Masumiyetin hüküm sürdüğü bir dünyada, katili öldürmeye sevk eden ne olabilir?
Günah nedir bilmeyen bir toplumda nasıl olur da kan akar?
Ya tam tersiyse…
Suçlu, o topluluktaki tek masumsa…


Küllerin Günü

Bağ

I

Temel kuralları biliyordu.

Hemen her zaman geleneksel kıyafet giymek ve dua başlığı takmak. Asla sentetik bir malzemeye dokunmamak. Cep telefonuna, bilgisayarlara ve hatta hiçbir elektrikli alete el sürmemek. Ne saat ne de herhangi bir mücevher takmak. Domaine dışından gelmiş bir besini asla tüketmemek. Asla gövdenin gölgesiyle bir başkasının gölgesini kesmemek…

Mevsimlik işçi olduğundan kendisi bu kurallara uymak zorunda değildi. Sadece verilen kıyafeti bağbozumu süresince giymeye mecburdu. Saat 18.00’de onu ve diğerlerini topluyorlar ve Domaine’in kuzey ucundaki bir kamp alanına götürüyorlardı; burada, Tebliğciler denilen özel görevlilerin “dünyevi” olarak nitelendirdiği normal yaşamlarına dönüyorlardı. Daha sonra füme camlı ve koyu renkli 4×4’ler, cüzamlılara yemek verir gibi onlara su ve yiyecek getiriyordu.

— Ivana, geliyor musun?

Kamyona doğru, Marcel’in peşinden gitti. Saat sabahın yedi-siydi, işçi gruplarının hareket zamanı. Soğuktu, karanlıktı ve Tebliğcilerin kullandığı toplu taşıma araçları -toplama kamplarına doğru yola çıkan araçları andıran damperli kamyonlardı bunlar- son derece kasvetliydi.

Ivana şapkasını düzeltip üstü açık damperde Marcel’in yanına oturdu. Geldiğinden beri -hepi topu iki gün olmuştu- sadece birkaç mevsimlik işçiyle konuşmuştu ve güven uyandırmayan görüntüsüne rağmen en sempatik işçi oydu.

— Bir tane sarmak ister misin?

Ivana’ya tütün paketi ile içinde sigara kâğıtlarının bulunduğu küçük kutuyu uzattı. Ivana tek kelime etmeden, yoldan kaynaklanan sarsıntılara rağmen düzgün bir sigara sarmaya başladı.

Giysi konusuna gelince, Ivana biraz hile yapmış, siyah elbisesinin altına Heattech malzemeden Uniqlo bir içlik giymişti; bu tür kurnazlıklar hoşgörüyle karşılanıyordu ve Tebliğciler de üniformalarının altına kendi fanilalarını ve taytlarını giymek zorunda kalıyordu. Kasım ayında, Alsace’ta sıcaklık 10 dereceyi geçmiyordu.

Marcel sigarasını yaktı ve manzarayı seyretmeye başladı. Rasta örülmüş saçları andıran bağlar göz alabildiğine uzanıyordu. Bu belalı serüvene atılmadan önce olay yerinin topografisini incelemişti. “Domaine” olarak adlandırılan bu mülkün büyük bir bölümü bağlardan oluşuyordu. “Piskoposluk” denilen orta kısımda çiftlik binaları ve Tebliğcilerin kaldığı yerler vardı. Tamamı, katı kuralların geçerli olduğu özel bir mülktü ve hiçbir yabancının buraya girme hakkı yoktu.

Bu katı kurallarda tek istisna bağbozumu sırasında oluyordu, çünkü Anabaptistlerin başka çaresi yoktu: Üzümleri zamanında ve saatinde elle toplamak için iki hafta boyunca mevsimlik işçi kullanmak zorundalardı. Hoş geldin Ivana…

Ivana gözlerini kapatıp kendini kamyonun sarsıntılarına bıraktı. Şimdi daha iyi hissediyordu. Tarikat’ın -sevdiği basit ve organik ürünlerden- sabah kahvaltıları mükemmeldi ve Alsace kırsalının buz gibi havası tatlı bir okşayış gibi yanaklarına çarpıyordu.

