Prof. Dr. İlber Ortaylı ile Osmanlı’yı keşif sürüyor. 200 bini aşkın okura ulaşan Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek‘te Osmanlı’nın gerçek anlamdaki son üniversal imparatorluk olması üzerinde duran İlber Ortaylı bu kitabında Osmanlı’yı son imparatorluk yapan etkenleri, üç kıtaya ne şekilde hakim olduğunu, yönetim biçimini, azınlıklara bakış açısını, Avrupa ile mücadele ederek devletler arasında kurduğu dengeyi anlatıyor. İmparatorluğun değişik bölgelerindeki (Avrupa’da Bosna, Ortadoğu’da Şam ve İstanbul’da Üsküdar ve Beyoğlu) şehir hayatını muhteşem tasvirlerle anlatarak okuru zamanda yolculuğa çıkarıyor.

“Osmanlı İmparatorluğu Anadolu’nun kuzeyinde küçük bir beylik olarak doğdu, gelişti; fakat bu ilk yılların üzerinden daha 150 sene geçmemişti ki Balkanlar’da ve Ege’de hâkimiyeti tesis etti ve bu Balkan hâkimiyeti hemen hemen bugünkü Bulgaristan ve Yunanistan’ın tamamını kapsadı. Çok kısa bir sürede bu hâkimiyet Adriyatik, Tuna Nehri, Karadeniz kıyıları ve Mezopotamya’ya kadar uzandı.

Osmanlı, ikinci asrında Akdeniz’in doğusunu ve Kuzey Afrika’yı da çepeçevre saran bir imparatorluk olmuştu. Başka bir deyişle, gerek müesseseleri, gerek hayatı, gerek üniversalist hâkimiyet anlayışı ve gerek coğrafyası ile Akdeniz dünyasının son muhteşem imaparatorluğuydu.”

İlber Ortaylı

Tarih denildiğinde ilk akla gelen isim İlber Ortaylı, okuru, “üç kıtaya hükmeden” yöneticileri ve yönetim şekliyle, Akdeniz dünyasındaki hâkimiyetiyle, “millet” sistemiyle, 18. yüzyıl Avrupa’sında oluşan devletler dengesindeki rolüyle ve şehirlerdeki yaşam biçimiyle, kısacası kendine özgü kimliğiyle Osmanlı’yı yeniden keşfetmeye davet ediyor…

Tarihle tanışmak isteyip de nereden başlayacağına karar veremeyenler için ideal bir giriş kitabı!


ÜÇ KITADA OSMANLILAR

Önsöz

ÜÇ KITADA OSMANLILAR, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek dizimizin üçüncü kitabı. Bu dizi Osmanlı ekseninde yaptığım birtakım konuşmalarımın, gözden geçirilerek kitap haline getirilme projesidir. Bunlar çeşitli iletişim araçlarında, konferanslarda yaptığım konuşmalardır. Bir nevi umumî konferans mahiyetindeki Osmanlı üzerine yorumlamalardır.

Osmanlı İmparatorluğu Marmara Bölgesi’nde küçük bir beylik olarak doğdu, gelişti; fakat bu ilk yılların üzerinden daha 150 yıl geçmemişti ki Balkanlar’da ve Ege’de hâkimiyeti tesis etti ve bu Balkan hâkimiyeti hemen hemen bugünkü Bulgaristan’ın ve Yunanistan’ın tamamını kapsadı. Çok kısa bir süre sonra Adriyatik, Tuna Nehri, Karadeniz kıyıları ve Mezopotamya’ya kadar uzandı. İkinci asrında Akdeniz’in batı yakası hariç, kuzeyi ve Kuzey Afrika da dahil çepeçevre saran bir imparatorluk olmuştu. Yani başka bir deyişle, gerek müesseseleri, gerek hayatı, gerek üniversalist hâkimiyet anlayışı ve gerek coğrafyası itibariyle bir Üçüncü Roma idi. Akdeniz dünyası üzerinde kurulu olan Osmanlı İmparatorluğu bu bölgenin son muhteşem imparatorluğuydu ve onu bütün kültürleri, bütün mirasıyla birlikte barındıran ve çağdaş dünyaya taşıyan, asıl tarihî vazifesi de bu olan bir devletti: Bir Akdeniz imparatorluğuydu.

