda gezinirken. Zaman zaman, varıp radyoevindeki yetkililerin başına musallat olayım da şunlara dünyanın kaç bucak olduğunu göstereyim diye sabırsızlanan, içi dışı kin bağlamış, uzun boylu bir manyağa benzermiş. Kıpkızıl gözlerle uzaklara bakıp duran akıllara durgunluk verici bir enkazın, kravatlı bir bombanın, ya da her an her şeyi kırıp dökecekmiş gibi gözüken korkunç ve karanlık bir çılgınlığın yanı sıra, fi tarihinden kalma berbat bir radyo programına da benzermiş sonra. Dahası, gövdesinde, hareketlerinde ve ruhunda o güne dek anlatılan bütün masalların izini taşıdığı halde hangi masalda yaşadığını kestiremeyen, saf yürekli bir kahramana da benzermiş.
İşte böyle her şeye benzeye benzeye tıpkı bir mıknatıs gibi her şeyin ruhunu ruhunda toplarmış da, zaman zaman hiçbir şeye benzemezmiş tabiî. Daha doğrusu, böyle anlarda tepeden tırnağa sadece ve sadece kendisine benzer, benzeyince de, acaba bir görev verirler mi umuduyla koşup yetkililerin karşısına yeniden çıkarmış. Herkesi gülümseten bir telaşla, kılığını kıyafetini de düzeltirmiş çıkmadan önce. Diyelim, kaşlarından ve bıyıklarından aksi birkaç tel havalanmışsa, parmak uçlarını tükürükleyerek onları narin dokunuşlarla özene bezene yatırırmış. Ceketinin yakaları kaymışsa, omuzlarını garip bir şekilde oynata oynata toplarmış sonra. Ya da, kravatı gevşemişse, gözlerini pörtletip çenesini havaya kaldırarak iyice sıkarmış. Bütün bunları yaptıktan sonra da, kendisine verilecek iş pır diye uçup gidecekmiş gibi, hızla koşarmış odalara doğru. Hem de, atletlere özgü bir kıvraklıkla hafifçe öne eğilerek öyle bir koşarmış ki, kapıları tıklatıp ne zaman içeri girdiği bile anlaşılamazmış.
Başkente yazılan mektuplardan satırı satırına haberdar olan o enseleri kütük kalınlığındaki yetkililer de, artık oyalamaya bile gerek duymadan, onu yılışık bir sokak köpeği gibi azarlayıp hemencecik kapı dışarı ederlermiş tabii. Dahası, kimi zaman yerlerinden fırlayıp içleri dosyalanmış kâğıt hışırtılarıyla dolu kocaman birer ağız halinde hiç üşenmeden kapı eşiklerine kadar çıkarlarmış da, dakikalarca süren haykırışlarıyla koridorları çın çın çınlatırlarmış.
Onlar böyle davrandıkça, belki inanmayacaksın ama, adam da adam olmaktan çıkıp yavaş yavaş oralarda gezinen paspal bir köpeğe benzermiş sanki. El kol hareketleri acayip bir havaya bürünüp günden güne tüylenirmiş sözgelimi, göz kapakları şişer, yüzündeki çizgiler gevşeyip konuşmalarının içine doğru sarkar, hatta giderek derinleşen bakışlarının kıyısında köşesinde de, insana koşuşan köpeklerin hızlarını hatırlatan ufacık ufacık rüzgâr kırıntıları uçuşurmuş. Bakanların saçlarını dalgalandıran, kırmızı dilli rüzgâr kırıntıları… İçlerinde de, kirli sokaklar olurmuş sanki bu kırıntıların, uzak uzak yankılanan bulanık havlamalar, telaşlı ayak sesleri, devrilmiş çöp bidonları ve arada bir kımıldanıp duran yırtık pırtık giysilerle çatıları muşamba kaplı alacakaranlık barakalar olurmuş. Esrarengiz kuşlar olurmuş sonra uzaklardan gelen ürkek ve karmaşık cıvıltılarıyla, yal çanaklarına akmış hırıltılar, güneşli çitler, duvar dipleri, kapı aralıkları ve ellerindeki sopalarla bu kapı aralıklarından fırlayıveren, her biri birbirinden korkunç iriyarı karaltılar olurmuş.
