Sık sık sorardın, ‘Bizi ne zaman yazacaksın sevgilim?’ diye. Ben de, ‘Daha vakit var, birtanem’ derdim. ‘Daha yaşayacak çok şeyimiz var. İleride hepsini yazacağım.’ İleride? Neydi ki beklediğim? Sınırsız zamanda, o bilinemez, kestirilemez ömrün zamanında, neyi beklemiştim ki?
Bak, işte şimdi yazıyorum canım benim. Demek, kendiliğinden gelmiş kapıma zamanı; seni, beni, bizi yazdırmak için.
Bana ait değilmiş belirlemek, ne zaman yazacağımı.
Sen dümeni ele aldın yine, açık denizlerde olduğu gibi…”
Sevilenin ardından yazılmış uzun bir mektup mu bu kitap?
Yoksa bir hatırat mı?
Otuz dört buçuk sene sürmüş bir tutkunun romanı mı?
Yoksa dayanılmaz bir özlemin, İzmir’de günbatımı renkleriyle bezenmiş şiiri mi?
Bazı bazı, tek bir paragrafta koca bir evliliği anlatıyor bu kitap.
Ama daha çok cesur bir aşk hikâyesini; yazar Nermin Bezmen’in yakın zamanda kaybettiği sevgili kocası Pamir Bezmen’le tanışmalarını ve aşklarını anlatıyor… Sevilenin ardından açılan yarayı ustası olduğu kalemiyle sarıyor Nermin Bezmen.
Dünü bugüne taşıyarak…
Bizim Gizli Bahçemizden
Nermin Bezmen
Beni herkesi sevdiğinden ve kendinden fazla seven erkeğe, Pamirime…
Teşekkürler!
Hayatımın çok acılı döneminde, teselliyi yazmakta bulduğum bu kitabımın oluşmasında, ruhumu, yüreğimi tedavi sürecimde, yanımda olan herkes, bir şekilde, kendileri farkında veya değil, rol oynadılar. Eski, yeni tüm dostlarıma minnet borçluyum.
Med-cezirlerde yazdığım kitabıma ve bu hassas dönemime büyük bir duyarlılıkla yaklaşan ve beni anlayarak metni ele alan editörüm sevgili Cem Alpan’a,
Kendisine sözüm bir başka roman olduğu halde, acılı, isyankâr ruh halimi büyük bir anlayışla karşılayıp, bu kitabı yazmam konusunda desteğini esirgemeyen Genel Müdür sevgili Gülgün Çarkoğlu’na teşekkür ederim.
İlk bölümü okudukları andan itibaren, istediğim gibi, cesurca yazmam konusunda benden onaylarını ve desteklerini esirgemeyen ve hep teşvik ederek yanımda duran canım çocuklarım Pamira’ya, Pamir Cazım’a ve gelinciğim Ariella’ya yüreğimdeki en özel sevgiyi gönderiyorum.
Ve… Yokluğunun verdiği acıya, bana vermiş olduğu muhteşem aşk, tutku ve sevgi dolu hayatla yine kendisi teselli olan Pamirime ise, teşekkür az gelir.
Aşık olduğum, sevgilim, hayat arkadaşım, sırdaşım, coşkumu hep ilk günkü kadar taze tutan, bana hayallerimin ve rüyalarımın peşinde koşma imkânı veren, içimdeki tüm kadınların ortaya çıkmasını sağlayan, beni kendinden ve kendimden fazla seven erkeğe, yokluğunun acısıyla kaleme aldığım uzun bir mektuptur bu.
Acımı, yüreğimin yangınını; tenimin, ruhumun hasretini; Pamirime uzak ama hüznüme ve hasretime yakın yaşamayı kelimelere ilmek atarak, sayfalara gergef işleyerek öğrettim kendime. Bir de baktım ki, o her zamankinden çok daha yakın bana ve hiç ayrılmamış, hep benimle; eskisinden de güçlü bir bütün olmuşuz. Pamirimden kalan ne varsa bende, içimde. O bende yaşıyor, yaşayacak, ta ki benim de yüreğim durana dek…
Bir başka boyutta buluştuğumuz gün, ona eskisinden daha büyük bir yürek ve aşk götüreceğim. Yüreğim şimdi ikimiz için çarpmakta zira, soluğum ikimiz için; ikimiz adına yaşıyorum…
I
Senden sonra
Çığlıklar, fısıltılar ve kanatlarım…
Ocak 2009, Bebek
Yüreğim kanıyor… Kanım, alev alev, yüreğimi dağlıyor. Öyle yanıyor ki yüreğim, ateşe atsalar fark etmem. Ama üşüyorum da… Tenimin harareti düştü. Sıcaklığını arıyorum senin, sensiz tenim buz gibi. Sıcacık dokunuşlarını arıyorum. İlk günden son güne sevişmelerimizi hatırlatan, aşkı derin mavi bakışlarını özlüyorum. “Biciko, seni çok ama çok seviyorum”, “Biciko, seni ne kadar çok sevdiğimi biliyor musun” diye günde en az on kere tekrarladığın o sıcacık sözlerini özlüyorum.
Aşkım, birtanem, canım Pamirim benim… Öylesine zor geliyor ki sensiz yaşamak… Bana ne çok şey öğrettin on dokuz yaşımdan bu yana. Ama her öğrendiğim, seninle bir olmak demekti. Neden sensizliği öğretmedin peki?.. Çok zor olacak, hem de çok zor.