Osmanlı’nın tarihini, kimliğini bilmek ve anlamak o kadar kolay değil; bütün etrafımızı, yani yeryüzünün en esaslı uygarlıklarını tanımamız, incelememiz lazım. Osmanlı’yı, etrafımızı tanıdıkça, kendimizi daha çok sevecek ve tarihimize ısınacağız.

Okuyucu serimizin ilk iki kitabı olan Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek ve Son İmparatorluk Osmanlı’yı ilgiliyle takip etti. Bu yüzden Osmanlı’nın uzun yıllar üç kıtada hâkimiyetini sağlayan yönetim biçimi, millet sistemi, hukuk sistemi, diplomatik ilişkileri vs üzerine bahisleri üçüncü bir kitap halinde çıkarmak hâsıl oldu. Bunu gerekli bir vazife olarak görüyorum ve memnuniyetle yerine getiriyorum. Hiç şüphesiz bazı iddialarımız tenkite ve tartışmaya açıktır.

Konuşmalarımı deşifre eden Engin Atatimur’un kızı sevgili Neslihan Atatimur’a, eserin redaksiyonunda bana çok yardımı dokunan Ali Berktay’a, editörüm Adem Koçal’a ve bu seriyi yayımlayan, okuyucuya ulaştıran Timaş Yayınları’na teşekkürü bir borç bilirim. Umut ederim kitap beklenen ihtiyacı karşılayacaktır.

Eylül 2007

İlber Ortaylı

EĞİTİMDE OSMANLI TARİHİ

Bizim yaşadığımız coğrafyada, yani ön planda Balkanlar’da, Karadeniz civarı ülkelerde, Kafkaslar’da ve şimdi Ortadoğu’da çok büyük bir sorun vardır; tarih biliminin ve tarih bilgisinin kitlelere ulaşması, sözün kısası okul kitaplarında anlatılan tarih… Çünkü şurası bir gerçektir ki, hem Türkiye’de hem de bizim çevremizde toplumların, fertlerin çoğunluğu okuldan sonra bir daha tarih kitabı okumazlar.

Bu gerçekten hareketle tarih biliminin, bilgisinin ve yorumunun kitlelere ulaşacağı tek araç okuldaki eğitimdir. Bu nedenle de okul kitapları çok önemlidir. Son yıllarda, özellikle 1960’lardan sonra birtakım uluslararası teşekküllerde aydınlar okul kitaplarının karşılıklı olarak düşmanca ifadelerden arındırılmasıyla bir dostluk havasının, bir barışın geleceğini ümit etmektedirler. Her umut ve temenni gibi bunu da saygıyla karşılamak zorundayız. İhmal edemeyiz, iltifat etmek zorundayız, ancak realiteyi de bilmemiz gerekiyor.

Tarih, bizim içinde bulunduğumuz Balkan ülkeleri ve Karadeniz coğrafyasında, başından beri teleolojik (amaçlı) bir yorumla ele alınır. Buradaki yorum çok açıktır: Bu devletler mazide çok parlak milletlerin kuruluşlarıdır, şanlı bir tarihleri vardır. Bu böyle olmasa da böyle anlatılır… Arada bir kesinti yaşanmıştır ve şimdi parlak mazinin yeniden inşası söz konusudur.

Bu inşa, bütün 19. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümranlığından kurtulan ve bu hükümranlıktan kurtulduktan sonra müstakil devletçikler kuran Balkan devletleri için onulmaz ve vazgeçilmez bir amaçtır… Şüphesiz ki, bu yorum maziyi kendine göre biçimlendirir ve hedefinden hiçbir taviz vermediği için okul kitapları; Balkan tipi tahripkâr, saldırgan milliyetçiliğin esas mesnetlerinden, dayanak noktalarından biri olarak ortaya çıkar.

Bu sırada saptamalar ve saptırmalar ortaya çıkar. Bu devletler tarihi ve coğrafyayı belirli bir şekilde değiştirirler. Makedonya dediğimiz bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nin toprakları Balkan milletleri arasında çok münakaşalı ve saptırmalıdır. Bir ilmi kongrede hatırlıyorum, orta zamanlar haritasını getirip orada Makedonya’nın Bulgaristan’a ait olduğunu öne süren bir Amerikalı tarihçinin tezi bir saat tartışılmıştı… Gerçekten de ‘Makedonya bizimdir, bu harita da bunu gösteriyor’ diyorlardı… Oysa haritada bütün orta zamanlar haritalarına has teknik noksanlar bulunduğu gibi orta zamanlardaki etnik isimlendirme bugünküne benzemiyordu.

