Simyacı, dünyaca ünlü Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun üçüncü romanı. 1996 yılından bu yana Türkiye’de de çok okundu, çok sevildi, çok övüldü bu kitap. Bir büyük Doğu klasiği olan Mevlânâ’nın ünlü Mesnevî’sinde yer alan bir küçük öyküden yola çıkarak yazılan bu roman, yüreğinde çocukluğunun çırpınışlarını taşıyan okurlar için bir “klasik” yapıt haline geldi.

Simyacı, İspanya’dan kalkıp Mısır piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago’nun masalsı yaşamının öyküsü. Ama aynı zamanda bir “nasihatnâme”; “Yazgına nasıl egemen olacaksın? Mutluluğunu nasıl kuracaksın?” gibi sorulara yanıt arayan bir yaşam ve ahlak kılavuzu. Mistik bir peri masalına benzeyen bu romanın, dünyanın dört bir yanında bunca sevilmesinin gizi, kuşkusuz bu kılavuzluk niteliğinden kaynaklanıyor. 

Simyacı’yı okumak, herkes daha uykudayken şafak vakti uyanıp güneşin doğuşunu izlemeye benziyor.


“İsa öğrencileriyle birlikte yola devam edip bir köye girdi. Marta adında bir kadın, İsa’yı evinde konuk etti.
Marta’nın Meryem adında kız kardeşi, RAB’bin ayakları dibine oturmuş, O’nun konuşmasını dinliyordu.
Marta ise işlerinin çokluğundan ötürü telaş içindeydi. İsa’nın yanına gelerek, ‘YARAB’ dedi, ‘Kardeşimin beni hizmet işlerinde yalnız bırakmasına aldırmıyor musun? Ona söyle de bana yardım etsin?’
RAB ona şu karşılığı verdi: ‘Marta, Marta, sen çok şey için kaygılanıp telaşlanıyorsun. Oysa gerekli olan tek bir şey vardır. Meryem iyi olanı seçti ve bu kendisinden alınmayacak.’’’
İNCİL, LUKA: 10: 38-421

Öndeyiş

Bir kervancının getirdiği kitabı eline aldı Simyacı. Kapağı yoktu kitabın, ama gene de yazarının kim olduğunu anladı: Oscar Wilde’dı yazar. Kitabın sayfalarını karıştırırken Narkissos’u anlatan bir öyküye rastladı.

Narkissos’un, kendi güzelliğini her gün bir gölün sularında seyretmeye giden bu yakışıklı delikanlının efsanesini biliyordu Simyacı. Bu delikanlı kendi görüntüsüne öylesine vurgunmuş ki, günün birinde göle düşüp boğulmuş. Onun göle düşüp boğulduğu yerde de bir çiçek açmış, bu çiçeğe nergis adı verilmiş.

Ama kendi yazdığı öyküyü böyle bitirmiyordu Oscar Wilde.

Tatlı su gölünün kıyısına gelen orman perileri Oryasların onu bir acı gözyaşı kavanozuna dönüşmüş olarak bulduklarını yazıyordu Oscar Wilde.

“Neden ağlıyorsun?” diye sormuş Oryaslar.

“Narkissos için ağlıyorum?” diye yanıtlamış göl.

“Ne var bunda şaşılacak, demiş bunun üzerine orman perileri. Bizler ormanlarda boşu boşuna onun peşinde dolaşır dururduk, ama onun güzelliğini yalnızca sen görebilirdin yakından.”

“Narkissos yakışıklı bir genç miydi?” diye sormuş göl.

“Bunu senden daha iyi kim bilebilir ki?” diye karşılık vermiş iyice şaşıran Oryaslar. “Her gün senin kıyılarına gelip sularına bakıyordu!”

Göl bir süre sessiz kalmış. Sonra şöyle konuşmuş: “Narkissos için ağlıyorum, ama onun yakışıklı olduğunu hiç fark etmemiştim ben. Narkissos için ağlıyorum, çünkü sularıma eğildiği zaman, gözlerinin derinliklerinde kendi güzelliğimin yansımasını görebiliyordum.”