Seninle hiçbir şey paylaşmadığım, sensiz anlarımı düşünmeye çalışıyorum, yüreğimin yangınına biraz od olur diye. Ama heyhat! Hiç olmadı ki öyle bir an. Her zaman benimleydin ve her zaman içimde, senden ayrı kaldığım birkaç küçük zaman diliminde bile. Her ne yapıyorsam, ardında sen vardın. Her ne söylüyorsam, önce sen dinledin. Her ne dinliyorsam, söyleyen sendin sanki. Aynada son gördüğüm, ikimizin yüzüydü. En son mırıldandığım melodide sen tempo tutuyordun. Başım ağrıdığında ilacım sendin. Senin son çektiğin ağrıda, yastığın benim göğsümdü. Kucağımdı seni kucaklayan, bebek uyutur gibi, acını azaltan. Kazağının kırmızısıydı gözlerime en son, en derin rengi bırakan ve gözlerindi gözlerime imza atan, ilk günden son güne tüm sevişmelerimizi hatırlatan o mavi yangınlardan gözlerin. Hâsılı kazağının rengi ayrı yakıyor gözlerimi şimdi; beni aşkla defalarla sarmış vermiyon kırmızısı. Ve gözlerinin anısı da yakıyor gözbebeklerimi; öyle yakıyor ki, hep yaşlı gözlerim. Yaşlarımda senin son bakışların titriyor, titreşiyor. Gözlerin öyle bakardı ki canım benim, gözbebeklerinde kendimi görürdüm; âşık, hayran, tutkulu; deli, uzun sevişmelerimizi seyrederdim, sevişmelerde iken. Ve sen, kendini gördüğünü söylerdin, benim mavilerimde.
“Mavişim” derdin, “seni çok ama çok seviyorum. Biliyorsun değil mi?”
Bilirdim beni ne çok sevdiğini, sen de benim bildiğimi bilirdin. Ben, senin, bildiğimi bildiğini bilirdim. Ama yine de sorardın ve ben de her seferinde, “Canım benim, biliyorum. Ben de seni çok ama çok seviyorum” derdim. Ama sormazdım, “Biliyor musun?” diye. Vakit bulamazdım sormaya. Çoktan başlamış olurduk dudaklarımızın tadını almaya.
Neydi o öpüşmelerimiz canım benim? Sözsüz konuşmak gibi, masal anlatmak gibiydi, başımızı aynı yastığa taşıyan. Çenendeki gamzeden o bayıldığım tuz tadını alırdım öperken. Gariptir, sana tuz yasaklandıktan sonra da aynı tadı almaya devam ettim.
Yüreğin yüreğimin üzerinde, içseslerimizi dinlerdik uzunca. İlk sarıldığımız gün nasıl atıyorlarsa en son gece sarıldığımızda da aynıydı çarpıntıları, çırpınmaları birtanem. Kucağımda derin uykuna dalana kadar, o kucaklayışın beni sensizliğe götüren yolculuk olduğunu bilmeden sarılmıştım sana. Sen de bilmiyordun ki canım, yoksa yüreğime dokunurdun son bir kez; çaresizliğimi, seni uyandırmak için nasıl çırpındığımı hissederdin avucunda. Gözyaşları yüreğimin, uyandırırdı seni derin uykundan. “Beyin kanaması” dediğinde doktor, nereden bilebilirdi benim yüreğimin de kanamaya başladığını.
Kanarken damarların, anılarının üzeri örtüldü mü canım benim? Aşkımız, bebeklerimiz, benim görüntüm; birlikteliğimiz, sevişmelerimiz, katılıp o kan seline, sürüklendiler mi oradan oraya? Yoksa, ruhun erken davrandı da valizine mi doldurdu hepsini, yolculuğa çıkacağını anlayıp? Vakti olmadıysa bile ziyanı yok aşkım, hepsi bende kayıtlı. Yıl yıl, ay ay, gün gün, saat saat, saniye saniye, nefes nefes ezbere. Zaten, hayatının tamamının hikâyesini bana bırakmıştın birtanem. Seviştiğimiz o ilk günden itibaren her şeyini anlatmıştın bana. Daha evvel yaşadıklarını, hissettiklerini, hayallerini… Sana ait her şey benim olmuştu. İçin dışın bir, gün kadar aydınlık kendini hediye etmiştin bana. Zihninin, yüreğinin, ruhunun tek bir nişi kalmamıştı, bana kapalı. Senin hayatın o kadar bana ait olmuştu, ne kadar da emindin özelinin tümünü benimsediğimden.
Hatırlar mısın canım benim, bir başkasıyla konuşurken anlatacağın her ne ise, başını söyler gerisini bana bırakırdın tamamlamam için. Maceraların, sevgilerin, sevgililerin, dostların, her neresi ve her kim varsa beyninin kıvrımlarına kazınmış, hepsi benim gittiğim, gördüğüm mekânlar, hepsi benim tanışlarımdı artık. Ne çok emindin, benim de senin gibi onları sahipleneceğimden. Ne de olsa sana aitlerdi ve sana ait olan her şey, her hatıra yine sen demekti benim için; hepsi en az senin kadar sevgili oldu bana. Gittikçe daha çoğunu bana bırakmaya başlamıştın anlatacaklarının. Çocuklarımız bu sebepten “Babamın external hard-drive’ı” derlerdi benim için.