Uyuşukluğu bırak kızım. Hayallere dalmak için burada değilsin… Gözlerini açtı ve yanında uyuklayan Marcel’i dirseğiyle dürttü.

— Ölüm olayından haberin var mı?

— Hangi ölüm? diye sordu, sanki bir anda parmaklarının arasında yanan sigarayı hatırlamıştı.

Mevsimlik işçinin havası eski bir mahkûmu andırıyordu. Otuz-larındaydı, soluk benizliydi, ağzında neredeyse hiç diş kalmamıştı, yüzü uzundu. Dürüst görünmekten çok uzak bu çökmüş yüzde, zamanının çoğunu kodeste geçiren ve güneş ışığına hasret serserilerin sinsi bakışları vardı.

— Bana bir şapelde ceset bulunduğunu söylediler…

— Saint-Ambroise’da, evet…

Nefesinden tasarruf eder gibi sigarasından kısa fırtlar çekiyordu. Yüzünün yarısı, kurallar gereği giyilmesi zorunlu olan bir şapkanın altındaydı: Pablo Escobar tarzı hasır bir Panama şapka takmıştı.

— Olay ne? diye yeniden sordu, Ivana.

— Seni neden ırgalıyor? Polis misin?

Ivana zoraki güldü.

— Hayır, saçmalama… diye üsteledi.

— Bir hafta önce, diye sonunda anlatmaya başladı Marce,. Domaine’in yakınındaki eski bir şapelin tonozu çöktü. Altında bir adam vardı. Tarikat’ın önemli bir adamı.

— Tarikat lideri mi?

— Burada lider yok, ama Samuel piskopostu, ayinleri o yönetiyordu.

— Yönettiği başka bir şey yok muydu?

— Sana bir şey söyleyeceğim, ablacığım. Çok soru soruyorsun.

Kamyon toprak bir yola girdi, bir anda bir toz bulutu içinde kaldılar. Etraflarındaki asma kütükleri ona Suresnes’deki Amerikan mezarlığının haçlarını hatırlattı. Çocuk Hizmetleri’nin yurtları arasında sürekli olarak yer değiştirdiği dönemde, çocukluğunun birkaç yılı Suresnes’de geçmişti.

— Şapel onarımdaydı, diye bir anda yeniden konuşmaya başladı Marcel. Sarsıntıların gürültüsünü bastırmak için sesini yükseltmişti. Sanırım iskele kırılmış ve çökmüş. Samuel molozların altında kalıp ezilmiş.

— Kaza mı?

Marcel’in cevap verecek zamanı olmadı: Kamyonlar durdu. Her işçi, her zamanki gibi sessizce tek sıra halinde kamyondan indi. Ivana saymamıştı ama altmış kadar mevsimlik işçi olmalıydı. Bu da Anabaptistlerle birlikte bağlarda iki büklüm çalışacak yüz kişi demekti.

Marcel kesinlikle en mükemmel bilgi kaynağı değildi, ama bir sound box olabilirdi. En azından, onun yanındayken mevsimlik işçilerin bu olay hakkında anlattıklarını öğrenebilirdi. Bu da bir başlangıçtı.

Ivana elbette dosyayla ilgili bilgi toplamıştı. Ama Colmar jandarması da fazla bir şey bilmiyordu. Şimdilik bu olayı bir kaza olarak değerlendiriyorlar, ancak bir yandan da uzmanların bina konusundaki raporunu bekliyorlardı. Tarikat mensuplarını da sorgulamışlardı. Tam bir zaman kaybı olmuştu. Tebliğciler hem ağdalı hem de uyuşuk ve anlaşılması güç bir jargonla konuşuyorlardı.

Bunun üzerine, Colmar Savcısı Philippe Schnitzler, ağır suçları araştıran Merkez Ofis’in yegâne elemanları olan Pierre Niemans ile Ivana Bogdanovic’i, tuhaf cinayetler ve bu cinayetlere sebep olan dürtüler konusunda uzman polisleri çağırmıştı. Sadece bir soruşturma göreviydi. Onlar da işbölümü yapmışlardı: Ivana içeriden, Niemans dışarıdan araştıracaktı.