“İşte çok güzel bir hikâye,” dedi Simyacı.

Birinci Bölüm

Delikanlının adı Santiago idi. Sürüsüyle birlikte eski, terk edilmiş kilisenin önüne geldiğinde güneş batmak üzereydi. Kilisenin çatısı çoktandır çökmüş, bir zamanlar ayin eşyalarının konulduğu yerde kocaman bir firavuninciri büyümüştü.

Delikanlı geceyi burada geçirmeye karar verdi. Bütün koyunlarını yıkık kapıdan içeri soktu. Koyunların, geceleyin kaçmalarına engel olacak şekilde, kapıya birkaç tahta koydu. Bu bölgede kurt falan yoktu, ama bir keresinde bir kaçak koyunu bulmak için, ertesi gün bütün gün dolaşmak zorunda kalmıştı.

Yamçısını yere yayıp üzerine uzandı, okuyup bitirdiği kitabı da yastık olarak başının altına koydu. Uykuya dalmadan önce, artık daha kalın kitaplar okuması gerektiğini düşündü: Okunmaları daha uzun sürer, geceleyin de daha rahat yastık olurlardı.

Uyandığında ortalık hâlâ karanlıktı. Yukarıya baktı, yarı yarıya yıkılmış çatının arasından parıldayan yıldızları gördü.

“Biraz daha uyusaydım,” diye düşündü. Bir hafta önceki düşü tekrar görmüş, gene sonunu getiremeden uyanmıştı.

Kalktı, bir yudum şarap içti. Sonra değneğini eline alıp hâlâ uyumakta olan koyunları uyandırmaya başladı. Hayvanların çoğunun tıpkı kendisi gibi uykudan hemen sıyrılıp uyandıklarını fark etti. Sanki gizemli bir güç, iki yıldır, yiyecek ve su peşinde kendisiyle birlikte bütün ülkeyi dolaşıp duran koyunların yaşamına bağlamıştı yaşamını. “Bana öylesine alıştılar ki, saat düzenimi biliyorlar,” dedi kendi kendine alçak sesle.

“Bir an daldıktan sonra, tersi de olabilir,” diye düşündü. Hayvanların saat düzenine belki de kendisi alışmıştı.

Gene de, uyanması geciken koyunlar da vardı. Adlarını söyleyerek sopasıyla birer birer hepsini uyandırdı. Söylediklerini koyunların anlayabildiğine her zaman inanmıştı. Bundan dolayı, kendisini etkileyen kitapların bazı bölümlerini kimi zaman onlara okur; kimi zaman da kırlarda dolaşan bir çobanın yalnızlığından ya da yaşama sevincinden söz ederdi onlara; kimi de uğramayı alışkanlık haline getirdiği kentlerde gördüğü son yenilikleri anlatırdı.

Ama, önceki günden bu yana, dört gün sonra varacağı kentte yaşayan genç kızdan başka bir konuşma konusu açmamıştı. Bir tüccarın kızıydı söz konusu olan. Önceki yıl, yalnızca bir kez gelmişti buraya. Tüccarın bir kumaş mağazası vardı; alacağı mal konusunda aldatılmamak için, koyunların gözünün önünde kırkılmasını istiyordu. Bu mağazayı ona bir arkadaşı anlatmış, çoban da sürüsünü oraya götürmüştü.

“Biraz yün satmak istiyorum,” demişti çoban, tüccara.

Dükkân kalabalıktı, iş yoğundu; bu yüzden, tüccar çobana ikindiye kadar beklemesini söyledi. Bunun üzerine çoban gidip mağazanın önündeki kaldırıma oturdu, heybesinden bir kitap çıkardı.

“Çobanların kitap okuyabildiklerini bilmiyordum,” dedi yanı başında bir kadın sesi.

Uzun siyah saçları, eski Magripli fatihleri belli belirsiz anımsatan gözleriyle, tepeden tırnağa tam bir Endülüs kızıydı konuşan.