Eş dost merak ederdi, senin eski hikâyelerini nasıl kıskanmadan, kızmadan dinliyorum diye. Bilmezlerdi ki, senin sadece benimle paylaşmak için anlattığını çok iyi bildiğimi. Kendini her şeyinle bana açık, bana ait, “benim” kılmaktı yaptığın; beni ezmek, kıskandırmak, çaresiz bırakmak değil. Tersine, hayatına ve sana ait ne varsa bilmek, uzun yolculuğumuza hazırladı beni ve birlikteliğimizi, sevgimizi yüklenme kuvveti verdi bana.
Seninle aşkı, âşık yaşamayı ve beraber yaşlanmayı tanıdım… İnsanları ve dünyayı tanıdım, anneliği tattım. Kocamla, hem eş, hem sevgili, hem dost, hem sırdaş, hem arkadaş olabilmenin verdiği gücü, güveni tecrübe ettim. Ve o derin uykunu sonsuzluğa çevirdiğin anda, sensizliği öğrenmenin yolunu açmış oldun bana, ölene dek sevmek ne demek göstererek; otuz dört buçuk sene sonra hâlâ bana sırılsıklam âşık, aşkla gidip beni de aşkla ve âşık bırakırken.
O kadar güzeldin ki; çirkin insanları çabucak fark eder olmuştum seninle kıyaslayarak. Biz öyle âşıktık ki birtanem, bu aşktan yoksun olma düşüncesi bile acıtırdı yüreğimi, daha eksikliğini çekmediğim halde. Şimdi ise her şey, her renk, her ses, seninleliği anlatıyor, ardından.
•••
Deli dalgaların kıyıya vuran sesleri arasında kaybolan martı çığlıkları beni alıp Kilyos’a götürüyor, yıllar sonra… sonbaharın yalnızlığında, bomboş Kilyos Motel’deki gecemize. Pencerenin dışında Karadeniz’in çılgın dalgaları sahili dövüyor, martılar çığlık çığlık… Odamızda bir şişe kırmızı şarap. İçmeye zor vakit bulmuştuk, sevişmekten. Kollarında uyuduğumda, seninle bir ömür boyu kucaklaşıp yatabilmeyi dilemiştim yürekten. Gözümden yaşlar inmişti sessiz, sana duyduğum aşkın verdiği acıdan.
O sırada, henüz kaçamaktı aşkımız. Gecenin bir saatinde ayrı ayrı evlerimize dönmek vardı. O vakit yaklaştıkça, birbirimize daha da sıkı sarılır, hiç ayrılmak istemezdik. En büyük hayalimiz, hiç ayrılmadan sabaha dek birbirimizin kollarında uyuyabileceğimiz, uyanabileceğimiz günlerin gelmesiydi.
Koklar koklar, doyamazdın ayrılırken. Aşkın doyururdu beni, susuzluğumu giderirdi, uçururdu kanatlandırıp. Delirtir, yüreğimi ağzıma getirirdi. Aynı zamanda acıtırdı aşkın, eğer bir gün sensiz kalırsam nasıl dayanabileceğimi düşündürerek. Ancak bilememişim aşkım, o zamanlar hissettiklerimi acı zannedermişim. Şimdi, gerçeğini yaşarken anlıyorum. Acı az kalıyormuş bu yürek kanamasının yanında. Yüreğim yangınlarda, ateşe atsalar fark etmem. Tenimin harareti düştü, sen derin uykuna dalalıberi üşümekte. Ateşle buz arasında, bir dağlanıp bir üşüyorum. Aşk dolu, tutkulu sarılışların, bakışların, sürekli sevgi sunan sözlerin, ferinde sevişmelerimizi gösteren mavi gözlerin, hepsinin hatırası yüreğim, zihnim, tenim arasında gidip gelmelerde, mekik dokuyor. Ruhum serseri mayın gibi, ikiz eşini arıyor.
•••
Hatırlar mısın sevgilim, teknede bizimle beraber yolculuk eden martıyı? 1981 yazıydı. Açık denizin ortasında bir yerde, gökyüzünden süzülüp kıç tarafta dinginin üzerine konmuştu. Arada bir havalanıp karaya doğru uçmuş, ama hep geri dönerek saatlerce bize eşlik etmişti. Neden sonra bir başka martı belirmişti yukarıda ve birlikte yükselerek uçup uzaklaşmışlardı.
Sen de şimdi kanatlanmış, varacağın yer ile burası arasında gidip geliyor olmalısın. “Elli ikinci gününde dünyalık zamandan ayrılışın tamamlanır”mış. Öyle dedi Fahri Hoca. Aniden buradan ayrılmak senin ruhuna da ağır gelmiş olmalı, aynı bana ve bebelerimize geldiği gibi. Belki her defasında biraz daha uzaklaşacak ve geri döneceksin; daha da uzaklara gideceksin sonra, ve tekrar geri dönüp bakacaksın, ta ki en son noktaya, sonsuzluğa varana dek…
Gördün mü, nasıl uğurlandığını sevgilim? Günler, günler geçti, hâlâ daha uğurlanmaktasın. Aslında, sanki son yolculuğuna çıkmamış da yeni doğmuşsun; eş dost sana “Hoş geldin” demekte. Ne çok sevilmişsin, seni özleyecek ne çok insan varmış meğer. Sana güzel şeyler söylemek isteyip de söyleyememiş ne çok dostun varmış? Ne çok arkadaş seni görmek istermiş de bir türlü fırsat yaratamamış. Sen şimdi hepsini bir arada görüyor, duyuyorsun. Şaşırdın mı? Bu kadarını ben de beklemiyordum doğrusu.