Tebliğciler ile mevsimlik işçiler yerlerini almıştı, yani sabah duasını dinlemek için asma kütüklerinin karşısına dizilmişlerdi. Siyah elbiseli, beyaz gömlekli, hasır şapkalı ve kaba ayakkabılarıyla erkekler. Kalın kumaştan giysileri, gri önlükleri ve organdi başlıklarıyla kadınlar. Uzaktan, Tebliğciler Amerikalı Amişlere benziyordu. Yakından da.

Ivana kafasını kaşıdı (başlığını takmamıştı) ve doğan günün ışığı altında iyice belirginleşmekte olan manzarayı hayranlıkla seyretmeye devam etti. Bağların ötesinde, Alsace ovaları ve ormanları, daha ziyade hoş bir sürpriz gibiydi. iki ay önce, kötü bir rastlantı olarak aldıkları vaka, onları buradan birkaç kilometre öteye, Ren’in diğer tarafındaki Kara Orman’a sürüklemişti. Ivana aynı iç karartıcı, karanlık çam ormanlarını ve insanın kanını donduran gri gölleri görmeyi bekliyordu.

Hiç de öyle değildi. Bölge, Fransız tarzı hoş, tatlı bir kırsaldı. Sonbaharda, ağaçlar kırmızı, bakır rengiydi ya da tamamen yapraklarını dökmüştü, ama otlaklar (Tebliğciler besicilikle de uğraşıyordu) direniyordu, hâlâ yeşil, gür ve ipeksiydi.

Özellikle bağların kışkırtıcı bir güzelliği vardı. Parlak sarı yaprakları doğrudan ışığın kendisiydi ve açık renkli üzümler altın renkli benekler gibi parlıyordu. Kabukları, buruşmuş olmalarına karşın, orada çoktan oluşmaya başlamış sıvıyı taşımakta zorlanıyor gibiydi.

Birden karşılarında beliren sakallı bir adam hem Tanrı’ya hem toprağa, onların mütevazı hizmetkârlarına, buradaki mevsimlik işçilere hitap ederek konuşmaya başladı.

2

Toprak ve gökyüzü için
Güneş ve yağmur için
Ve mevsimlerin devamlılığı için
Tanrı’ya şükredelim…

Ivana Almanca biliyordu ama Tebliğcilerin konuştuğu 16. yüzyıl lehçesinin Berlin kulüplerinin diliyle hiçbir ilgisi yoktu.

Her zaman yardımsever oldukları için onlara işgününde eşlik edecek duaların bir çevirisini vermişlerdi. Kitapçık hangi cümlelerin ne zaman koro halinde -ve Fransızca olarak- söyleneceğini de belirtiyordu.

Kendi doktrinlerini zorla benimsetmeleri söz konusu değildi. Gerçekten de değildi. Sadece her bir mevsimlik işçinin bir gerçekle bütünleşmesini istiyorlardı: Çalışmalarından elde ettikleri verim her şeyden önce Tanrı’nın ihsanıydı. Bağbozumunda çalışanlar gökyüzü ile toprak arasındaki bir aracıdan başka bir şey değildi.

Herkes koro halinde söylemeye başladı:

“Ey Rabbim, umudumuz sensin!”

Ayini yöneten kişi her sabah değişiyordu. Tarikat içinde, herhangi bir hiyerarşi yoktu. Tebliğciler, gerektiğinde bir mevsimlik işçinin bile buna tabi olmasını kabul ediyorlardı.

“Ektiğimizde ve diktiğimizde,

Hasadı beklerken

içimizde var olan umut için

Tanrı’ya şükredelim.”

Koro yeniden hep bir ağızdan cevap verdi:

“Ey Rabbim, umudumuz sensin!”

Ivana, sağ tarafta, biraz uzakta duran dindarları göz ucuyla incelerken, alçakgönüllülükle rolünü oynuyordu.

Gruba ait olduklarını gösteren giysilerinden ziyade fiziksel görünümleriydi: Hemen hemen hepsinin yüzleri aynıydı. Kadınlar mayasız ekmek gibi soluk bir beniz ile kalemle çizilmiş gibi ince yüz hatlarına sahipti, erkekler ise yuvarlak yüzlü ve çember sakallıydı, çoğu kızıl saçlıydı.

