Tüm yaşamı yollarda geçen ve yine yollarda sona eren bir göçebenin hikayesi Knulp. Canının çektiği yere “konan”, ama çok duramayıp yine “uçan” bir özgür ruhun kısacık destanı.

Hermann Hesse’ye göre, Knulp gibi figürlerin “kimseye yararı dokunmasa da, yararı dokunan kimilerine oranla çok daha az zararı dokunur. Knulp gibi yetenekli ve hayat dolu insanlar, yaşadıkları çevrede kendilerine yer bulamıyorlarsa, bunda onlar kadar çevreleri de suçludur.”

Hesse, tıpkı Knulp gibi, uzun yürüyüşlere çıkmaktan ve doğayla baş başa kalmaktan hoşlanan biriydi. Bu anlamda onun ruhunun uçarı yanını da simgeleyen kitap, bu öykülere ek olarak, Hesse’nin ölümünden sonra gün ışığına çıkan iki fragmanı da içeriyor.

Hesse’nin ilk dönem düzyazıları içinde ışıldayan küçük bir mücevher Knulp.


KNULP

ÖNSÖZ

Bugünkü Almanya’nın en ünlü yazarlarından biri olan Hermann Hesse, 2 Temmuz 1877’de Württemberg Karaormanları’ndaki, yapıtlarının çoğunda karşılaştığımız gibi Knulp’da da rastladığımız, Calw kasabasında doğdu. Ataları, baba tarafından Baltık kentlerinden, anne tarafından da Batı İsviçreliydiler. Babası uzun zaman Hindistan’da misyonerlik yapmıştı. Annesi de Doğu Hindistan’da büyümüştü. Böylece uzak dünyaların genişliğiyle küçük kasabaların biçimsel dindar kentsoylu yaşantısının darlığı daha dedelerinin yaşamında birleşmiş ve kaynaşmış bulunuyordu. Beş yaşından dokuz yaşına kadar ailesiyle birlikte Basel kentinde yaşadı. Ondan sonra aile yine Calw’e döndü. Babasının rahiplik uğraşına girmesi gerektiği için Hesse Maulbronn’daki, bir zamanlar Hölderlin’in de gittiği, Manastır Okulu’na yazıldı. Ancak inatçı bir oğlan olduğu için okulun havasına ve öğretmenlere bir türlü ayak uyduramadı ve kısa bir süre sonra oradan kaçtı. Maulbronn yatılı okulundaki üzüntülerini ve savaşımlarını, sonraları “Unterem Rad” (Çarkların Arasında) adıyla yayınladığı öğrenci öyküsünde çok güzel anlatır. Bu öyküde yetenekli, ince duygulu, kolay kırılan bir çocuğun, öğretmenlerinin anlayışsızlığı ve babasının anlamsız tutkusu yüzünden nasıl mahvolduğu betimlenir. Okuldan kaçtıktan sonra Hesse’nin içsel şaşkınlıklar ve umarsızlıklarla dolu, yarar sağlamayan, kısa süreli çalışma denemeleri gelir. Tübingen ve Basel’de tüccarlık, makinistlik, kitapçı çıraklığı gibi işleri dener. Kendisine çok çabuk ün ve ad kazandıran ve serbest yazar olma olanağını veren ilk yapıtlarını Basel’de yazmıştır. Bundan sonra Bodensee’nin küçük bir kasabası olan Gaienhofen’a yerleşir. Sekiz yıl kadar orada oturur ve yine orada evlenir. 1912’de Bern’e gider ve Birinci Dünya Savaşı’nı İsviçre’de geçirir. 1921 yılında ise İsviçre uyruğuna geçer. 1919’da da Lugano Gölü yakınındaki sessiz Montagnola kasabasına çekilir. 1946’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü alır.

Hesse’nin ilk yapıtlarının bütünüyle lirik, coşumcu bir havası vardır. Çok kişinin, yazdıklarının en güzelleri ve en kalıcıları saydığı şiirlerinde de aynı hava bulunur. Hesse’nin şiirlerinde Jean Paul’ün, Hölderlin’in, Brentano’nun ve Alman coşumcularının yeniden keşfettiği halk şiirlerinin yankıları vardır: Canlandırılmış doğa, ince, üzünçlü bir havayla örtülü ruh durumlarının değişmeleri, yaşama özlemi ve yazgısına boyuneğme – işte onun ilk yapıtlarının iç dünyası bunlardır.