Neydi canım benim, o Teşvikiye Camii’nin kalabalığı? Her gelenin, gerçek, içten bir üzüntüyle, gözleri yaşlıydı. Kabristanda bile camideki kalabalık kadar dost vardı, neredeyse. Hava neydi öyle, birtanem? Günlük, güneşlik, âdeta bir bahar günüydü kış ortasında. Hani kimse diyemez, “Pamir’in cenazesinde dondum, sistit oldum” falan diye. Cami doldu, taştı; kalabalık City’s’in ucuna kadar kuyruk oldu. O güzelim güneşin ardından, Zincirlikuyu’daki kabrin tam kapanırken, gördün değil mi nasıl karardı hava? Arabalara bineceğimiz sırada, nasıl da yağmur bastırdı birtanem. Akşam duada, evde ayakta duracak yer bile kalmadı. Ardından seninle hep sevdiğimiz gibi, ikramla uğurladık seni Yaradanına; kadehleri şerefine kaldırıp hikâyelerini, anılarını anlatarak. Ne güzel gidişti o birtanem. Şimdi herkes seninki gibi bir ölüm sipariş ediyor Allah’tan.
•••
Henüz çok yeni; 10 Ocak gecesi, o son gecemizde, smokinin üzerinde, gözlerimizde sevgi, aşk karması, dudağımızda mutluluk tebessümleri, biricik oğlumuzu Ariella’mızla evlendirdik. Çocuklar pastalarını keserken bizi yanlarına çağırdılar. Otuz dört senemizi, onların başlangıcıyla beraber kutladık. Dans ettik, kucaklaştık, öpüştük, koklaştık, kutlaştık, kutlandık. Sağ kolun uyuşmasaydı, seni derin uykuya götürmeseydi beyin kanaman, daha çok şey vardı yapacak birtanem. Ancak kısa da kesmiş olsan bu dünya tatilini, gidişin tam sana göre oldu; sevgi dolu insanlığına, şıklığına, hoşluğuna, salon efendisi, rint tabiatına göre. Daha ilk an dedim ya “A la Pamir – grand finale.” Dedim de, dostumuz Serfiraz Ergun seninle ilgili yazısına başlık attı “Pamir Bezmen’in Grand finale’si” diye. Hani bir de kapıdan Limuzin’e binseydin tam bir first class uçuşu olacaktı sonsuzluğa yolculuğun, birtanem.
Smokin gömleğini kesip çıkarmışlar. Saklıyorum hiç kesilmemiş gibi. Yüzüğün parmağımda, benimkinin yanında. Ben zaten yaşarken de seni hep yüreğimde, beynimde ve ruhumda taşıdım. Şimdi parmağıma da geçtin canım.
Şu anda, Yanni’den Until the last moment çalıyor birtanem. Sanki seni anlatıyor, canım benim. Seni, beni, aşkımızı anlatıyor. Biz hep âşıktık, hep seviştik birtanem, Yanni’nin notalarındaki gibi; “Until the last moment” – son âna kadar. Ben hâlâ sana âşığım ve olduğun yerde senin de bu aşkı yaşamaya devam ettiğinden eminim.
Nasıl görünüyor acaba, oralardan buraları? Beni “Bir zamanlar…” diye mi hatırlıyorsun acaba? Yoksa, ilkinden son gecemize, hep yeni bir günün tazeliğiyle mi?..
Biliyor musun birtanem, beni özleyecek olman beni endişelendiriyor. Sen hasret çekemezsin, bilirim; beceremezsin. Ben senin yokluğunda böylesine kanıyorsam, sen tek başına ne hallerdesin kim bilir? Şu meşhur kara kaplı defterini de burada bıraktın. Hani yıllar önce bana teslim ettiğin defter; tüm eski maceralarının telefon numaralarının, adreslerinin kayıtlı olduğu. Ne var ki, son yıllarda benim “bilgi tamamlayıcılığım” seni öyle şımartmış olmalıydı ki o isimleri bile bana sorar olmuştun. Allah bilir, şimdi senden evvel göçmüşlerle karşılaşsan isimlerini bile hatırlayamayacaksın. Benim de external hard-drive’ın olarak sana yardım edemeyeceğim bir yerdesin birtanem. Ama bir tesellim var: Hepsi sana sırılsıklam âşıktı onların, seni bulurlar canım benim.
Sonsuzluk mekânında özel ilgiye, şımartılmaya ihtiyacın olmayacağı için memnunum canım benim. Zira sana benden daha iyi bakacak kimseyi tanımıyorum. Bir tek anneciğinle, Şermin Anneciğimle buluştuysan eğer, yine aynı şefkatle sarılacaksın. Benim de içim rahat edecek. Birbirinize ne kadar düşkündünüz, bilirim. Aranızdaki bağı fark ettiğim gün mutlu olmuş, annesine bu kadar düşkün bir erkekten ancak iyi bir eş ve iyi bir baba olur, diye düşünmüştüm. Yanılmamışım.