Nitekim orta zaman seyyahlarının çoğunun kaleminde Ukraynalıları ve Rusları ayırt etmek pek mümkün değildir. Yani o zamanlar Ukraynalılara “küçük Rus”, bildiğimiz Ruslara “büyük Rus” demek alışkanlığı sanıldığının aksine herkesi kapsamıyordu. Gene bırakınız ortaçağı, yeniçağların, 18. asrın birtakım halk tipi sınıflamalarında dahi bir Bulgar’la bir Hellen’in ayrımı çok iyi yapılamaz.

Mesnetsiz iddialara ve mesnedin iddia vasıtasının, ispat aletinin de ne derece geçerli olduğuna bakmak gerekir. Bile bile bazı tarihi olayları yeni yorumlarla vermek de bu işin içindedir. Mesela, yakın tarihte Yunanca ders kitapları 1,5 milyon Hellen’in Küçük Asya’dan sürüldüğünü söylerler. Sürülme sanki 26 Ağustos 1922 (Büyük Taaruz) zaferinin hemen akabindeki on-on beş gün içinde olmuştur. Oysa vakıa öyle değildir. Cumhuriyetimizle Venizelos’un arasında yapılan bir anlaşma sonucunda bu vuku bulmuştur. Mübadele hiç şüphesiz ki hoş sonuçlar getiren bir olay değildir. Ama buradan giden bir milyonu aşkın Rum’un mübadele gibi bir antlaşmayla gittiği bir gerçektir. Yani on beş günde sürülmüş değillerdir.

Milliyetçiler tarafından beş hatta beş buçuk asrı kapsayan Osmanlı egemenliği istenmeyen, sevilmeyen bir dönem olduğu için, Balkan milletlerinin tarihi geçiştirilip gitmektedir. Bu dönem üzerindeki bilgisizce tasnifler ve tasvirler yanında arazi rejiminin anlatılışı, mesela devşirmeler, İslamlaştırma politikası gibi konular tamamen gerçeklerden uzak sanılarla, varsayımlarla ve saptırmalarla ele alınır. Burada en sık kullanılan da boyunduruk kelimesidir. Sırbistan’ın genç tarihçilerinden biri olan Olga Ziroyevic hanım bu kelimeye çok sinirlendiği için; “Biz öküz müyüz ki kendi tarihimizin önemli bir dönemi için bu kavramı kullanıyoruz” diye haklı olarak sormuştu. Boyunduruk kelimesiyle ifade edilen hiçbir şey insanlara sempatik görünmemektedir ve bugünkü Balkanlar dünyası Osmanlı eserlerinin son hadde varıncaya kadar tahrip edildiği bir yerdir. Bu tahripten ben söz etmiyorum, sanat ve mimarlık tarihçisi, Türkolog Machiel Kiel’in Balkanlar ve Rumeli’deki Osmanlı envanterleri ve araştırmaları herkesin malumudur.


Balkan ülkelerinin bazılarında branş olarak bulunmasına rağmen hiçbirinde Türk filolojisi ve tarihi Batı Avrupa ülkelerinde olduğu kadar ehliyetli bir şekilde yapılamaz. Hep başkalarını tenkit etmeyelim, bizde Bizantinist ve Slavistik gibi branşlardan söz edilebilir mi? Hayır. Bunlar olmadığı takdirde biz Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl geniş bir vadide kurulduğunu, bizim sandığımızdan da muhteşem ve karmaşık tarih olduğunu nereden anlayabiliriz? Bilimin yöntemleriyle incelenmeyen bir tarihin getireceği yorum her zaman çocukçadır.

Şüphesiz ki Osmanlı tarihi üzerindeki yazılarda Batı Avrupa’nın olumsuz etkileri de göze çarpar. Mesela Avrupa Konseyi okul kitaplarını önyargı ve yanlış bilgilerden temizlemekten söz ediyor… Bu işi yürüten kimselerin örnek diye gösterdiği “Batı Avrupa” ders kitaplarının kendileri ideolojik ve hatta yer yer ifade bakımından tashihe muhtaçtır. Gösterilen modelin, Balkanlar için gerçekten iyi niyetle yaklaşsak da bir model olamayacağı açıktır.