Hesse ilk olarak bir gelişim romanı olan ve bazı bakımlardan Gottfried Keller’in deyişini anımsatan “Peter Camenzid” (1904) adlı yapıtıyla ün kazandı. Bu romanın kahramanı dünyaya açılır, dünyanın hayhuyunu alaycı bir edayla görüp, yaşayıp seyrettikten sonra, yazgısına boyun-eğerek İsviçre’deki köyüne döner. Yaşama isteği ve yaşama korkusu, aşk gereksinmesi ve içli bir doğa duygusu, kendi öz varlığının yasalarına karşı gelme ve dayanma: İşte bu romana biçim ve anlamını veren özellikler bunlardır.

Birinci Dünya Savaşı’na kadar yazdığı öykülerinde Hesse çok okunan, bazı yönlerden Gottfried Keller’in izinde yürüyen, içerik ve deyiş bakımından tutucu, ince duygulu bir yurt şairi olarak kalmıştır: “Getrud” (1911); “Nachbarn” (“Komşular”, 1908); “Umwege” (“Dolambaçlı Yollar”, 1912). Bu yapıtlarda güzel, yalın bir deyişin insanı saran güçlü havası içinde, köşesine çekilmiş, çoğu kez bir sanatçı yaradılışında, içsel savaşımlar veren, yaşama ayak uyduramamış insanlar betimlenir. Bu ilk dönemdeki yapıtların kaynağı, bitip tükenmez çocukluk anılarıyla yurdunun kırları ve görünümleridir ve Schwab-Aleman kökünden gelme insanların oturduğu yurt parçasına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu yapıtlardaki sanatçı tipleri gibi, “Bir Hindistan Yolculuğu”nda da (1913) yine acı çeken, çağına karşı savaşım veren çağdaş insanın perişanlığı gibi sorunlar görülür.

1908 ile 1915 arasında yazdığı ve bu küçük kitapta dilimize çevirdiğimiz, şirin, sevimli bir serseri olan Knulp’la ilgili üç öyküde de yine bu eski konuyu bir kez daha işler. Burada da içi özlemle dolu, hem dünyadan sarhoş, hem de dünyanın acısını taşıyan, hiçbir yerde duramayan, her yeri kendine yurt edinmiş, ama hiçbir yerde yurdunu bulamayan, gündelik kentsoylu yaşamının dışında kalmış, huzursuzluktan ve kendi gönlünün isteklerinden başka hiçbir şeye bağlanamamış, yalnızca kendi öz yaşamını yaşamış ve kendi öz ölümüyle ölmüş bir gezginin, bir serserinin yaşamı betimlenmektedir. Knulp, bütün üzüncüne ve yazgısına boyuneğmiş havasına karşın yine de Hesse’nin ilk döneminin henüz şifa bulabilir, şifa kabul eder dünyasıyla, öteki, özellikle de Birinci Dünya Savaşı’nın korkunç etkileriyle ortaya çıkmış olan sonraki dünyasının tam sınır çizgisi üzerindedir. Bu ikinci dünya, Hesse’nin sonraki yapıtlarının, savaşımlarının, acılarının ve bunları yenme çabalarının konusu olmuştur.

Hesse, savaşı insanlık ve Avrupa uygarlığı için korkunç bir yıkım olarak kabul eder.