Bebelerimiz senin için hayatındaki en büyük armağan olmuştu, üstelik pek hazırlıklı olmadığın halde. Tek bir gün bile, ne seslerinden şikâyet ettin, ne de uykunda bile tepene çıkmalarından. Sana ne zaman yaklaşsalar kucağını açardın; dudaklarına bir tebessüm yayılır, keyiften mest olurdun. İlk kez otuz dokuz yaşında keşfettiğin babalık duygusunun sonuna kadar hakkını verdin; sevgini vererek ve sevilerek. Şimdi, ardından, artık iki yetişkin olan bebelerimizle seni anarken, her birimize ayrı ayrı verdiğin sevginin ve ilginin enerjisiyle ısınıyor içimiz, biraz perdeleniyor kaybımız.
•••
Sana soracak o kadar çok şey var ki, birtanem. Ama sormakla kalacağım, biliyorum. Ve de hep cevapsız kalacağım, ta ki bir gün ben de sonsuzluğu yaşayana dek. Şimdilik sadece hislerimle yolumu buluyorum, sık sık şahit olduğun o kuvvetli hislerimle; seni sonsuzlukta arıyorum.
•••
Hatırlar mısın birtanem, dedenin öldüğü yaşa vardığın, babacığının öldüğü yaşa yaklaştığın zamanları; –sanırım biri elli dört, diğeri elli dokuzdu? Her seferinde nasıl “ben bu yıl öleceğim” diye tutturmuştun da, bana zamanı dar etmiştin. Sonra rahatlamıştın, ağababanın öldüğü seksenli yaşlara hazırlanarak.
Evde espri bitmezdi, arka bahçeye gömülmek isterdin hep. “Biciko, sen akıllı kadınsın, her işi becerdiğin gibi bunu da halledersin. Halledemiyor gibiysen, o zaman öldüğümü hiç haber vermez, gizlice gömersiniz” derdin. Akla karayı seçer, “Pamirciğim yapma Allah aşkına; karısı öldürdü der, beni içeri alırlar” derdim. Sen de için için olamayacağını bilirdin ya, o meşhur Girit ve Selanik melezi inadınla boyuna tekrarlar dururdun bu isteğini. “Ben tıngırdayınca pis zamparalar kuyruğa girecek burada. Arka bahçede yatarsam ruhum onları muazzep edecektir” derdin.
Çok uzatmıştın da, bir gün ben de sana “Benim de vasiyetim var o zaman” demiştim: “Ben gömülmek dahi istemiyorum. Mumyalanıp yatağımızda, senin yanında yatmak istiyorum.” Bu isteğim karşısında arka bahçede gömülmek arzunu bir müddet unutmuştun. Heyhat! Evita Peron’un hayatını okuyorduk o sıralar birlikte yatağımızda birlikte kitap okuduğumuz günlerden birinde. Evita’nın mumyasını korumak ve yenilemek bahanesiyle onunla aynı odaya kapanan özel doktorunun hikâyesini okuduğumuzda, sen bunun harika bir fikir olacağını söylemiş, ama bir süre sonra vasiyetini tekrarlamıştın: “Biciko, ben arka bahçede gömülmek istiyorum. Ben tıngırdayınca pis zamparalar…”
Şimdi sana bunları yazarken düşünüyorum da… Büyükbaban Demiraçi Hüseyin Bey’in, İzmir evini almadan önce “Allahım şu evi nasip et, sonra canımı al” diye tekrarlayıp durduğunu dinlemişsin babandan. Defalarla anlatmıştın; her Girit, İzmir konusu açıldığında. İstediği evi almak nasip olmuştu Hüseyin Bey’e. Ama eve yerleştikten sonra merdivenlerden düşüp ölmüştü. Yıllar sonra, babacığın Cazım Bey’de, aynı evin bahçesinde gittikçe yan yatan incir ağacını gösterip, “Bu ağaç yere değdiği zaman ben öleceğim” der dururmuş. Sen de, babanın ölüm haberini alıp İzmir evine girdiğinde ilk işin incir ağacına bakmak olmuş ve dallarını yerde görmüşsün. “Acaba ölümlerini planlamışlar mıydı?” diye konuşurduk, bu konu ne zaman açılsa.
Son zamanlarda, çocuklarımızdan uzak, ailemizin her biri bir taraftayken ölmek endişesinden bahseder olmuştun. Âdeta hummalı bir takıntıya dönüşmüştü bu endişen. Kızımıza, Amerika’ya gittiğimiz zaman “Neden oğlumuz da burada değil? Ölecek olsam o orada olacak” diye; buraya dönünce de “Kızımız artık gelsin. Hep beraber olalım. Ölecek olsam yetişemeyecek” diye tuttururdun. Ben bir televizyon programı, bir konferans için çıkacak olsam, annesinden ayrılmış çocuk gibi, “Bicikom ayrılmayalım. Ayrı kalmak istemiyorum. Bana bir şey olsa, senden uzakta kalmak istemiyorum” derdin.
