“Pek az Türk romanı Araba Sevdası kadar adına bağlıdır. Kitap, bir modanın ve muayyen iktisadi şartlar etrafında hemen bir lahzada teşekkül etmiş köksüz bir kalabalığın romanıdır.”
Ahmet Hamdi Tanpınar
Tanzimat edebiyatının birinci döneminde temelleri atılan modern edebiyatımızın duvarlarını örmeye başlayan isimlerden biri de Recaizade Mahmut Ekrem’dir. Gençleri yazmaya, yazdıklarını yayımlatmaya teşvik ederek bir neslin önünü açan üstat Recaizade’nin Araba Sevdası romanı, Türkçede roman türünün başarılı ilk örneklerinden biri olarak kabul edilir.
Edebiyatımızda sıkça işlenen mirasyedi, züppe tiplerin öncülerinden olan Bihruz Bey’in hayatı, düşünceleri ve aşkı, Araba Sevdası’nda yer yer komedileştirilerek anlatılırken okura o dönemi ve ülkenin Batılılaşma macerasını enine boyuna düşünme imkânı sunar.
1896’da Servet-i Fünûn’da tefrika edilen bu büyük romanı, orijinalinde yer alan resimler, döneme dair diğer fotoğraflar ve dipnotlarla zenginleştirilmiş bir baskıyla, günümüz Türkçesine uyarlayarak sunuyoruz.
Birinci Kısım
1
Üsküdar’dan Bağlarbaşı yoluyla Çamlıca’ya gidilirken Tophanelioğlu’ndaki dört yol ağzı mevkisinden yaklaşık olarak bir yüz adım ileriye bakış atılırsa o geniş şosenin sonunda, etrafı bir buçuk arşın kadar yükseklikte, duvarla çevrilmiş bir ağaçlık görülür.
Bu ağaçlığa varıldığı gibi şose yol, sağ ve sol olmak üzere ikiye ayrılır. Duvarla çevrili olan ağaçlığın büyükçe bir kapısı vardır ki iki yolun tam ayrılma noktasında bulunur.
Sağ ve soldaki yollardan hangisine gidilecek olsa diğer taraf bahsedilen ağaçlıkla çevrilidir. Ağaçlığın yanındaki duvar alçacık olduğundan üzerinden hayvan ve özellikle insan aşamasın diye boyunca teller uzatılarak korunmuştur.
Orta derecede bir yokuş üzerindeki bu yollardan basit bir yürüyüşle dört-beş dakika kadar gidilince daima duvarla çevrili olan ağaçlık bir meydancığa varılır. Ağaçlığın burada da cephede aşağıkine paralel bir kapısı vardır. Yüksekten kuşbakışı bir bakışla bakmak mümkün olsa bir koni şeklinde görünecek olan ağaçlık burada biterse de iki yol yine birleşemez. Meydancığın bir otuz adım ötesinde epeyce geniş ve yüksek bir set üzerinde -eski tarz binaları taklit yolunda yapılmış- enli, saçaklı, bir kattan ibaret bir bina ve bunun etrafında bazı büyücek ağaçlar mevcuttur. Onun üst yanında diğer bir setle başlayan yerse birtakım servi ve meşe ağaçlarını ve vaktiyle kırılamayıp kalmış ve mevkinin “Sarı Kaya” ismiyle adlandırılmasına sebep olmuş büyük büyük sararmış kayaları olan inişli yokuşlu kendi haline terk edilmiş bir mezarlıktır ki geçtiğimiz meydancıktan buraya değin olan mesafe de yine bir beş dakikalık kadar tahmin olunur.
Bu mezarlık da geçildikten sonradır ki iki yol hem birleşir hem de düzleşir. Buradan yine bir beş dakika kadar ileri yürünürse artık Çamlıca Dağı’nın eteğinde Kısıklı köyünün çarşısına varılmış olur.
Buraya çıkıncaya kadar yorulmadıksa yine aşağı doğru inelim de noktalarını ve sınırlarını belirlediğimiz yerleri inceleyelim. Tabiidir ki bu incelemeye de bahsi geçen ağaçlıktan başlayacağız.