İşte, adamcağızın ruhu da solgun bir yaprak gibi gece gündüz çırpınır dururmuş bu görüntülerin içinde. Hatta, çırpınıyorum diye, hızını alamayıp kimi zaman adamın gövdesinden ayrıldığı bile olurmuş. Öyle ki, akşamları mesai bittiğinde adam öteki çalışanların arasına karışıp kederli adımlarla yavaş yavaş evinin yolunu tutarmış da, ruhu, eski kışla binasının içinde kalırmış çoğu zaman. Evet, tıpatıp bu adamın özelliklerini taşıyan uzun boylu, kimsesiz bir adam gibi orada kalır ve azap çekercesine, sabahlara kadar dağınık bir ağızla sürekli inlermiş. Geceleri nöbet tutan bazı memurlarla bazı teknisyenlerin dediğine göre, koridorlarda, kapı kapı gezinir dururmuş hatta bu ruh. Gezindiği de, üzerlerine basılmışçasına, eşik önlerindeki paspasların hafifçe esnemesinden belli olurmuş. Bir de, gecenin geç saatlerinde, beklenmedik bir şekilde kapı kollarının gıcırdamasından belli olurmuş tabiî. Hatta, her an ete kemiğe bürünecekmiş gibi gözüken gövde büyüklüğündeki bir sıcaklığın, iniltilerle birlikte sürekli yer değiştirip durmasından da belli olurmuş.
Bütün bunlar olup biterken, adam da ruhsuz ruhsuz öylece otururmuş evinde. Bakışlarını hasır yastıkların, perdelerin, halıların, dantellerin ya da minderlerin üzerinde bulunan herhangi bir noktaya dikerek, elinde sigara, hiç konuşmadan otururmuş. Ne zaman ağzını açıp karısına ya da etrafında zıplayıp duran çocuklarına bir şey söyleyecek olsa, hâlâ radyoevindeki yetkililerin karşısındaymış gibi, sesi bir tuhaf çıkarmış çünkü. Dahası, sadece tuhaf çıkmakla kalmaz, birkaç saniye sonra bu ses tıpkı köpek hırıltısına benzermiş. Hem de o kadar çok benzermiş ki, böyle zamanlarda evin neresine kaçacağını bilemezmiş adam. Bilemeyince de, ellerini kucağına yığarak, alev alev yanan kıpkırmızı bir yüzle, bulunduğu yerde öylece kalakalırmış.
Derken, işte, belli bir süreç tamamlanmış da her şey yerli yerine oturmuş gibi, bir gün ceketinin yırtmacından fırlayıp birdenbire kuyruğu da görünmüş bu adamın. Görününce de, önce acayip bir panik yaşanmış tabiî; koridorlar kırmızı birer haykırışa benzeyen yangın kovalarıyla birlikte sığınaklara, sığınaklar arşivlere, arşivler odalara, odalar da ayak sesleriyle dolup taşan merdiven boşluklarına doğru birkaç defa hızla gidip gelmiş. Eski kışla binası dediğim o yüksek tavanlı yapı, gördüğü onca kanlı baskına, isyana ve kargaşaya rağmen, hiç kimsenin beklemediği bu dehşet verici olay karşısında kendini tutamayıp ansızın irkilmiş bir bakıma. Ardından da, odalara bölünmüş kocaman bir göz halinde durup acaba şimdi neler olacak diye merakla bakmış.
O sırada kuyruk, adam yetkililerin kapısına doğru yürüdükçe uzuyor, uzadıkça süzülüyor, hatta süzülmekle de kalmayıp herkesin gözleri önünde soysuz bir ahenkle hafif hafif sallanıyormuş. Görüntüden oluşmuş yalın bir dille, durup dinlenmeden, ben buradayım ben buradayım diye haykırıyormuş sanki.
Adam elini kaldırıp kapılardan birini tıklattığında işte bu kuyruk biraz daha uzayıp biraz daha sallanmış da, ortalığa çeşitli kokular saçmış sonra. İnsanı hızla öğürme noktasına götürüp getiren, içleri iğrenç görüntülerin çağrışımlarıyla dolu, yıllanmış fare ölüsü gibi, tüylü tüylü kokularmış bunlar; kuyruğun hareketlerini belirleyen bulanık bir zamanın derinliklerinden çıkıyor, çıkınca havayı hafifçe dalgalandırıyor, sonra da iç içe geçmiş şeffaf bulutlar halinde koridorlara dağılıp hemen hemen her yere ulaşıyorlarmış.
Öyle ki, bu kokuları görünce radyoevindeki çalışanlar bir yandan ağızlarını burunlarını kapatıp bir yandan midelerini tutmuşlar da, kendilerini odalara dar atmışlar o gün. Atar atmaz da, gözlerini zihinlerinde kalan kuyruğun görüntüsüne dikip belki bu inanılmaz olay hakkında kekeme bir dille ellerini dizlerine vura vura saatlerce konuşmuşlar ama, dışarıdaki adamın bunlardan hiç haberi olmamış. Ertesi sabah çıkan abuk sabuk söylentilerden de haberi olmamış hatta, bu söylentilerin baş döndürücü bir hızla şehre yayıldığından, her yerde uluorta konuşulduğundan ve giderek dallanıp budaklandığından da haberi olmamış.
O günden sonra, zaten doğru dürüst hiçbir şeyden haberi olmamış bu adamın. Kendisinden yana bakıp kuyruğunu gören herkese düşman kesilmiş de, iki ayağı üzerinde yürüyen karanlık bir kutuya dönüşmüş sanki. Artık her sabah radyoevine hızlı adımlarla gelip kimseye selam vermeden doğruca yetkililerin karşısına çıkıyor, uzadıkça uzayan kuyruğunu eşiklerden toplayıp bin bir güçlükle ceketinin altına gizliyor, sonra da insanın yüreğini parçalayan hazin bir sesle akşam ezanı okunup bozacılar ortalığa dökülünceye dek, vallahi çıldırmak üzereyim, n’olur bana bir iş verin diye sürekli yalvarıyormuş. Şehrin içinde çalkalanıp duran söylentilere bakılırsa, kimi zaman cilvelerinden yanlarına varılmayan koca kalçalı dansözler gibi dizüstü çöküp şuh gülücükler eşliğinde gerdan kırdığı, kalkıp döne döne göbek attığı, ya da gözlerini süzüp omuzlarını titrettiği bile oluyormuş masaların önünde. Yetkililerin ellerini öpebilmek için, arsız çocuklara özgü bir hevesle kendini oradan oraya attığı bile oluyormuş sonra, varıp onların bacaklarına yaslandığı, ağzından burnundan acayip acayip sesler çıkardığı, ya da çeşitli şaklabanlıklar yapayım derken dengesini yitirip ansızın yere kapaklandığı bile oluyormuş.
Yetkililer de, bütün bunlar olup biterken, artık ağızlarını açıp tek kelime söylemeden öylece bakıyorlarmış ona.
Dahası, odalarında kimse yokmuş gibi kimi zaman bir yerlere telefon açıp kat kat dalgalanan geniş kahkahalar eşliğinde dangıl dungul konuşuyor, kimi zaman anlaşılmaz bir neşeyle ıslık çalıyor, kimi zaman da koltuklarına iyice yaslanıp yüzlerini tavandaki ahşap süslemelere doğru çevirerek, kenarından ıslak hırıltılar yükselen yarı açık bir ağızla saatlerce uyuyorlarmış.
Onlar böyle uykuya dalınca, adam kendini her defasında çok kötü hissediyormuş tabiî. Hem de öyle kötü hissediyormuş ki, elleriyle yüzünü kapatıp hemen oracığa çöküyor, sonra da şehrin her yanına yayılan alabildiğine çıplak ve ıssız bir sesle zırıl zırıl ağlamaya başlıyormuş.
Haydar gene şehre meydan okuyan uzun boylu bir hayalet gibi geldi, büfenin yanında durdu. Bu kez, üzerinde ceket yoktu nedense. Gözlerinde yanıp sönen pervasız parıltılar da yoktu hatta, ceplerinde koca koca taşlar, saçlarında çöpler, kulaklarında çiçekler de yoktu. İlk bakışta, insana çıplakmış gibi gözüküyordu bu yüzden. Dahası, kendisinden sıkılıp büyük bir gayretle başkası olmaya çalışmış da bunu bir türlü başaramamış, başaramayınca da orta yerde öylece kalakalmış gibi gözüküyordu. Sonra, işte böyle gözükürken birazcık ilerledi büfeye doğru. Gözlerini yan yana duran camların gerisindeki çikolata kutularına dikerek, onların parıltısında başka âlemleri görüyormuş gibi, adımlarına yansıyan sessiz bir sevinçle ilerledi.
Ben de, acaba bu kez neler olacak diye, elimdeki kalemle birlikte eğilip penceredeki demir parmaklıkların arasından dikkatle baktım o sırada.
Sonra, işte ben böyle bakınca Haydar durdu birden, ellerini ceplerine soktu, başını yere eğdi ve yavaş yavaş geri çekildi.
Hareketlerinden yansıyan tedirginliğe bakılırsa, korkuyordu sanki.
Ya da, düpedüz korkuyormuş numarası yapıyordu.
Yıllar önce de ölü numarası yapardı zaten, şehrin ve zamanın derinliklerinden gelip sessizce caddenin ortasına yatar, kolunu bacağını iki yana dağıtır, sonra da asfalta yapışmış zavallı bir gövde halinde yüzünü göğe doğru dönerek hiç kımıldamadan öylece dururdu. O saatte kaldırımdan gelip geçen insanlar da, bu çocuğa ne olmuş böyle, vah vah, bu çocuğa ne olmuş diye koşup hemencecik onun başına birikirlerdi tabiî. Sonra, car car öten korna sesleriyle birlikte otomobiller de birikirdi oraya; gürüldeyip duran koca burunlu dev kamyonlar, hıncahınç belediye otobüsleri, piyango bileti satan beyaz şapkalı yorgun adamlar, simitçiler, çocuklar ve sokak aralarından çıkıp gelen sarkık dilli köpeklerle uzun kuyruklu kediler de birikirdi. Ortalık ansızın pazaryerine dönerdi bir bakıma. Dahası, çok geçmeden bu pazaryerinin uğultusu çevredeki apartmanların boyunu aşıp dalga dalga bütün caddelere yayılırdı da, şehir insana çeşitli seslerden oluşan uçsuz bucaksız bir şeymiş gibi görünürdü.
Kalabalığın içinde gezinip duran bazı şom ağızlı çocuklar da, o sırada Haydar’ın gerçekten öldüğüne inanırlardı nedense. Hatta, hızlarını alamayıp kimi zaman öteki çocuklarla bu konuda bahse tutuşur, tutuşunca heyecanlanır, heyecanlanınca da gözlerini Haydar’a dikip acaba kımıldayacak mı diye hep birlikte suspus bakarlardı.
Sonra, işte onlar bir köşeye çekilip böyle bakarken hangi aklı evvel haber verirdi bilemiyorum ama, ellerinde telsizlerle, tabancalarını kalçalarının üstünde hoplata hoplata polisler de gelirdi oraya. Yüzlerinde, her an her yere yayılıverecekmiş gibi gözüken alabildiğine yoğun ve komik bir ciddiyet olurdu bu polislerin, bakışlarında bir kuşku, yürüyüşlerinde bir çalım, duruşlarında da ‘Ağrı Dağı’nı ben, Hasan Dağı’nı dedem yarattı’ diyen acayip bir hava olurdu. Derken, Haydar’ın başına üşüşen kalabalık yavaş yavaş açılırdı onları görünce. Neredeyse bir suçluluk duygusuyla, hem hantal gövdeler, hem kaçamak bakışlar, hem de iç içe geçmiş derin sessizlikler halinde açılırdı.
O sırada, polisler kalabalığın neden böyle davrandığını pekâlâ bilirlerdi de, kimse incinmesin diye bilmezlikten gelirlerdi sanki.
Sonra, işte bu bilmezlikten gelişlerini de ayrı bir süs gibi taşıyarak, insanların arasından geçip üniformalarıyla birlikte orta yere gelir ve orada soluk soluğa, zınk diye dururlardı.
Asfaltın üzerinde sessizce yatan Haydar da, işte o zaman can havliyle sıçrayıp ayağa kalkardı hemen ve herkesin gözleri önünde, kalçalarını kıvırta kıvırta oynamaya başlardı. Gözlerini süzüp aklından geçen müzik eşliğinde omuzlarını titrettiği de olurdu kimi zaman, dizüstü çöküp gerdan kırdığı, kalkıp inanılmaz bir ustalıkla göbek attığı, hatta parmak uçlarını dudaklarına dokundurup dokundurup kendisini seyreden insanlara, köpeklere ve kedilere doğru oldukça nazik ve ateşli bir şekilde öpücük dağıttığı da olurdu. Bu öpücüklerden nasibini alan polislerin suratları kıpkırmızı kesilirdi o sırada. Sonra, kıpkırmızı kesilen bu sert çizgili suratlarla koşup hem gar binasının önündeki trafiği aksattığı, hem de kendilerini boş yere meşgul ettiği için polisler Haydar’ı orada bir sokak köpeği gibi kıskıvrak yakalamaya çalışırlardı ama, ne yaparlarsa yapsınlar, bunu kolay kolay başaramazlardı.
Haydar, karşısına çıkan engellerin arasından tıpkı bir su, tıpkı bir ışık, ya da tıpkı bir hayalet gibi şaşılası bir hızla akıverirdi çünkü.
O böyle oradan oraya akıp peşindeki polisleri çaresiz bırakınca, kalabalık da her defasında hakarete uğramışçasına korkunç bir öfkeye kapılırdı. İnsanlar, ağızlarını sımsıkı kapatarak bir süre burunlarından soluk alıp verirlerdi bir bakıma. Hemen ardından da, Haydar’ı yakalayıp polislere teslim edebilmek için, birbirleriyle kıyasıya yarışırlardı. Kimileri tavuk yakalamaya çalışır gibi kollarını iki yana açarak, komik bir şekilde ortalıkta badi badi gezinirdi böyle zamanlarda, kimileri ha bire bağırıp çağırarak sağa sola anlaşılmaz komutlar verir, kimileri el ele tutuşarak kocaman bir çember oluşturur, kimileri de polislerin kıçına takılarak, onlarla birlikte oradan oraya koşar dururdu.
Herkes bir avcıya dönüşürdü sanki.
İşte o zaman ok vızıltısına benzeyen oldukça yaşlı ve insafsız bir rüzgâr da gelir, ortalıkta yavaş yavaş gezinmeye başlardı. Sırıklara bağlanmış sivri uçlu taşların ağırlığı da olurdu bu rüzgârın içinde. Acı ıslıklar eşliğinde gidip aniden vahşi hayvanların dalgınlığına saplanan mızrakların uzunluğu da olurdu sonra; ormanların uçsuz bucaksız karanlığı, göğe doğru yükselen kıvrak dilli ateşlerin sıcaklığı ve ıssız bir zamanın insana çok uzaklardaymış gibi gözüken, etrafı korkunç böğürtülerle çevrili, dillere destan genişliği de olurdu. Haydar’ın peşine düşen insanlar sadece orada bulunan otomobillerle kamyonların değil, farkına bile varmadan, biraz da bu görüntülerin ardında koşarlardı bir bakıma. Okların vızıltısını tekrarlayarak, hayali haykırışlar eşliğinde, neredeyse mızrakların hızına denk bir hızla koşarlardı.
Ne yaparlarsa yapsınlar, Haydar karşısına çıkan engelleri yine aşar ve oradan oraya yine akardı tabiî. Üstelik, bir yandan işte böyle görülmemiş bir hızla akarken, bir yandan da peşindeki insanlarla dalga geçercesine arada bir durup çeşitli şaklabanlıklar yapardı. Kimi zaman sağ elini bileğinden tutarak, boşlukta, azgın bir erkeklik organı gibi hayasızca sallardı sözgelimi; kimi zaman kocaman dişleriyle sırıtır, kimi zaman dil çıkarır, kimi zaman da elleriyle yüzünü kapattıktan sonra hemen oracığa çökerek, herkesi geri püskürten oldukça dokunaklı ve bulanık bir sesle zırıl zırıl ağlamaya başlardı.