Beni kıskanırdın, bilirdim, ama bu tutturaklarının kıskançlıkla ilgisi yoktu, görüyordum. Son zamanlarda, senden bir saatten fazla uzak kalacağım hiçbir programa katılamaz olmuştum. Neydi sana bunları söyleten, ne hissederdin bilemiyorum. Kendin de şaşıyordun bu takıntına. Ancak, derin uykuna daldığın geceyi düşündüğümde, sanki hep arzu ettiğin o en mükemmel beraberliğimizi seçip, “İşte şimdi en uygun zaman” demişsin gibi geliyor bana. Kızımız haftalardır burada, bizimle beraberdi. Onun için arabasını hazırlatmıştın, gelince birlikte gezersiniz diye. Şofbendi buzdolabıydı, evin tüm elektrikli aletlerini tamirden geçirtmiştin, “Kızımız geliyor, problem olmasın, oğlumuz evleniyor, o gün bir problem çıkmasın” diye. “Aman düğün gecesi buzsuz kalmayalım. Oğlumuz bir kere evleniyor, geceyi mahvetmeyelim” diyerek zavallı Şaziye’nin her gün kafasının etini yiyordun. Şaziye buz doldurmak için dolabı her açışında da “Sakın kapağını açma dolabın, içindekileri eriteceksin” diye söylenip duruyordun. Zavallı ne yapacağını şaşırıp kalmıştı. “Ama Pamir Beyciğim dolabın kapağını açmadan nasıl buz doldururum ki?” sorusuna da cevabın kısa ve basitti: “Açma da nasıl doldurursan doldur.”
Emektar Şaziyemiz başını yan eğmiş, gülümseyip, “Sağlık olsun Pamir Beyciğim. Bir yolunu buluruz” demişti. Sen gittiğinden beri her dolabı açışında bunları tekrarlayıp ağlıyor Şaziyecik…
Evimizin kendine mahsus pozitif enerjisi, şahındaydı şu son haftalarda. Herkes mutlu, herkes tebessüm içinde; ardı ardına kahkahalarla süslenen sohbetler hepimizi kanatlandırmış gibiydi. Çocuklarla beraber yılbaşı ağacını süslediğim gece bizi keyifle izlemiş, dayanamayıp bir ara beni yine dansa kaldırmıştın. Yine, çocuklarımızla ve dünürlerimizle evde kutlanan sıcacık yılbaşında, ardından ailece geçirdiğimiz sıcacık günlerde, gecelerde ve 10 Ocak’ın o güzel heyecanında, her birimizin işi başından aşkın olmasına rağmen, sen hep ilgi odağıydın. Mutluydun, keyifliydin, en çok sevdiklerin hemen yanı başındaydı, yirmi dört saat. Ya kızın, ya oğlun, ya gelinin seni okşuyor, öpüyor, servis yapıyor; ben her fırsatta yanında sana sarılmış veya seni öpüyor oluyordum. Nikâhın ertesinde, Cazım ve Ariella balayına, bir gün sonra da Pamiracık Amerika’ya, işine döneceklerdi. Gençler balayından dönünce de biz yola çıkacaktık, valizlerimizi kapıp.
•••
Zihnimin kanatlarını hatırlarsın birtanem. Hani omuzbaşlarımdan uçururlardı beni, istediğim zamana, mekâna. Sana da anlatırdım gittiğim yerleri, gördüklerimi, yaşadıklarımı o zihin yolculuklarında. Çoğunu da romanlarımda yazardım, kahramanlarımın hayatıymış gibi. Bu nedenle anlattığım bir şeyi abartılı bulduğunda kibarlığından, “Atma Biciko” diyemezdin de, “Gene roman yazıyorsun Bicikom” derdin. Şimdi, zihnimin kanatlarına takılıp anılarımda gezinirken, garip bir şekilde ruhumun da kanatlandığını hissediyorum. Sadece zihinsel yolculuk yetmeyecek gibi geliyor seni yeniden sarmalamaya, dokunmaya, kucaklayışını hissetmeye. Bedenimi terk etmeden hafif hafif çırpınıyor ruhumun kanatları. Buradan ayrılıp tekrar geriye dönmesini öğrenmeleri için daha on fırın ekmek yemeleri gerekecek. Halbuki zihnimin kanatları bunu yıllardır yapıyor. Bedenimi koltukta bırakarak uzaklaşıyor, tekrar geri dönüyorlar istediğimde.
•••
Düşünüyorum da, hiç “Nermin” demedin bana; “Sevgilim” derdin; “Nerminim”, “Mavişim”, “Nerminciğim” derdin… Ben de sana “Sevgilim” derdim; “Pamirciğim”, “Kocacığım”, “Canım”, “Birtanem”; ama hiç “Pamir” demedim. Bebelerimiz de daha konuşmaya başladıklarında şu insanın içini ısıtan “-cığım” ekini kullanmaya başladılar. Cazimaçi’nin de dili dönmez, bizlere “Babaci”, “Anneci”, “Ablaci” derdi. Salt isimle hitap etmek, sanki sevgisiz bir kelime söylemek gibiydi bizim için. Birbirimize içerlediğimiz o kısa, nadir anlarda bile vazgeçmedik hiç, bu sıcak hitaplardan. Belki ses tonumuzda okunurdu da, bir diğerimiz oradan anlardı sevdiğinin kırgın olduğunu.
•••
Karşımda fotoğrafın birtanem, yanında da iki mum. Güzel yüzün, tatlı gülüşün, âşık gözlerin aydınlatıyor mumları. Yürek çarpıntım hızlanıyor, sana bakarken. İzmir’de kaçamak aşk yaşarken buluştuğumuz günler zihnime takılıyor ve kanatlanıp yanı başıma geliveriyor anılar. Daha iyi yaşamak için ben oralara uçuyorum bu kez.
