Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan insanların sıra dışılığı, bilinen hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere. İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak. İhsan Oktay Anar, bu yeni düşüyle sizleri bir kez daha şaşırtacak. Çizgilerde değil kürelerde gezinecek, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk edeceksiniz. Alışık olmadığınız bu dünyanın kapısından girdiğinizde âşinalık hissedecek, sadeliğin ihtişâmına teslim olmanın rahatlığıyla kendinizi akışta yolculuk ederken bulacaksınız.
Aklıyla olduğu kadar gözleriyle de gördükleri kendisine fazlaca ağırlık vermiş olacak ki Ulu Hakanımız havagazı lambasını kapattı ve o karanlıkta bir sâyepüşun altındaki yaldızlı koltuğa oturdu. Gecenin o saatinde hâlâ, ipek gömleği, kruvaze yeleği, siyah redingotu üzerindeydi. Fesini çıkardı ve sinâmeki şurubu dolu billûr bardağa uzandı. Besmele çektikten sonra bardağı dikip son damlasına kadar içti. Bu esnâda nedense sol eli başının tepesindeydi. Ulu Hakanımız ilacını içtikten sonra Cenâb-ı Hakk’tan şifa niyâz eyledi. Çünkü sadece kendisine ait helâ-yı hümayunun müstahdem tarafından temizlenmesine dört gündür gerek kalmıyordu. Yıldız’dan, Efendimiz’in peklik denilen bela-yı muazzamadan mustarip olduğuna dâir bir şayia yayılması bir faciâ olurdu. Bereket versin ki müstahdem, şâyân-ı itimat bir helalzadeydi. Ancak Efendimiz onun, temizliğinden mesul olduğu ayakyolunu bizzat kendi hacetini de def etmek için ara sıra sûistimâl ettiğinden şüphelenmekteydi. Ne var ki Hakanımız’ın tasası elbette ki sadece bu değildi. Hafiye taifesi ve sansür yoluyla kullarının akıllarını kullanmalarına kısıtlama getirdiğinden, onlar adına her şeye şimdi bizzât kendi karar vermeye mecburdu.
Taşıdığı bu kurşun gibi yükle, oturduğu koltukta Hakanımız gözlerini yumdu. Belli ki beynelminel meseleler üzerine derin bir tefekküre dalmıştı. Derken kulağının dibinde bir ses işitti:
“Yı!.. Yyyyı!.. Yyyyyyyyyyyyyyı!.. Yyyı!.. Yı!..”
Efendimiz gözlerini açtı. Redingotunun mendil cebinden kibritini çıkarıp çaktığında, salondaki altun yaldızlı devâsâ mobilyalar bir an ışıldadı. Ağır ağır yerinden doğrulan Ulu Hakan, Rejans üslûbundaki saatli yazı masasına doğru ilerledi. Saatin yanındaki, üç atlant ile temsil edilen üç kollu gümüş şamdandaki mumları teker teker yaktı ve usulca, masanın maun sathındaki bambu sinek raketine doğru uzandı. Tefekkürünü bölen lânet hayvanı telef etmeye kararlı görünüyordu. Sol elinde şamdan ve sağdakinde raket olduğu hâlde karanlığa kulak kabarttı.
Efendimiz salonda ağır ağır ilerlerken mumların titreyen alevinde sedef ya da bağa kakmalı konsollar, bronz yâhut altun kaplama koltuklar ve iskemleler, oymalı ve tezyînatlı komodlar, dolaplar ve çıragpâlar, ışıl ışıl parlayıp parlayıp sönüyorlardı. Nihâyet salonun diğer ucunda, kenarları yılankavi görünen tuhaf ve devâsâ bir masa seçilmeye başladı. Ulu Hakan işte bu koskoca masaya iyice yaklaştı ve ansızın üst dişleriyle alt dudağını hınçla ısırdı ve raketi kaldırdı! İtalyan heykeltıraş Valeriyani tarafından aslının yedi yüz ellide biri mikyasında yapılan Dersaadet maketi, Ayasofya’sı, Bâbıâlî’si, Galata Kulesi, tüm câmileri, tüm kiliseleri, tüm havralarıyla birlikte, hattâ tüm çeşmeleri, tüm dâireleri, garları, atlı tramvayları, postahâneleri, tersânesi ve irili ufaklı bütün binâlarıyla birlikte, aslına tamamen uygun olarak, raketin altındaydı! Hattâ heykeltıraş, yollardaki ve binalardaki insanları bile es geçmemiş, kadını erkeği, hafıyesi zaptiyesi, ulemâsı şuarâsı, fukarası, delisi divanesi, fın kopili ile onları da bu dev şehir maketine katmıştı. Ayrıca atlar ile onların çektiği arabalar, ve sokak köpekleri bile unutulmamıştı.