Burası “Çamlıca Bahçesi” adıyla İstanbul’da en önce düzenlenmiş ve açılmış olan bahçedir. Birkaç zamandan beri halkın rağbetinden bütün bütün uzak olduğundan çoğu günler kapıları kapalı durur.
Yazın ve özellikle baharlarda bu bahçeyi açtırıp da aşağıki kapıdan içerisine girerseniz beş-on adım ilerleyerek etrafınıza bakınca çok büyük ve bayındır, iç açıcı bir bahçe içinde bulunduğunuzu derhal anlarsınız.
Bahçenin yalnız meydana geldiği tarihte güzel görünmesi fikriyle değil, ileride yani zamanlar gelip geçtikçe ağaçların, ormanların büyüyerek kazanacakları hale göre güzelliklerini daima artırarak koruyabilmesine dair ileri görüşlülükle yapılan iç bölümleme ve o büyüklü küçüklü tarhlarının uyumuna ve konumlanmalarına bakarak önce düzenlenmesini üstlenen tabiatsever kim ise sanatını alkışladıktan sonra her tarafı birer birer dikkat ve beğeniyle seyretmeye başlarsınız.
Dışarısının meraklı bakışlarını kesmek için kenarlara düzenli bir sırada dikilip gereği gibi büyümüş, dal budak salıvermiş salkım, aylandoz, atkestanesi gibi gölgeli ağaçlarla orta yerlerde yer yer dikilmiş çınar, kavak, manolya, salkımsöğüt gibi çeşit çeşit ağaçların ve bazı yerlerde bakışın ışığının değil güneş ışıklarının bile içerisine kolaylıkla nüfuz edemeyeceği şekilde sıklaşmış ormancıkların etrafında dolaşır; bunları ziyadesiyle gönlünüze uygun bulursunuz.
Biraz ilerleyince bir düzlüğün ortasında üstü kapalı, etrafı açık kameriye gibi bir şey ve bazı kenar yollar üzerinde kulübe tarzında düzenli ve hoş ufak ufak binalar gözünüze çarpar. Bunlardan çardağa benzeyen şeyin -özel günlerde müzik icrası için çağrılacak- çalgıcı takımına ayrılmış bir yer ve o kulübelerin de bahçe içinde yiyecek ve içecek satmak için yapılmış “büfe’ler olduğunu anlar, bunları da beğenirsiniz.
Azıcık daha ileri gidince bir büyük lak , onun ortasında gönlünüze göre bir adacık, bu adayı kenara bağlamak üzere düzensiz bir şekilde çitten yapılmış tabii güzel köprüler ve adanın üzerinde yine işlenmemiş ağaç dal ve kütüklerinden inşa olunmuş zarif bir köşk gözlemler, bunlardan da aşırı hoşlanırsınız. En sonra yukarıki kapıdan çıkarak bahsettiğimiz meydancığı geçip ve set üzerine çıkarak evvelce gördüğünüz binayı da yakından seyrettiğiniz ve bunun da bahçeye bağlı bir “gazino’ olduğunu öğrendiğiniz halde bahçenin her şekilde kusursuzluğunu kabul edersiniz.
Üsküdar’dan Bağlarbaşı tarikiyle Çamlıca’ya gidilirken Tophanelioğlu’ndaki dört yol ağzı mevkisinden takriben bir yüz hatve ileriye medd-i nazar olunursa o vâsi şosenin münteha-i vasatisinde etrafı bir buçuk arşın kadar irtifada duvar içine alınmış bir ağaçlık görülür.
Bu ağaçlığa varıldığı gibi şose yol, sağ ve sol olmak üzere iki şubeye ayrılır. Duvarla muhat olan ağaçlığın büyücek bir kapısı vardır ki iki yolun tamam nokta-i iftirakında vakidir.
Sağ ve soldaki yollardan hangisine gidilecek olsa taraf-ı muhalifi mahut ağaçlıkla mahduttur. Ağaçlığın yanındaki duvar alçacık olduğundan üzerinden hayvan ve bahusus insan aşamamak için boyunca teller uzatılarak muhafaza olunmuştur.