Kordon’daki çatı katında görüyorum kendimi, sokak kapısını açmışım. Henüz gelmemişsin, ama asansörün hareket ettiğini duymuşum, kapıda bekliyorum. Yüreğimin sesi, asansörün gürültüsünü bastırıyor. Büyüyor yüreğim çırpınırken, öylesine büyüyor ki; kırk sekiz kiloluk naif bedenim taşıyamıyor ağırlığını, nefesim kesiliyor. Asansör katta duruyor. Cam kapının ardından siluetini görüyorum birtanem ve kapının ardından kalbinin atışlarını duyuyorum sanki. Kapı açılıyor. Kuşadası güneşinin esmerleştirdiği tenin, çakmak çakmak âşık mavi gözlerin, arzulu bakışların ve sıcacık tebessümünle karşımdasın. Çantanı yere atıyorsun. Kucaklaşıyoruz. Nefeslerimiz karışıyor. Yüreğim, yüreğin, tek bir yüreğin iki yarısı gibi atıyorlar. Dudaklarımız, dedim ya, sözsüz konuşmaktalar. Sıcaksın, sıcacığım. Kokunu içime çekiyorum. Sen benim rayihamla sarhoşsun. Çenendeki gamzenin tuz tadı dilimin ucunda. İçeri nasıl giriyoruz, yatağa ne zaman uzandık, bilmem. Uçmuş olmalıyım kollarında.
Sevişmenin mahmurluğunda, yanında uyumak ne mutluluktu birtanem, ve aynı mahmurlukla güne uyanmak. Şimdi ise uykularım delik deşik, kevgir gibi. Uykularımın içinde akıp gidiyorum tutunamadan, rüyalarım da beraber. Hiç birini hatırlayamıyorum doğru dürüst. Halbuki rüyalarım benim gece yolculuklarımdır. Derdin ya; “Bicikom, benim yanımda yatıyorsun, ama sen uyurken ayrı bir âleme yolculuktasın” diye. O âlemleri de paylaşırdık seninle, hepsini anlatırdım sana.
Sen buradan ayrılıktan sonra, iyi uyumam için ilaç almamı söylüyor kimi dostlarımız. Ama hiç almadım, almayacağım. Acımı hakkıyla yaşamak istiyorum. Yokluğunun acısı, sarmal aşkımızın diyeti… Bu acıyı yüreğimi kanata kanata yaşamak istiyorum. Aşkımızı, sevişmelerimizi unutamayacağım gibi, yokluğunun tenimdeki soğukluğunu, yüreğimdeki yangınını, ruhumun o serseri mayın misali eşini, sevgilisini arayışını hatırlamalıyım, dantel dantel. Uyuşmadan ağlamalıyım, fotoğrafına bakarken; gömleklerini, kazaklarını koklarken. Yokluğunu, unutur gibi oluyorum o zaman. Yüreğim, zihnim, bedenim, her zamanki gibi, seninle doluyor. Acıma inat, acımın tadını çıkarıyorum yazarken.
Sen, ışığı gök kubbede asılı kalmış bir Kutupyıldızı gibisin şimdi. Aydınlığınla geldin, sevgi ışığını bırakarak sonsuzluğa doğru yol aldın; ama kaymadın, bitmedin, gitmedin, gözden uzaklaşmadın.
•••
Şu akşamlar basmıyor mu birtanem, yerler, odalar dar geliyor. Geceyarısı o kevgir deşik uykulardan uyanmıyor muyum birtanem, gecelere ışık yetmiyor. Sabahlar! Ah şu sabahların körü yok mu bir; hani sarılmış bir halde uyanıp tekrar tekrar yeniden sarıldığımız o saatler. Boşlukta döner gibi oluyorum, kırmızı kazağını diğer yanıma alıp kokunu içime çekiyorum. Ama kokun her zaman içime huzur veremiyor. Sadece özlemin artıyor, artıyor ve ağlatıyor, ağlatıyor birtanem.
Geceleri çok severdim, hep beraberdik; ben yazarken sen yan odada uyurdun. Bilirdim ki; sabahlıyorsam o gece, bir roman mekânında kaybolmuş, sen on kez yanı başıma gelir, öper, yine uykuya dönerdin. Eğer biraz gecikirsen, masamdan kalkar, gelir seni öper, yazmaya geri dönerdim. Bazen de, sabahlamamış, ama geç yatmışsam, bilirdim ki kollarını açıp beni kucaklayacaksın, uykunun arasında.
Uyumak da güzeldi seninle birtanem, uyanmak da, konuşmak da, sadece sarılıp sessizce uzanmak da. Hepsi birbirinden güzeldi canım benim. Şimdi tüm bunlar çok zor geliyor. Gözlerim yanıyor, yüreğim yanıyor, zihnim yanıyor, ruhum acıyor. Bedenime yer, şekil bulamıyorum huzur verecek.
•••
Evde her nerede oturuyorsam, yazıyorsam, nerede yatıyorsam fotoğraflarından birini oraya taşıyorum. Ben sensiz kalmayayım, sen de bensiz kalma diye. O fotoğrafını camide, kabirde kucağımda taşıdım hep, sen yanımdaymışsın gibi hissederek. Tabuta bakınca inanamadım, içinde sen olduğuna, öylesi sıcaktı fotoğrafın göğsümde.
Yoğun bakımda kaldığın üç gün boyunca öpüp okşamıştım seni. Bebelerimiz ayrı ayrı okşadılar, sevgi sözcükleriyle. Okşarken seni, kulağına sevgiler fısıldadım, gözyaşlarımı bıraktım yüzüne, damlasın, tenine değsin, belki seni uyandırır diye.