Raket biraz daha kalktı. Aşağı yukarı Babıâli’nin üzerindeydi. Sivrisineği daha iyi görebilmek için Efendimiz ışığı yaklaştırdı. Evet! Bu lanet mahlûk, Eminönü’ne inen yokuşun solundaki iki katlı kâgir binanın duvarına konmuştu. Burası bir matbaaydı ve pencerelerinden giren ziyâ, içeride ertesi günkü gazeteyi dizmekle meşgûl mûrettiplerin yüzlerindeki korkuyu aydınlatıyordu. Raket tam iniyordu ki melûn sinek havalanıverdi ve Süleymaniye Câmii’nin arkasında, üç katlı bir cumbalı evin ön duvarına kondu. Ulu Hakan mumların ışığında bu duvarı dikkatle inceledi. Sineğin hemen sağındaki kafessiz pencereden evin haremine bir baktı. İçerideki, kadınıyla cimada olduğu halde müstakbel ve muhtemel veledinin Salihlerden olması için dua okurken korkudan donup kalan adamcağızı gördüğü anda sivrisinek yine uçtu ve bu kez Ayasofya semtinde bir kaşanenin çatısına yakın bir yere konuverdi. Efendimiz şamdanı kaldırdı ve çatı katını inceledi. Burada bir pencere seçince gözünü yaklaştırdı. İçerideki sedirde bir delikanlı kitâp okuyordu. Anlaşılan bu kitâp Erzurumlu İsmail Hakkı Efendi’nin Marifetnâme‘si idi. Ama Hünkârımız dikkatle bakınca, delikanlının yâhut dinamitörün, bu kitâbın arasına Paris’ten postalanmış bir ihtilâl beyânnamesi koyduğunu fark etmişti. Aksi gibi sinek yine havalanmıştı. Melûn hayvan, Haliç üzerinde epey bir dolandıktan sonra Cadde-i Kebir’de bir apartmanın dördüncü kat duvarına kondu. Ulu Hakanımız soluğunu tutmuştu. Avını kaçırmak niyetinde değildi. Yüzünü hedefine doğru yaklaştırdı. Balkon penceresinden içeride, bir duvar piyanosu başında orta yaşlı bir bey görünüyordu. Efendimiz piyanodaki partisyona bakınca, “c.h.o.p.i.n.e.t.u.d.e.n.o.2” işaretlerini okudu. Aksilik bu ya! Raket tam iniyordu ki melûn sinek yine uçtu. Bu kez Dolmabahçe’nin yukarısına yöneldi ve kremalı pastayı andıran bir sarayın duvarına kondu. Hakanımız, bu kez sineği kaçırmak niyetinde değildi. Raketi kaldırıp lânet hayvana baktı. Bir pencerenin yanındaydı. Buradan içerisi görünüyordu. Efendimiz içeri bakınca bir elinde üç kollu şamdan, diğerinde de havaya kaldırılmış bir sinek raketi olduğu halde tuhaf bir âdemoğlunu gördüğü anda, korkudan yüreciği ağzına geliverdi! Sanki dehşetengiz bir varlık onu izliyordu! Bet beniz atmış bir hâlde, elini kalbine götürürken kapıdaki Arnavut muhafıza bağırdı:
“Tepegöz! Tepegöz! Yetiş!”