“Koyunlar kitaplardan daha öğreticidir,” diye yanıtladı genç çoban.

İki saatten fazla sohbet ettiler. Endülüs kızı, tüccarın kızı olduğunu söyledi, her günü birbirine benzeyen köy yaşamını anlattı. Çoban, Endülüs kırlarından, uğradığı kentlerde gördüğü son yeniliklerden söz etti. Koyunlarıyla konuşmak zorunda kalmadığı için mutluydu çoban.

“Okumayı nasıl öğrendiniz?” diye sordu genç kız.

“Herkes gibi,” diye yanıtladı çoban. “Okulda.”

“Peki ama, okuma bildiğinize göre niçin çobanlık yapıyorsunuz?”

Delikanlı bu soruyu yanıtlamamak için duymazlıktan geldi. Vereceği yanıtı genç kızın anlamayacağından emindi. Bu yüzden, yolculuk öyküleri anlatmayı sürdürdü.

Genç kızın Magripli küçük gözleri, merak ve şaşkınlıktan kocaman açılıyor, kimi de iyice küçülüyordu. Zaman geçtikçe, zamanın hiç geçmemesini, genç kızın babasının işlerini bitirememesini ve kendisinden üç gün daha beklemesini istemesini dilemeye başladı delikanlı. Şimdiye kadar hiç duymadığı bir şeyler hissettiğini fark etti. Sonsuza dek bir yere yerleşmek istiyordu. Kara saçlı genç kızın yanında, kuşkusuz, günler birbirine benzemezdi.

Ama sonunda tüccar gelip dört koyun kırkmasını istedi. Borcunu ödedikten sonra çobanın ertesi yıl da uğramasını söyledi.

Şimdi bu kasabaya ulaşmak için önünde dört gün vardı çobanın. Heyecandan içi içine sığmıyordu, ama yüreğini koyu bir kaygı da sarmıştı: Belki de genç kız unutmuştu onu. Yün satmak için oraya uğrayan bir yığın çoban vardı.

“Pek önemli değil,” dedi koyunlarıyla konuşurken. “Ben de başka yerlerde başka kızlar tanıyorum.”

Ama, yüreğinin derinliklerinden biliyordu ki, öyle “Pek önemli değil,” diyecek durumda değildi. Çobanların da, tıpkı denizciler ve gezgin satıcılar gibi, kendilerini yeryüzünde başıboş dolaşmaktan vazgeçirtecek birinin yaşadığı bir kente uğrayabileceklerini biliyordu.

Günün ilk ışıkları tanyerinden yükselmeye başlarken, çoban koyunlarını gündoğusu yönünde sürmeye başladı. “Hiçbir zaman bir karar vermek gereksinimi duymuyorlar,” diye düşündü. “Belki de bu yüzden hep benim yanımda kalıyorlar.” Su ve yiyecekten başka bir şeye gereksinim duymuyordu koyunlar. Onların çobanı olarak Endülüs’ün en iyi otlaklarını bildiği sürece, kendisiyle her zaman dost kalacaklardı. Güneşin doğuşu ile batışı arasında eğleşen, uzun saatlerden oluşan günlerin biri ötekinden farklı olmasa da; kısacık yaşamları boyunca tek bir kitap okumasalar, köylerde olup bitenleri anlatan delikanlının insan dilini anlamasalar da. Yiyecek ve suyla yetiniyorlardı ve bu onlar için yeterliydi. Buna karşılık, yünlerini, arkadaşlıklarını ve kimi zaman da etlerini cömertçe sunuyorlardı.

“Günün birinde bir canavara dönüşsem ve tek tek hepsini öldürsem, sürünün hepsini boğazladıktan sonra ancak işin farkına varırlardı,” diye düşündü delikanlı. “Çünkü bana inanıyorlar ve artık kendi içgüdülerine güvenmiyorlar. Bu böyle, çünkü onları otlağa ben götürüyorum.”