Son dakikalarını başucunda beraber geçirdik, makineden kalbinin atışlarını izleyerek. Ta ki minik, yorgun kavisler düzde sessizliğe erene kadar. Öyle güzel uyuyordun ki birtanem, öldüğüne değil, uyuduğuna bile inanmak zordu. Huzurlu, sakin, gözlerin kapalı; kendini güneşin tatlı sıcaklığına teslim etmiş de dinleniyordun sanki. Yine bir teslim söz konusuydu ya, bunun ölüm olduğuna kimseleri inandıramazdın. Öylesine pırıl, öylesine hoştu görüntün. Hani, neredeyse, gözlerini açıp, üzerinden keserek çıkardıkları smokin gömleğini giyecek, birlikte kutlamaya eve geri dönecektik. Monitördeki mavi çizgiyi görene kadar hep bunu umdum, canım benim. Ama öyle olmadı, olamadı… Seni bıraktık, döndük eve…
Yatak ağlatıyor yokluğunda, çalışma odandaki masan ağlatıyor; yazdığın son notlar, okuduğun son kitap başucunda. Ayakkabıların, gömleklerin, senin kendine has salon efendiliğinle taktığın fularların, gömleklerin ağlıyor. Bir Göcek yazında sevgili Doğan Gönül’ün sana yaş günü hediyesi olan Paul and Shark mavi gömleğin henüz kutusunda. Bir türlü kıyıp giyememiştin, “Doğan’ın verdiği gibi hatıra kalsın” diye. Pantolonların askıda, sana en son aldıklarımla beraber. Hani daha terziye gönderip boyunu kısaltmaya fırsat bulamadıklarımız. Hatırladın mı, Morristown’da Pamiramız ile beraber sana emrivaki yapıp aldıklarımdan bahsediyorum.
Her şeye doymuştun sen. Yeni hiç bir şey istemez, hatta lafı edildiğinde şu hikâyeyi anlatırdın:
Smokinli bir davette görmüş geçirmiş ama zora düşmüş bir adam, yeni zengin bir meraklının dikkatini çekmiş. Yeni zengin, görmüş geçirmişe demiş ki: “Beyefendi, smokininiz sanki biraz eski moda kalmış ve de daralmış.” Görmüş geçirmiş adam cevap vermiş: “Ah, evet beyefendi, eskidi ve daraldı. Ama hep vardı.”
Bunu senden defalarla dinlememe rağmen, o tatlı anlatışına dayanamaz, her defasında kahkahalarla gülerdim.
Bir keresinde de, Çırağan Sarayı’nda bir davette, fıkradaki gibi, servet ve gösteriş meraklısı bir tanıdığımız bizi yakalamış ve eski Türk filmlerindeki gibi, yanındakileri özellikle kendisi için mühim olan titr ve mali durumları eşliğinde tanıştırmaya başlamıştı: “Bilmem kim Bey, müthiş ithalatçı”; “Bilmem ne Bey, müthiş armatör” diye. Sen de elini uzatıp dudağında her zamanki tatlı tebessümün, kendini tanıştırmıştın: “Pamir Bezmen, nouveau pauvre.”
Sonra, el ele kahkahalarla gülerek uzaklaşmıştık seninle, yeni zenginlerin yeni görmüş dünyasından. Seninle beraber çok gülerdik zaten, çok eğlenirdik. Yaşadıklarımız, acılarımız bile hep kahkahaya, komediye dönüşürdü bir zaman geçtikten sonra. Biz kendi kendimize ve kendimize gülebilenlerdendik. Kimseyle alay etmez, kendimizle dalga geçerdik. “Çok matraksın Biciko” derdin bana, ama sen de beni çok güldürürdün sevgilim.
Seni hastaneye bıraktığımız 10 Ocak gecesinden bu yana hâlâ daha eş dost seninle ilgili komik hikâyeler anlatıyor, birtanem. En azından bir tatlı tebessüm, hoş bir kahkaha bırakmışsın herkesin hayatına. Tüm hayatını bana anlatmış olmana rağmen, dostlarından sana dair anılar dinlediğimde daha da bir keyifleniyorum.
•••
Aralık’taki son Amerika seyahatimizde, kendimce çok radikal bir karar almıştım: Seninle daha çok vakit geçirecek, gezecek, daha çok gülecektik. Son dört buçuk senedir bir gün tatil yapmamıştım yazmaktan. Zira başlı başına bir yolculuktu yazmak, benim için. Sosyal hayatımız neredeyse yok denecek kadar azalmıştı. Defalarla sormuştum, sıkılıp sıkılmadığını. “Hayatımızdan çok memnunum, Bicikom. Hep beraberiz ya, daha ne isterim. Beni davetler, gezmeler ilgilendirmiyor. Sen yazmana bak, ben yanındayım” diyordun her defasında. Biliyordum, tek isteğin hep dip dibe olmamızdı; başka hiçbir keyifle kıyaslama kabul etmezdin. Standart evliliklerde çiftlerin beraber olduğu saatleri düşünürsek, biz seninle aslında otuz dört değil, altmış sekiz senedir evliydik; hatta bazılarına göre, belki yüz iki sene.
Bizim Gizli Bahçemizden kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Bizim Gizli Bahçemizden (2009)
Roman
Yazar: Nermin Bezmen
İlk Basım: 2009
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 396
Baskı Yılı: 2009
Dili: Türkçe
Yayınevi: Doğan Kitap