Hermann Hesse, 1919 yılında Emil Sinclair takma adıyla “Demian” romanını yayınladı. Bu roman altüst olmuş, durmadan arayan ve savaşan bir gençliğin romanıdır. Bu gençlik için, her türlü umarsızlığı ve şaşkınlığı içinde değişmeyen, dayanan bir tek buyruk, bir tek istek vardır: Bütün karanlık ve aydınlık yönleriyle kendi öz varlığını ortaya çıkarmak; iyiyle kötünün, bulanıklıkla berraklığın, maddi tutkularla ruhsal dinginliğin ayrılıklarının ortadan kalktığı ve birleştiği yaşamın gizli tanrısallığını arama cesaretini ve gücünü göstermek. Bu roman henüz doğmakta olan Alman Gençlik Devinimi üzerinde eşi görülmemiş bir etki yaptı. Hesse giderek Freud’un araştırmaları ve bilinçaltı buluşlarıyla büyülenmişti. Sorguları, aramaları, denemeleri daha kökten, daha derin, daha pervasız olmaya başlamıştı. 1920 yılında “Klingsors letzter Sommer” (Klingsor’un Son Yazı) adı altında topladığı üç öyküsünde, Hesse’nin ilk dönemlerinin hulyası, düşü ve coşumculuğu kaybolmuştur. Uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar daha keskin, daha umarsız, daha yıkıcı olmuştur. Bir Hint söylencesi olan “Siddharta”da (1922), çağdaş insanın bunalımının dinsel bir bunalım olduğu açıkça gösterilir. Sanatın ve sanatçının en büyük ödevi “her şeyin arkasındaki Tanrı’yı göstermektir”. Ancak çağdaş insanın asıl içler acısı gelişmesi, şunda da yankısını bulur ki, bundan sonra yazarın bir yapıtı bir başka yapıtıyla hep taban tabana karşıt gibi gözükür. Yaşamı bir temaşa olarak benimseyen Siddharta’nın Hint etkisiyle yüklü hikmet ve özgeçi (feragat) felsefesiyle ruhsal dinginliğinin karşısına şair, hiçbir kayıt tanımayan, bütün yanılsamaları kırıp yok eden, sapına kadar bireyselci, her türlü “bir örnekliğin” can düşmanı, aynı zamanda en parlak, en yıkıcı ve kendi içini en iyi anlatan yapıtı “Steppenwolf”u (Bozkır Kurdu) çıkarır. Ruhla beden, perhizcilikle şehvet insanoğlunun uzlaştırılması, birleştirilmesi mümkün olmayan karşıt güçleridir. Kentsoylu toplumunun bu ana karşıt güçler için çektiği korunma setleri, bu yapıtta kökünden ve çekinmeksizin yıkılır. Ancak buna karşın bu romanda da yine, bu toptan hiççi yıkıcılığın ve bozgunculuğun üstüne çıkmaya uğraşılır, sonunda da bu ikiliğin üstünde, ona anlam veren daha yüksek bir birliğin varlığı duyumsanır ve onun özlemi çekilir. Hesse bir yeri geldiğinde “Zamanın putlarının yerine bir inanç koymak gerektir. Ben öteden beri bunu yapmaya çalıştım. ‘Bozkır Kurdu’ndaki Mozart, Ölümsüzler ve Sihirli Tiyatro’nun anlamı budur. ‘Demian’ ve ‘Siddharta’da da aynı değerler başka bir adla adlandırılmışlardır” der. Hesse’nin, kendisini şiddetle üzen ağır sorunları “humor”un ölçülü, geniş perspektifiyle de ele alabilecek içsel bir özgürlüğü olduğuna “Kurgast” ve “Nürenberger Reise” (Nürenberg Yolculuğu) adlı yapıtları birer örnektir.

Hesse’nin en tanınmış yapıtlarından biri olan “Narziss und Goldmund” (Narziss ve Goldmund) da, bütün ötekiler gibi bir ruh yaşamöyküsüdür. Yaşanıp denenen yaşamsal güçlerin karşıtlığı konusu, buradaki iki dostun anlatısında yeniden işlenir. Bu dostlardan biri tümüyle ruh olmuş, her türlü maddi zevkten sıyrılmış Narziss, ötekiyse su katılmamış bir zevk insanı ve sanatçı olan Goldmund’dur. İkisinin de birbirine gereksinimi vardır, yan yana büyümüşlerdir. Ancak bunların, ne yazık ki asla gerçekleşemeyecek birlikleri, insanoğlunun öz anlamının gerçekleşmesi olurdu.