Ardından salonun âbidevi şimşir kapısı gümbürtüyle açılıverdi ve olsa olsa manda kaymağı yüksekliğindeki daracık alnının hemen altındaki yumurtamsı gözlerinden biri sağa diğeri sola bakan Arnavut muhafız, emrindeki iki neferle içeri daldı. Bir dördüncüsü de yanaklarını şişirmiş, kapının önünde Yaradan’a sığınıp düdüğünü öttürüyor, ortalığı velveleye veriyordu. Çok geçmeden sarayın bahçesinden de düdük sedâları işitilmeye başladı. Işıklar teker teker yanıyor, Arnavut muhafızlar ellerinde fenerlerle, bahçede ağaçlar arasında koşturuyorlardı. O esnâda sarayın yanından Meyyit Yokuşu’na doğru karanlıkta uyku sersemi dört neferle yürümekte olan jandarma devriyesinin çavuşu, “Eo! Eoo!” diye bir nidâ işitince duraksadı. Sarayın duvarına attığı dirseği ve bir eliyle güçbelâ tutunan tosun gibi bir Arnavut muhafız ona sesleniyordu. Düştü düşecek görünen adamcağızın bacaklarını, belli ki aşağıda üç beş hemşerisi tutmaktaydı. Duvardaki adama çavuş, “Eooo! Ne ola ki!” diye bağırdı. Ancak şişman muhafız, “Teyakkuzdayız. Sen de uyuma. Çevreyi kolla. Sen de mesûl olursun. Ona göre ha!” diyebilmişti ki, tâkatı tükenen hemşerileri onun kantarda doksan küsûr okka çeken bedenini artık kaldıramadıklarından olsa gerek, duvardan paldır küldür düşüp kayboldu. Belki dimağ darlığı belki de fıkır eksikliğinden, aklı fazlaca baliğ olmayan bir muhafızın işgüzarlığı nedeniyle bu belâya dahil edilen jandarma çavuşu sunturlu bir küfür savurup, kendilerine bir çatapat bile emanet edilemeyecek çolpa neferlerine tüfek doldur emri verdi. Gel gör ki neferlerden biri, mekanizmayı sürüp kapatayım derken silâhını patlatıp bütün mıntıkayı inletti. Silâh sesinin yankıları daha kesilmemişken, saraya bir fersahtan uzak olmayan jandarma karakolunun kumandanı olan bir mülâzım, telefon ahizesini kulağına götürmüş, bizzât kendisi hak etmişken arkasından piston basılarak terfi ettirilmiş bir üst âmirinin azarlarını ve küfürlerini, sinirden eli ayağı titreye titreye dinliyordu. Bu sırada bir nefer, asabı bozulduğu için zangır zangır titreyen kumandanı havlu sallayarak ferahlatmakta, diğeri elinde nane ruhu damlatılmış bir bardak su ile hazır beklemekte, zâlim âmiri ise mülâzımın birbirine vuran çenelerinden gelen takırtıyı, telefon hattındaki arızadan kaynaklanan parazit sanmaktaydı. Sandalyeye yığılan mülâzımın bilekleri neferler tarafından ovulurken jandarma karakolunun nizâmiyesinden dörtnala fırlayan bir süvâri müfrezesi, gecenin o karanlığında Gazhâne Yokuşu’na doğru at koşturdu. Taşkışla’yı geçtikten sonra sol taraflarında topçu kışlasının karanlık siluetinin örttüğü o şüpheli şahsı gördüklerinde atlarını yine mahmuzladılar. Havagazıyla aydınlanan Cadde-i Kebir o gece bomboştu. Şüpheli karaltı, Bulgar Konsolosluğu’nun yanında gözden yitti. Müfreze o saatte ıpıssız olan Kabristan Caddesi’nden girip tırıs giderek Cadde-i Kebir’e çıktığında o bölgeden sorumlu olan polis teşkilâtının bir üyesiyle, yani ayaklarında terlikleri olduğu hâlde diz altlarına kadar inen gecelik entarisinin üzerine mavi üniformasını giymiş, kızıl fesli komiser muaviniyle karşılaştı. Verilen istihbaratla apar topar oraya gelmiş görünen adamın arkasında, içlerinden biri avucuna sakladığı cıgarayı ara sıra gizlice ağzına götürüp efkârla dumanını tüttüren, eli sopalı iki de zaptiye vardı. Jandarma çavuşu tam da civârda şüpheli bir şahıs görüp görmediklerini soracaktı ki, neferlerinden biri heyecanla, “Na! Na! Na! Aha işte orada! Ahacık!” diye bağırarak eliyle, Cadde-i Kebir’in sol tarafındaki sokaklardan birine sapıveren bir gölgeyi işaret etti. Şüpheli şahıs artık polis teşkilatının mesûliyetindeki mahâlde olduğu için zaptiyeler komiser muavininin emrini beklemeden hemen potinlerini çıkardılar ve Cadde-i Kebir’de yalınayak koşturmaya başladılar. O sırada Alyon Sokak’ta nefes nefese taban tepen şüpheliden dört yüz adım kadar gerideydiler. Gazhane Caddesi’nden ta buraya kadar koşan şüphelinin mecali tükenmiş, dili bir karış dışarı çıkmıştı. Aslında bu adamcağızın o bölgedeki boş bir arsada demlenmekten başka bir suçu günâhı yoktu ama, jandarma müfrezesince dörtnala koşturulan atların toynak seslerini işitince ürkmüş, o karanlıkta ezilmemek için kenara kaçtığında da atlıların üzerine üzerine geldiğini gördüğünde tırakası adamakıllı gıcırdamış ve çâreyi tabana kuvvet kaçmakta bulmuştu. Hele hele jandarmaların ardından bu kez peşine takılıp yalınayak koşturan eli sopalı zaptiyeler, düdüklerini ağızlarına götürüp ciğerlerinin olanca kuvvetiyle boş ve karanlık sokaklara ikide bir cadı çığlığı gibi sedâlar çınlattıklarında zavallının canı ağzına ağzına gelmeye başlamıştı. Bu kez zaptiyelerden kaçan biçâre, vaktiyle dehşetengiz bir yangının kavurup kül ettiği mıntıkayı geride bırakarak Boğazkesen Caddesi’ne çıkıp Tomtom Sokağı girişinde bir ihtiyarla karşılaşıverince, şüphelinin kendisine doğru koştuğunu zanneden ak sakallı adamın beti benzi attı ve bu kez o da kaçmaya başladı. Belli ki koşan adamın niyeti fenaydı. Arkalarında zaptiyelerin, “Bir değil, iki kişiler! Aman komayın! Tutun!” diye bağırdıkları işitiliyordu. Bir süre koştuktan sonra bacaklarında mecal kalmayan ihtiyar, arkasındaki zavallı şüpheliye nefes nefese, “Yiğidim!.. Bırak ben zavallı Hıdır’ı… Bu güne kadar elime erkek eli değmedi… Aman ne olur… Kurbanın olayım!..” diye yalvarıyordu ki Topçular Caddesi yakınında dizlerinin bağı çözüldü ve elinde bir revolver ile bekleyen serkomiserin ayaklan dibine yığılıverdi. Vicdanı az buçuk sızlasa da bu âmir, ûç saat önce Padişah Efendimiz’i hedef alan suikast teşebbüsü için, ama suçlu ama suçsuz, iki zanlı yakalamayı başarabilmiş, Dersaadet’te asayişi sağlayamadığı için okkanın altına gitmekten kurtulmuştu. Padişahımız’ın iki düşmanı yakalandığı için zaptiyeler de sevinçli gibiydiler. Hattâ içlerinden biri düdüğünü, ortada fol yok yumurta yokken hâlâ coşkuyla öttürüp duruyordu. Ancak tâ karşıdan, Sarayburnu tarafından farklı bir düdük sedâsı gelince, kelepçe vurulan iki nâmussuz dâhil herkes o tarafa baktı. Sirkeci Garı’na yaklaşmakta olan trenin düdüğüydü bu. Makinistlerinden biri lokomotifin ocağı başında uyuyakalmıştı. Acemî ve bu işe istidâtsız görünen diğeri ise uykusunu açmak için midir, ikide bir valfa uzanıp düdüğü çınlatıyor, ara sıra da kapağı açıp ocakta harıl harıl harıldayan cehennemi ateşe kürek kürek kömür atıyordu. Öyle ki manometrenin kızıl ibresi kadranın yeşil tarafından kırmızıya doğru ardı ardına ölümcül darbeler indiriyor, yuttuğu onca kömürle kudurup