Mutedil bir yokuş üzerindeki bu yollardan seyr-i adiyle dört-beş dakika kadar gidilince daima duvarla muhat olan ağaçlık bir meydancığa müntehi olur. Ağaçlığın burada da cephede aşağıkine muhazi bir kapısı vardır. Yüksekten kuşbakışı bir nazarla bakmak mümkün olsa bir şekl-i mahrutide görünecek olan ağaçlık burada biterse de iki yol yine birleşemez. Meydancığın bir otuz hatve ötesinde epeyce vâsi ve mürtefi bir set üzerinde -kâr-ı kadim binaları taklit yolunda yapılmış- enli saçaklı bir kattan ibaret bir bina ve bunun etrafında bazı büyücek ağaçlar mevcuttur. Onun üst yanında diğer bir setle başlayan yerse birtakım servi ve meşe ağaçlarını ve vaktiyle kırılamayıp kalmış ve mevkinin “Sarı Kaya” ismiyle benam olmasına sebep olmuş büyük büyük sararmış kayaları havi inişli yokuşlu metruk bir mezarlıktır ki geçtiğimiz meydancıktan buraya değin olan mesafe de yine bir beş dakikalık kadar tahmin olunur.
Bu mezarlık da geçildikten sonradır ki iki yol hem birleşir hem de düzleşir. Buradan yine bir beş dakika kadar ileri yürünürse artık Çamlıca Dağı’nın eteğinde Kısıklı köyünün çarşısına varılmış olur.
Buraya çıkıncaya kadar yorulmadıksa yine aşağı doğru inelim de nukat ve hududunu tayin ettiğimiz mevakii tahkik edelim. Tabiidir ki bu tahkike de mahut ağaçlıktan başlayacağız.
Burası “Çamlıca Bahçesi” namıyla İstanbul’da en evvel tanzim ve küşat olunmuş olan bahçedir. Birkaç zamandan beri rağbet-i ammeden bütün bütün mehcur olduğu cihetle ekser eyyamda kapıları kapalı durur.
Yazın ve bahusus baharlarda bu bahçeyi açtırıp da aşağıki kapıdan içerisine girerseniz beş-on kadem ilerleyerek etrafınıza bir nazar ediverince muazzam ve mamur bir ravza-i dil-küşa içinde bulunduğunuza derhal kail olursunuz.
Bahçenin yalnız meydana geldiği tarihte güzel görünmesi fikriyle değil ileride yani zamanlar gelip geçtikçe ağaçların, ormanların büyüyerek kesbedecekleri hale göre letafetlerini daima tezyiden muhafaza eyleyebilmesi mütalaa-i dûr-endişanesiyle icra olunan taksimat-ı dahiliyesine ve o büyüklü küçüklü tarhlarının tenasüp ve vaziyetlerine bakarak iptida tanzimini deruhte eden tabiatşinas-ı mahir kim ise sanatına tahsinhan olduktan sonra her tarafı birer birer nazar-ı dikkat ve istihsandan geçirmeye başlarsınız.
Haricin enzar-ı tecessüsünü kesmek için kenarlara bir tertib-i matbuda dikilip gereği gibi feyizlenmiş, dal budak salıvermiş salkım, aylandoz, atkestanesi gibi sayedar ağaçlarla orta yerlerde cabeca mağrus çınar, kavak, manolya, salkımsöğüt misilli eşcar-ı gûnâgûnun ve bazı yerlerde nur-ı nazarın değil eşia-i şemsin bile içerisine kolaylıkla nüfuz edemeyeceği surette sıklaşmış ormancıkların etrafında dolaşır; bunları ziyadesiyle dilpesend bulursunuz.
Biraz ilerleyince bir düzlüğün vasatında üstü kapalı, etrafı açık kameriyemsi bir şey ve bazı kenar yollar üzerinde kulübe tarzında muntazam ve matbu ufak ufak binalar müsadif-i nazarınız olur. Bunlardan kameriyeye benzeyen şeyin -eyyam-ı mahsusada icra-i ahenk için celbolunacak- çalgıcı takımına mahsus bir yer ve o kulübelerin de bahçe dahilinde mekûlat ve meşrubat satmak için yapılmış “büfe’ler olduğuna intikal eder, bunları da beğenirsiniz.
Azıcık daha ileri gidince bir büyük lak , onun ortasında dil-nişin bir adacık, bu adayı kenara rapt etmek üzere suret-i gayr-i muntazamada çitten yapılmış tabii güzel köprüler ve adanın üzerinde yine işlenmemiş ağaç dal ve kütüklerinden inşa olunmuş zarif bir köşk müşahede eder, bunlardan da aşırı hoşlanırsınız. En sonra yukarıki kapıdan çıkarak mahut meydancığı mürur ve set üzerine suudla evvelce gördüğünüz binayı da yakından temaşa ettiğiniz ve bunun da bahçeye merbut bir “gazino’ olduğunu öğrendiğiniz halde bahçenin her suretle mükemmeliyetini tasdik eylersiniz.
2
Şu birkaç sözle evsafı kabaca tarif edilmiş olan Çamlıca Bahçesi bundan evvel şimdiki gibi hüzünlü bir sükût-abad-ı tenhayi değil hengâmeli bir sûrgâh-ı şevk ve şagabdı.
Tesviyesiyle, tanzimiyle bir hayli zaman uğraşılan bu bahçenin 1286 sene-i rumiyesi mevsim-i baharında küşat edileceği havadisi İstanbul ile bilad-ı selase tabir olunan mevaki ahalisi beyninde şayi olunca erbab-ı heva vü hevesten olan gençler ve bahusus böyle eğlenceleri erkeklerden birkaç kat ziyade aramaya tab’an mecbur olan hanımlar hulul-i vakt-i merhuna intizaren elbiseye, süse müteallik hazırlıklara gereği gibi germiyet vermişler ve bizim memlekette emsali henüz meşhut olmayan bu “moda” nüzhetgâhtan her vakit ve belki mehtaplı gecelerde bile istifade maksadı kolaylıkla hasıl olmak için pek çok aileler Çamlıca, Bulgurlu, Kısıklı, Tophanelioğlu, Bağlarbaşı taraflarında köşkler, haneler isticar ederek bahar gelir gelmez hemen nakle müsaraat göstermişlerdi.
Nihayet o senenin mayıs ayı iptidalarında “bahçe” açıldı. İstirahat ve tenezzühe mahsus olan cuma ve pazar günleri Üsküdar, Kadıköyü, Beylerbeyi gibi Çamlıca’ya civar sayılan yerlerden başka İstanbul’un mahall-i baidesinden, Boğaziçi’nden ve sair mahallerden arabalar, hayvanlarla ve bazen yayan olarak gelen kadın erkek binlerce seyircinin bahçeye tehacümü hakikaten görülecek temaşalardandı.
Hududu bir çeyrek saatte ancak devrolunabilen bahçe, o kadar vüsatıyla beraber o cemm-i gafiri istiap edemediğinden halkın birtakımı girdikçe diğer birtakımını çıkmaya mecbur ederdi. Bu suretle gerek yukarıki gerek aşağıki kapıdan layenkatı girip çıkan seyircilerin kesret-i izdihamıyla o koca bahçe -teşbih biraz kabacaysa da- azîm bir arı kovanını andırırdı. Fakat bu bir kovandı ki arıların bal alacakları çiçekler de içinde bulunurdu! İçeride kalanlardan -alafranga bir tabirle- taife-i latifeye mensup olanlar ezhar-ı baharîye rekabet eder gibi en parlak, en güzel renkler içinde ve üçü beşi bir yerde çiçekler gibi iki taraflarına salınarak gezinirler ve bunlardan bal almak hevesiyle bi-karar olan zenbur mizaç genç beyler de çiçeklerin arasında ikişer ikişer dolaşırlardı.
Bahçenin dışarısına gelince o da bir başka âlemdi: Süslü hanımları, şık beyleri hamil birkaç yüz kadar araba bahçenin etrafını kuşatarak bir zincir-i müteharrik gibi birbiri ardınca muttasıl ve müteselsil devrederlerdi.
Vakıa o tarihte ağaçlar daha pek genç ve belki çocuk, ormanlarsa pek seyrek olmakla beraber sunuf-ı nebatat içinde hüsn-i manzaraya malik ve tezyin-i riyaza hadim eşcar ve ezharın ve çemenlerin her nev-i makbul ve muteberi kendisinde mevcut bulunduğu için baharistan-ı tabiatın bir mecmua-ı müntehabatı gibi manzur olmaya liyakat gösteren ve fazla olarak derununda lâk ve köşk gibi enzarı başkaca memnun edecek şeyleri ve alelhusus istirahat ve huzur arzu edenler için cabeca sandalyeleri, kanepeleri bulunan bu bahçe halkın sair seyir yerlerine olan rağbetini tamamıyla kendisine celbetmişti. Binaenaleyh cuma ve pazardan gayrı günlerde ve bazen mehtaplı gecelerde bile “bahçe” züvvardan hâlî kalmazdı. Onun için demiştik ki: Çamlıca Bahçesi bundan evvel şimdiki gibi hüzünlü bir sükût-abad-ı tenhayi değil hengâmeli bir sûrgâh-ı şevk ve şagabdı. Filhakika o pirane-ser ağaçlar vaktiyle gençti, heva-i arzu önünde bi-karar olan ehl-i şebap gibi bunlar da en hafif bir rüzgârla hemen ihtizaza gelirler ve şevk ve ümide dair güft ü şenide başlarlardı!
3
O senenin haziranı evasıtına doğru sıcaklar günden güne şiddetini artırdı. Sıcaklar ziyadeleştikçe bahçedeki germiyet noksan bulmaya başlamıştı. O esnada bir perşembe gecesi zuhur eden bir fırtınayı müteakip ta-besabah devam eden yağmur havayı tasfiye ve tadil ettiği ve tozları kâmilen bastırdığı gibi dağlara bağlara da bir taravet-i cedide bahşeylediğinden bir gün sonraki cuma günü saat sekiz sularında “bahçe” emsali görülmedik bir kalabalığa mazhar olmuştu.
Bu kalabalığın ekseriyeti -kadınlar başka erkekler yine başka olarak- üçer beşer bahçenin içinde aşağı yukarı gezinirler, diğerleri de tarhların arasındaki kanepelere sandalyelere oturarak ve çalgıcıların -o zamanlar İstanbul’ca pek “moda” olan- Bel Elen operasından çaldıkları havaları dinleyerek gezinenleri temaşayla eğlenirlerdi.
Bu temaşacıların içinde takriben yirmi üç-yirmi beş yaşlarında, top simalı, saz benizli, ela gözlü, kara saçlı, az bıyıklı, kısaca boylu, güzel giyinmiş bir bey görülürdü ki aşağıki kapıya yakın ve kapıdan her gireni çıkanı görmeye müsait bir mevki tutarak bir masanın iki yanındaki birer sandalyeden birisine kendisi kurulmuş, diğerine de yakasının iç tarafındaki “Terzi Mir” markası yakından geçenlerin gözlerine çarpmakta olan “pardesü’’sünü sanki gelişigüzel atmıştı.
Masanın üzerinde bir tepsi içinde görülen bir “arpa suyu” kadehi hemen bir saatten beri geldiği gibi dolu durmaktaydı. Genç beyse oturduğu yerde sol ayağı üzerine atmış olduğu sağ ayağını mızıkanın usulüne muvafık bir hareketle muttasıl oynatır ve o ayağı pek de küçük değilken ziyadesiyle nazik, ziyadesiyle biçimli gösteren “Heral” işi parlak potininin sivrice burnuna elindeki bağa saplı ve sapının üzeri Fransızca “M.B.” harflerini irae eder gümüş markalı bastonuyla bir düziye vurur ve en azı her beş dakikada bir kere uçları altınlı bir siyah ipek şeride merbut mineli saatini beyaz yeleğinin cebinden çıkarıp baktıktan ve sabırsızlıkla yerinden fırlayarak kapı tarafına doğru beş-on adım gittikten sonra yine sandalyesine avdetle evvelki vaziyetini alırdı. Genç beyin bu haline dikkat edenler kendisinin mühim bir intizar rahatsızlığı içinde bulunduğuna hükmedebilirlerdi.
Araba Sevdası kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Araba Sevdası
Edebiyat
Roman
Yazar: Recaizade Mahmut Ekrem