Delikanlı kendi düşüncelerine şaşmaya, onları tuhaf bulmaya başladı. İçinde firavuninciri bitmiş kilise belki de cinli periliydi. Belki de aynı düşü bu nedenle yeniden görüyor ve her zaman sadık dost saydığı koyunlara karşı öfke duyuyordu. Önceki akşam yemeğinden kalma şarabından içti biraz ve yamçısına sarındı. Birkaç saat sonra, güneşin yükselmesiyle artan bunaltıcı sıcaklar yüzünden sürüsünü kırda dolaştıramayacağını biliyordu. Yazın bu saatte bütün İspanya uykuya dalardı. Sıcak, gece ininceye kadar sürerdi, ama bu arada yamçısını yanında taşımak zorundaydı. Her şeye karşın, bu yükten yakınmaya kalkıştığı zaman, sabah ayazını bu yük sayesinde hissetmediğini anımsıyordu kuşkusuz.

“Havanın beklenmedik değişikliklerine karşı koymaya her zaman hazır olmalıyız,” diye düşünüyordu o zaman; yamçının ağırlığına katlanmayı minnetle kabul ediyordu.

Yamçının da bir varlık nedeni vardı, tıpkı delikanlının hikmeti vücudu gibi. Orası senin, burası benim Endülüs ovalarını iki yıl dolaştıktan sonra, bölgenin bütün kentlerini ezbere öğrenmişti; yaşamına anlam veren şey gezip dolaşmaktı. Basit bir çobanın neden okuma bildiğini, bu kez genç kıza açıklamak niyetindeydi: On altı yaşına kadar papaz okuluna gitmişti. Ana babası, onun din adamı olmasını istemişlerdi; tıpkı koyunları gibi, yalnızca su ve yiyecek için çalışan yoksul bir köylü ailesi için gurur kaynağıydı böyle bir şey. Latince, İspanyolca ve din bilim okumuştu. Ama, daha küçüklüğünden itibaren dünyayı tanımayı hayal etmişti, Tanrıyı ya da insanın günahlarını öğrenmekten çok daha önemliydi böyle bir şey. Bir akşam, ailesini görmeye giderken, bütün cesaretini toparlayıp babasına rahip olmak istemediğini söyledi. Yolculuk yapmak istiyordu.

“Dünyanın bütün insanları şimdiye kadar bu köyden gelip geçtiler, oğlum,” dedi baba. “Burada yeni şeyler aramaya geldiler, ama hiç değişmediler. Şatoyu gezmek için tepeye çıkarlar ve geçmişin günümüzden daha iyi olduğuna karar verirler. Saçlarının rengi ister açık, ister koyu olsun, hepsi de köyümüzün insanlarına benzerler.”

“Ama ben, bu insanların geldikleri ülkelerdeki şatoları bilmiyorum,” diye yanıtladı delikanlı.

“Bu insanlar, tarlalarımızı, kadınlarımızı görünce, her zaman burada yaşamak istediklerini söylerler,” diye sürdürdü baba.

“Onların geldikleri yerlerin kadınlarını ve topraklarını tanımak istiyorum,” dedi oğul bunun üzerine. “Çünkü hiçbiri bizimle kalmıyorlar burada.”

“Ama bu insanların cepleri para dolu,” dedi baba. “Bizim burada, yalnızca çobanlar başka yerleri görebilirler.”

“Öyleyse, ben de çoban olacağım.”

Bunun üzerine baba hiçbir şey söylemedi. Ertesi gün, içinde üç eski İspanyol altın lirası bulunan bir kese verdi oğluna.

“Bunları bir gün tarlada bulmuştum. Rahipliğe kabul edilme töreninde kiliseye vermeyi düşünüyordum. Git, kendine bir sürü al ve en iyisinin bizim şatomuz, en güzel kadınların da bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş.”

Ve baba, oğlunu kutsadı. Delikanlı, babasının gözlerinde de dünyayı dolaşma isteğinin bulunduğunu gördü. Her gece uyumak, yemek ve içmek için hep aynı yerde kalarak yıllarca kurtulmaya çalışmış olmasına karşın, hâlâ canlı kalan bir istekti bu.

"

Simyacı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Simyacı