çileden çıkmış bir kara canavara benzeyen lokomotif, kapkara bacasından kıvılcımlı kükürtlü nefesini vere vere üzerinde Frenkçe yazılar yazılı zifirî vagonları ıhlaya poflaya çekiyordu. İşte tam Sarayburnu’nda düdüğü ortalığı velveleye vermişti ki, uyanıveren usta makinist civâra bir bakınca derhâl yerinden fırladı ve geri hareket valfını pürtelâş çevirmeye başladı. Çünkü bu hızla giderlerse perona çarpacaklardı. Hâl böyle olunca lokomotifin tekerlekleri durdu ve ardından demir raylar üzerinde kıvılcımlar saça saça bu kez geri geri dönmeye başladı. Giderek yavaşlayan lokomotifin tamponları, perondaki bariyere yumuşakça dokunduğunda hafif bir “Tınnn!” sesi çıktı ve ardından muhtemel bir faciâyı önleyen mahâretli makinist istim bırakınca peronda ses seda kesildi. Sanki istimini salan lokomotif herkese “Sussssss!” demişti. Sabah ezânına az bir vakit kala gelen trenin, o işitilmemesi imkânsız sesi, sessizliğin hüküm sürdüğü Dersaadet’in hemen her tarafından duyulduğundan, sırtlarında hamutlarla bir baldırı çıplaklar kalabalığı gara doğru koşar adım akın etmeye başladı ve trenden inen jaketataylı, melon veya silindir şapkalı beylerle onlar kadar şık hanımlarının, üzerindeki etiketlerde Londra-Paris-Roma-Viyana-Berlin gibi şehirlerin adları yazılı pahalı bavullarını sırtlayıp garın kapısında bekleyen kupa arabalarına ve landolara kadar ehven bir ücrete taşıdılar. Müezzinler sabah ezanını işte o saatte okumaya başlamışlardı. İspitleri altun yaldızlı parlak ve siyah arabaları çeken atların sırtına ardı ardına kırbaçlar inip Avrupa’dan gelen diplomatlar, ataşemiliterler, tüccârlar, borsa simsarları, bu beylerin hanımları ve çocukları Pera’daki lüks otellere doğru yola koyulduğunda, câmilerde müminler alınlarını zemine koyup secde etmişlerdi bile. Cemaatin son mensubu da günâhlarını yazan sol yanındaki meleğe dönüp ona kim bilir kaçıncı kez, “Esselâmün aleyküm ve rahmetullâh!” dediğinde nedense kuşlar ötmeye başladı. Tan yeri ağardığında gökte martılar çığlık çığlığa uçuşuyor, balıkçılar denize açılmaya hazırlanıyorlardı. Bir süre sonra Şirket-i Hayriye’nin Beylerbeyi Vapuru’nun düdüğü duyuldu. İskeleye yanaşan vapurdan Eminönü’ne, işlerine yetişmek için hiç de acele eder görünmeyen bir memurlar kalabalığı indi ve kendilerini bekleyen arabalara binen bazıları dışında diğerleri, ağır ağır işyerlerine seğirttiler. Gelgelelim Şeyh İsmail Vanî Hazretleri’nin cesedini onlar değil, bir seyyar kahveci bulmuştu, Aksaray’da boş bir arsada.
O zamanlar Dolmabahçe civârında yedi din ve devlet düşmanını aramakla senelerce ve hâlâ meşgûl o zaptiyeler geldiğinde, mübârek şeyhin naaşı Fransızca bir gazeteyle örtülmüştü. Komiser gazeteyi kaldırdığında, şeyhin usturayla kazınmış kafasının üst kısmının, ensesi, şakakları ve alnının neredeyse tamamiyle kömürleştiğini görünce afallamadı. Daha öncekiler gibi cesedin üzerinde yakasız bir gömlek ve paçalı dondan başka bir şey yoktu, tıpkı dört gün önce Langa’da bulunan Şeyh Regâib Efendi Hazretleri gibi.
(…)
Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.
PDF indirYedinci Gün kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Yedinci Gün (2012)
Roman
Yazar: İhsan Oktay Anar
İlk Basım: 2012
Yayınevi: İletişim Yayınları