Hesse’nin yazınsal başarısı, ütopik bir gelecek romanı olan “Das Glasperlenspiel” (“Boncuk Oyunu”, 1943) adlı yapıtıyla en yüksek noktasına ulaşmıştır. Bu yapıt öyle bir manevi dünyanın hulyasıdır ki, orada, Kastalia’nın “Pedagoji Ülkesinde”ki keşişler gibi dünyaya kapalı, arınmış, büyük ve deneyimli ruhlar, tertemiz, evrensel bir dille, insanoğlunun sanat ve bilim alanında yarattığı en yüksek düşünceler ve yapıtlar arasında ilişki kurup birbiriyle karşılaştırırlar. Ancak burada da kahraman, sonunda insanı şaşırtan bir davranışla bu yüksek, seçkin ve kendi kendine yeten çevreyi bırakıp gider. Çünkü dünyaya yönelmiş, iş yapan, devinen, acı çeken ve seven, âşık olan yaşam biçiminin de yadsınamayacak, silkilip atılamayacak bir gerçekliği, kendine göre bir değeri olduğunu anlamıştır.

Böylece Hermann Hesse de, yapıtlarının hiçbir yeri kendine yurt edinemeyen huzursuz kahramanları ve bunlardan biri olan ”Knulp”u gibi, durmadan dolaşmış, durmadan yollara düşmüş, durmadan aramış, ancak hiçbir zaman, hiçbir yerde bir erince, bir sonuca ulaşamamıştır. Ve işte böyle biri olduğu için, olmuş bitmiş biri değil de, gerçek bir arayıcı olduğu için, bütün yaşamı ve yapıtları boyunca, bunalımlar ve umutsuzluklarla dolu bu çağın bir sürü arayanına ve umarsızına bir yardımcı, bir yoldaş, onların iç dünyaları için gerçek bir ayna olmayı başarabilmiştir.

KNULP’UN YAŞAMINDAN ÜÇ ÖYKÜ

İLKYAZ BAŞLANGICI

1890’lı yılların başında Knulp dostumuz bir kezinde haftalarca hastanede yatmak zorunda kalmış, çıktığı zaman da şubat ayının ortaları olmuştu. Havalar öyle kötüleşmişti ki, birkaç günlük yürüyüşten sonra yeniden ateşi çıkmış, sığınacak bir yer düşünmek zorunda kalmıştı. Knulp hiçbir zaman dostsuz kalmamıştı. O yörelerin hemen her kentinde bir dost, bir arkadaş evi bulması kolaydı. Fakat bu işte öylesine gururluydu ki, bir dostundan herhangi bir şey kabul etmesi, dostu için âdeta bir onur sorunu olurdu.

Bu kez de aklına Laechstetten’deki dabağ Emil Rothfuss geldi ve hemen gidip akşamın yağmuru ve rüzgârı içinde, kilitlenmiş kapısını çaldı. Dabağ Rothfuss üst katın panjurunu azıcık aralayıp karanlık sokağa doğru bağırdı: “Kim o, daha sabah olmadı.”

Eski dostunun sesini duyar duymaz Knulp, yorgunluğuna karşın canlandı. Aklına yıllarca önce, dört hafta kadar Emil Rothfuss’la birlikte yolculuk ettikleri sırada yazdığı birkaç dize geldi. Onları yukarıya, pencereye doğru okumaya başladı:

“Bir lokantada

Yorgun bir gezgin oturur

Bu oturan

Kaybolmuş oğuldan başka kim olabilir?”

Dabağ Rothfuss panjuru hızla itti ve pencereden iyice sarktı.” Knulp sen misin, yoksa bir hayalet mi?”

“Benim!” diye bağırdı Knulp. “Sen de merdivenlerden inip aşağı gelsene. Yoksa pencereden mi gireyim?”

Arkadaşı sevinç içinde, ivedi aşağı inip kapıyı açtı. Elindeki tüten gaz lambasını gelenin yüzüne tutup öyle aydınlattı ki, öbürü gözlerini kırpmak zorunda kaldı.

“Hadi içeriye gel!” diye coşkuyla bağırdı ve arkadaşını kolundan tutup eve soktu. “Anlatacaklarını sonra anlatırsın. Akşam yemeğinden kalma bir şeyler var, yatak da var. Hay Allah! Şu berbat havada! Bari doğru dürüst ayakkabın var mı?”

O bir yanda sorup şaşıradursun, Knulp merdivende pantolonunun kıvrık paçalarını dikkatle indirdi, dört yıldır girmediği evin merdivenlerini yarı karanlıkta güvenle çıktı.