Sonra, adamcağız işte böyle zırıl zırıl ağladıkça, her hünerini sergilemeye çalışan bir sirk maymunu gibi çeşitli şaklabanlıklar yaptıkça, ya da haysiyetini maysiyetini bir kenara bırakıp oralarda ar damarı çatlamış mecalsiz bir dilenci edasıyla eğilip büküldükçe, işler de büsbütün sarpa sarmış tabiî. Bir kere, gün gelmiş, sadece kendisini değil, kendisiyle birlikte bütün insanlığı da küçük düşürdüğünü söyleyerek, radyoevindeki çalışanlar ona kaşlarının altından neredeyse tehditkâr bir ifadeyle bakmaya başlamışlar. Zaman zaman insana çamurluymuş gibi gözüken boğuk homurtular eşliğinde, aniden yanına yaklaşarak topuklarının dibine tükürenler olmuş hatta bu yüzden. Zaman Zaman, bir araya gelerek onun karşısına geçip dizlerini döve döve gülüşenler olmuş. O iş istemek için yetkililerin odasına girince, çocuksu bir hevesle koşup kapılara birikenler olmuş sonra; ellerini içeriye uzatıp ansızın kuyruğunu tutanlar, tutunca kökünden koparacakmış gibi asılanlar, asılırken de tıpkı huysuz ve inatçı bir hayvana hitap edercesine, ağızlarından anlaşılmaz sesler çıkaranlar olmuş.
Bu arada, yetkililer de, giderek uzaklaşmışlar adamdan.
Hatta, uzaklaşıyoruz diye o sevimsiz suratlarıyla birlikte uzaklık denen şeyin en uzak noktasına kadar gitmişler de, orada her yanı kalın kalın buzullarla kaplı, kocaman birer dağa dönüşmüşler. Öyle ki, atık ne kadar çaba sarf edilirse edilsin, sesler de, bakışlar da, hamleler de ulaşamaz olmuş onlara Sabahtan akşama dek kapı kapı dolaşarak bana bir iş verin diye yalvarıp duran adamcağız da, işte o zaman orada hepten çaresiz kalmış. Kendi kelimelerinden oluşan zifiri karanlığın içinde, ne yapacağını bilememiş açıkçası. Bilemeyince de, ne yapsın, yorgunluktan titreyen o upuzun bacaklarıyla yönünü şaşırmış divaneler gibi sendeleye sendeleye gitmiş, koridorun bir köşesine sessizce oturmuş. Hatta, gözlerini taş duvarlara dikerek, büyük bir sabırla hiç kımıldamadan, konuşmadan ve baktığı şeyleri görmeden aylarca beklemiş o köşede. Bekledikçe, şekli de günden güne değişip o köşenin şekline benzemiş sanki, sessizliği o köşenin sessizliğine, uzaklığı o köşenin uzaklığına benzemiş. Hem de o kadar çok benzemiş ki, artık onu kimse görememiş orada; radyoevindeki çalışanlar birbirleriyle konuşarak, solgun ve telaşlı gölgeler halinde yanı başından geçip geçip gitmişler.
Sonra, yetkililerin dikkatini çekip meramını bir kez daha anlatabilmek için, birazcık utansa da, ceketinin altından kuyruğunu çıkarıp yavaş yavaş sallamaya başlamış bu adam. Hatta, bu kuyruk upuzun bir yılan gibi olanca haşmetiyle gözler önüne serilsin de masaların gerisinde oturan o taş kalpli adamları çarçabuk etkilesin diye, zaman zaman tutup ceketinin eteğini kıpkırmızı bir yüzle yukarı doğru kaldırdığı, yerinden fırlayıp kuyruğunun ağırlığına dolanan hantal adımlarla ortalıkta defalarca volta attığı, ya da oralarda bulunan bazı eşyalara toslayıp bile isteye gürültü çıkardığı ve çıkardığı gürültüden daha gürültülü bir sesle bağıra çağıra özür dilediği bile olmuş ama, yetkililer onun bu yeni marifetleri karşısında nedense yine sessiz kalmışlar.
Zerre kadar tınmamışlar da, hemen oracıkmış gibi gözüken ulaşılmaz ve anlaşılmaz bir uzaklığın ötesinde, öylece oturmuşlar bir bakıma.
Adam da, umudunu büsbütün yitirmiş işte o zaman ve ağzını açıp tek kelime bile söylemeden, yetkilileri oracıkta bırakarak, kuyruğunu sürükleye sürükleye çekmiş gitmiş.
Merhaba bu sayfayı daha önce ziyaret ettiğin için bu kitabı okumuş olabileceğini düşündük. Dilerseniz yeni kitaplara göz atabilir ya da rastgele bir kitap seçebilirsin. Aşağıdaki kutucuğu kullanarak hızlı bir arama da yapabilirsin.
Uykuların Doğusu kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Uykuların Doğusu
Edebiyat
Ödüllü
Roman
Yazar: Hasan Ali Toptaş