Bundan başka bu kuruluşlardaki amatör memurların Kafkaslar ve Balkanlar bölgesindeki problemleri anlayamadıkları çok açıktır. Çoğu zaman tarafsız görünen bazı Alman vakıflarının bu işe müdahalesi ortaçağ Cizvitlerininkinden daha farklı değildir. Mesele nasıl çözülecek? Beşeriyet tarihine aktif olarak katılmaları altı yedi asrı geçmeyen Batı ve Kuzeybatı Avrupa’nın okumuşları ve aydınlarının, Ortadoğu ve Akdeniz bölgesinin tarihçilerine direktif veremeyecekleri açıktır. Bu ülkelerde tarihin bizatihi malzemesini, dilinin yoğunluğunu meydana getiren şehirleşme olayı çok eskidir, binlerce yıla varır. Yazılı kayıtları çok eskidir… O takdirde bu iklimi anlayabilmek için bu ülkelerdeki tarihçilerin karşılıklı çalışmalarını birbirlerine öğretmeleri ve vaziyeti kavrayarak birlikte bir tarih yazmaları mümkündür. Maalesef gelişmeler böyle olmamaktadır.

Yakın zamanlara kadar bu gibi etkilerden uzak kalan Arap Ortadoğusu’nun tarihçileri bile Batı Avrupa’daki rüzgârların etkisinde kalmışlardır. Bundan dolayı bazı kavramları değiştirmemiz gerekiyor. Osmanlı tarihinin ilk derli toplu sentezini 18. yüzyıl başlarında Boğdan Prensi olan ve o tarihlerde bildiği bir düzine dil ve Osmanlı musikisi üzerine derin bilgisiyle dikkat çeken Dimitri Kantimir’in kaleme aldığı biliniyor. İstanbul’da Türk ve Hellen karmaşık bir muhitin başındaydı. Yani Mavrokordato Kardeşler, Yanyalı Mehmet Esad Efendi yani Galata Kadısı Esad Efendi, Hezarfen ve hatta Nefiyoğlu gibi bir Türk aydını ki Latince, Rumca, Yunanca çok iyi biliyordu; bu karmaşık grubun birlikte çok iyi bir çalışması vardı.

Ne yazık ki Kantimir Osmanlı tarihini burada topladığı bilgiyle, fakat 1711 Prut Savaşı’ndan sonra kendi menfaatine göre yazmıştı (Incrementa atque decrementa Aulae Othomanicae-Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi), çünkü Osmanlı’ya karşı Ruslarla işbirliği yapmıştı.

Yine, 19. yüzyılda kaleme aldığı eseriyle 1774’e kadar Osmanlı müesseselerini tahlil eden ve siyasi tarihi vekayinamelere dayanarak kaleme alan ünlü tarih yazarı Avusturyalı Joseph Hammer von Purgstall hiç şüphesiz ki eskimiş olmakla birlikte geçilemeyen bir sentezin sahibi olmuştur. Bu eser çok sık tenkit edilmesine rağmen daha iyisini yapmış değiliz… Böyle bir sentez henüz ortada yoktur. Hiç şüphesiz ki neredeyse iki asır evvel kaleme alınan bu eserin birtakım şeyleri cevaplayamayacağı, yöntem bakımından sakatlıkları olacağı da açıktır. Ama ne yazık ki daha iyi bir yöntemle daha genişini kaleme alamadık.

Bizim okul kitapları konusunda yapmamız gerekenler şunlardır: Coğrafyayı iyi tanıtmak… Balkanlar ve Akdeniz’in bir kültürel entite, bir kimlik olduğunu gençlerimize anlatmak… Bu coğrafyadaki devletleri ve medeniyetleri sevmek, sevdirmek ve ancak ondan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihte ne kadar önemli bir rol oynayabildiğini anlatabilir ve gelecek kuşaklara nakledebiliriz.

Osmanlı İmparatorluğu tarihi, bir Akdeniz imparatorluğunun tarihidir. Ve bu imparatorluk büyük Akdeniz imparatorluklarının sonuncusudur… Demek ki bu imparatorluğu meydana getiren ulusu onunla birlikte ele alırken kesinlikle Avrupa historiyografisinin üçüncü dünya ülkelerine, Asya’ya, Afrika’ya baktığı gibi bakamayız.

Evvela buradaki ulusların, etnik grupların çoğu tarihte devletleri olan, hatta müstakil kiliseleri, dini kurumları olan topluluklardır. Mesela, Bulgaristan’da Ortaçağ’da iki çarlık vardır. Yunanistan pekâlâ Bizans ve halefi olduğunu, onun kalıntısı olduğunu iddia edebilir. Sırplar için de bu söylenebilir. Macaristan bir imparatorluktur. Arnavutların yazılı bir tarihi vardır ve bu imparatorluklarda daima aktif idareci ve askerler yetiştirmişlerdir… Ortadoğu’nun tarihi bellidir. Bu bölgedeki halkların dilleri çok eskiden beri kayda geçmiştir… Edebiyatları vardır…

Dolayısıyla yabancıların getireceği bir dilin burada yaşaması söz konusu değildir. Hiçbir imparatorluk hele Türklük buralarda başka dilleri silmiş değildir. Yani Hindistan alt-kıtasında olduğu gibi, birtakım yazılı dillerin, hem devlette hem de felsefe ve dinde kullanılan dillerin silinip İngilizce’nin onların yerini alması gibi bir olay söz konusu değildir. Fransız koloniyalizmi Cezayir’de Arapça gibi aslında yer yer Fransızca’dan daha üstün yapısal özellikleri olan ve klâsik dönemi çok daha eskiye giden bir dili maalesef çok kısa bir sürede ortadan kaldırmıştır. Cezayir’in entelektüellerinin içinde bugün bile Arapça’yı doğru konuşmayan, hele hele yazamayanların sayısı hayli kalabalıktır. Böyle bir vakıa Osmanlı hâkimiyeti için söz konusu değildir. Bundan dolayı Osmanlı hâkimiyeti Balkan ve Ortadoğu halklarının tarihlerinde bir kesintiye yol açmamıştır. Kültürel hâkimiyet kaybedilmezse, belli kurucu unsurlar yaşarsa, hele dil kurumlaşmaya muvaffak olursa, o zaman tarihte bir kesiklikten, bir kesintiden, bir kopuştan, bir hafıza kaybından söz etmemiz mümkün değildir. Burada devletlerin ve milletlerin tarihi gelişiminde bu olguyu görmemiz gerekir.

  1. yüzyılda doğan ve maalesef İkinci Cihan Harbi’nden biraz evvel “Demir Lejyonerler” denen faşist Antonescu taraftarlarınca başbakan olduğu için katledilen Romanya’nın büyük tarihçisi Nicolae Jorga çok sayıda eser vermiştir. Makale ve kitaplarının sayısı 12 bini bulur. Yazdığı 5 ciltlik Osmanlı Tarihi’nde Türkçe bilmese bile birçok yazılı kaynakların, bu arada da Türkçenin de tercümeyazımlarını çok iyi kullanılmaktadır. Söylediği şudur; “Eğer Osmanlı hâkimiyeti olmasaydı Romenlik varolamazdı, Slav denizi ortasında kaybolup giderdi. Eğer Osmanlı hâkimiyeti olmasaydı hiç şüphesiz Kosova Sırplaşmış olacaktı… Eğer Osmanlı hâkimiyeti olmasaydı Balkanlar’da çok daha başka bir coğrafya meydana gelecekti…”

Muhtemelen bu koruma dolayısıyla da Balkanlar’ın etnik çeşitliliği ve gerilimi devam etmektedir. İkinci Cihan Harbi’nden sonraki sosyalist blok döneminde bu kriz bir ara tehir edilmiştir. Ama Tito Yugoslavyası’nda bile var olduğu sanılan armoninin bulunmadığı, ani patlama ve parçalanma ile ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla burada krizin geciktirilmesi söz konusudur. Bu geciktirilme beş asır civarında ifade edilen Osmanlı Balkan hâkimiyetinin bir ürünüdür. Dolayısıyla tutarlı bir Osmanlı tarihi yazabilmemiz için bu vakayı görmemiz ve tetkik etmemiz gerekmektedir.

Balkan incelemelerini üniversitelerde akademik düzeyde yerleştiremezsek okullarımızda yazdığımız tarihlerin verdiği bilgiyle; Balkanlar’dan gelen reaksiyonu veya protestoyu bilimsel olarak karşılayabilmemiz mümkün değildir.

"

Üç Kıtada Osmanlılar kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Üç Kıtada Osmanlılar