Başka bir yüzyıldan gelmiş gibiydiler, bir ellerinde Kutsal Kitap, diğer ellerinde kazma, okyanusları geçen, çölleri, dağları aşan Batılı öncüler, Doğulu hacılar dönemine aitlerdi.

“Bağlardaki, sebze ve meyve bahçelerindeki çalışmalarımızı

Kutsaması için,

Elde ettiğimiz ürünlerin, ona hizmet sunabilmemiz için

Bize güç vermesi için Tanrı’ya yalvaralım.”

Ivana mırıldandı:

“Ey Rabbim, umudumuz sensin!”

Üzerlerinde gün yükselmeye başlıyordu. Birazdan gökyüzü parlak bir maviliğe kavuşacak ve ışık asma kütüklerinin arasında yayılmaya başlayacaktı. Kâğıt gibi beyaz ve ince teniyle Ivana bütün gün yüksek koruyuculu güneş kremi sürmek zorundaydı. Çok alışık olduğu bir şey değildi, ama etkiliydi.

Bir ya da iki ayeti kaçırdığını fark etti. Önemi yok. Tebliğci-lerin yanındayken kelimelerle bulaşan bir tür sarhoşluk hissediyordu. Onların inancı Ivana’yı büyülüyordu. Bu derin ve sarsılmaz inanç, onları aynı kaderde birleştiriyordu… Ivana onların avuç içlerinde bile aynı yaşam çizgisinin olduğunu hayal ediyordu.

Buraya geldiğinde, buram buram beyin yıkama ve dolandırıcılık kokan bir tarikatla karşılaşmayı bekliyordu. Ama bunun yerine başkalarının hayatlarına müdahale etmeyen, kusursuz ve sessiz, samimi bir çabayla ve sevgiyle karşılaşmıştı.

Ivana Tanrı’ya inanmıyordu. Ama bununla birlikte, babasının kriko darbelerinden, Sırp bombardımanından, doz aşımından bodrumlarda ölmekten ve kasten adam öldürmekten hüküm giymekten kurtulduktan (teşekkürler Niemans) sonra, yaşadığı bu berbat şeylere rağmen, yakınlık duyduğu üstün bir güce inanmak için nedenleri vardı.

Ama bu zamana kadar, nasıl ve neden diye düşünmeksizin yaşamını sürdürmekle yetinmişti.

“Toprağın nimetlerini paylaşmaya çalışan bizlerin

Çabasını kutsaması için

Tanrı’ya yalvaralım…”

Evet, onlara içtenlikle saygı duyuyordu – erinç ve mutluluk dolu yüzleriyle, dış dünyaya kapalı gözleriyle, gösterişsiz inançlarıyla saygıyı hak ediyorlardı. Ivana da bu şekilde yaşamak isterdi: En ufak bir kaygı duymadan, hiçbir şekilde yoldan çıkmadan… Ayrıca, bir gerçeğe ait olmanın huzurunu, hem örnek insan olmanın hem de vicdanlı olmanın verdiği mutluluk duygusunu tatmak isterdi…

“Ey Rabbim, umudumuz sensin!”

Cinayet, diye bir anda aklına geldi. Samuel Wending şapelde öldürüldü ve ben bunu kanıtlayacağım. En ufak bir kanıt, en ufak bir ipucu olmadan bu karara varmıştı ama aşırı bir öfke ve üzüntüyle kendi kendine bunu tekrarlayıp duruyordu.

— Hey, uyuyor musun yoksa? diye sordu Marcel. Gidiyoruz, ablacım.

Ivana başlığını düzeltti, elbisesinin eteklerini çekiştirdi ve sorgun dalından örülmüş küfesini aldı.

Onun gerçeği ise sevgi ve merhamet karşısında tek bir şey bilen -dünya üzerindeki kötülüğün üstünlüğüne ikna olmuş- zavallı bir polis memuresi olmasıydı.

— Bir cinayet, diye dişlerinin arasından bir kez daha mırıldandı, herhangi bir şüpheye yer yok.

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Küllerin Günü kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Küllerin Günü (2021)

Küllerin Günü

Roman
Yazar: Jean-Christophe Grange  
İlk Basım: 2021
Yayınevi: Doğan Kitap