Yukarı çıkınca, oturma odasının kapısının önünde sofada bir an durdu, kendisine içeri girmesini söyleyen dabağ Rothfuss’un elini tutup çekti ve ona:

“Bana baksana” diye fısıldadı, “artık evlisin, değil mi?”

“Ee, elbette.”

“İşte onun için. – Biliyor musun, karın beni tanımıyor; belki hoşuna gitmez. Sizi rahatsız etmek istemem.”

“Rahatsız etmek de ne demek!” Rothfuss güldü, kapıyı ardına kadar açtı ve Knulp’u aydınlık odaya soktu. Odada büyük bir yemek masasının üstünde, üç zincirle kocaman bir gaz lambası asılıydı. Havada hafif bir tütün dumanı kımıldıyor ve ince şeritler halinde ısınmış lamba şişesine doğru akıyor, orada telaşla kıvrıla kıvrıla yukarı doğru çıkıp yitiyordu. Masanın üstünde bir gazete ve içi tütün dolu, domuz derisinden bir kese duruyordu. Yan duvarın önündeki küçük, dar kanepeden de evin hanımı, sanki uyuklarken rahatsız edilmiş de bunu belli etmek istemiyormuş gibi, yarım ve şaşkın bir neşe içinde sıçradı. Knulp, güçlü ışıktan kamaşmış gibi bir an gözlerini kırptı, kadının açık gri gözlerine baktı ve ona nazik bir tavırla elini uzattı.

Usta gülerek “İşte karım” dedi, “bu da Knulp, arkadaşım Knulp. Biliyor musun, ondan çok söz etmiştik. Tabii bizim konuğumuz. Çırak yatağını ona veririz. Zaten boş duruyor. Ama ilk önce birlikte bir meyve şarabı içelim, Knulp da bir şeyler yesin, biraz ciğer sucuğu kalmıştı, değil mi?”

Usta’nın karısı dışarı koştu. Knulp arkasından baktı ve yavaşça:

“Biraz korktu galiba” dedi. Fakat Rothfuss bunu kabul etmek istemedi.

“Çocuğunuz yok mu?” diye sordu Knulp.

Bu arada kadın içeri girmişti. Kalaylı bir sahanın içinde sucuk getirdi. Ortasında yarım kara ekmek bulunan ekmek tahtasını da yanına koydu. Ekmeğin kesik yeri aşağı doğru konmuştu, tahtanın yuvarlak kenarına da boylu boyunca şu yazı kazılmıştı: “Bize bugün günlük ekmeğimizi ver.”

“Biliyor musun Lis, biraz evvel Knulp bana ne sordu?”

“Bırak canım” diye karşı çıktı Knulp ve gülerek Rothfuss’un karısına döndü, “izin verirseniz” diyerek önüne koyduğu yemeklere uzandı. Ancak Rothfuss lafı bırakmadı: “Çocuğumuz yok mu? diye sordu Knulp.” Kadın gülerek “Hadi sen de!” dedi ve hemen oradan uzaklaştı. O dışarı çıkınca “Yok mu?” diye sordu Knulp. “Hayır, daha yok. Karım, daha erken diyor. Hem biliyor musun, ilk yıllar için böylesi daha iyi. Ama hadi bakalım sen başla, afiyet olsun.”

Bu arada kadın gri ve mavi renkli, sırlı şarap testisini getirdi, yanına da üç tane bardak koyup doldurdu. Bu işi ustaca yapmıştı, Knulp onu seyrederek gülümsedi.

“Sağlığına, eski dost” dedi Usta ve bardağını Knulp’a uzattı. Ama Knulp ince bir adamdı. “Önce hanımların sağlığına” dedi. “Yüksek sağlığınıza Frau Rothfuss! Sağlığına, yaşlı adam.”

Bardakları tokuşturdular ve içtiler. Rothfuss sevinçten uçuyor, karısına gözüyle işaret edip arkadaşının ne kadar kibar tavırları olduğunu, onun da bunu fark edip etmediğini soruyordu.

Kadın bunun farkındaydı.

"

Knulp kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Knulp (1915)

Knulp

Edebiyat
Yazar: Hermann Hesse  
İlk Basım: 1915
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları