Rahat ve korunaklı bir yaşam süren saygın bir kadın, sekiz yıllık evliliğinden sıkılmış, burjuva dünyasının kozasından çıkarak kendini genç bir piyanistin kollarına atmıştır. Ancak bu gizli ilişkiden haberdar olan bir şantajcının ansızın zuhur etmesiyle, hayatında yeni farkına vardığı bütün güzellikleri yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve kahredici bir korkunun pençesine düşer. Korku insanı bilinçdışına itilmiş utanç verici deneyimlerden, bastırılmış pişmanlıklardan özgürleştirebilecek güçte bir yapıt.


Bayan Irene, âşığının dairesinden çıkmış, apartmanın merdivenlerini iniyordu ki, birden yine o anlamsız korkuya kapıldı. Gözlerinin önünde kara bir topaç vınlayarak dönmeye başlamış, dizleri donup kaskatı kesilmişti. Ansızın yere kapaklanmamak için hemen parmaklığa tutunmak zorunda kaldı. Bu tehlikeli ziyareti ilk defa yapmıyor; bu ani ürpertiye alışmış bulunuyor, ama içindeki olanca karşı koymaya rağmen evine dönerken her seferinde o saçma ve gülünç korkunun beyhude bunalımlarından kendini koruyamıyordu. Randevuya gelişi daha kolaydı şüphesiz. Arabayı sokağın köşesinde durduruyor, sağa sola bakmadan, hızlı hızlı birkaç adımda apartman kapısına geliyor, sonra bir koşu basamakları çıkıyor, içinde sabırsızlığın da tutuştuğu o ilk korku, hoş geldin diyen bir kucaklayışta sıcak sıcak eriyip gidiyordu. Ama sonra, evine döneceği zaman korku, bir üşümeyle geliyor, Irene o esrarengiz dehşeti duyuyor, bu dehşete bir suç ürpertisiyle, sokakta yabancı bakışların nereden gelmekte olduğunu yüzünden okuyabilecekleri, şaşkınlığını kaba bir gülümseyişle karşılayacakları şüphesi, o saçma delilik de karışıyordu. Âşığının yanında geçen son dakikalar, bu önsezinin gittikçe artan sıkıntısıyla zehirleniyordu: Gideceğine yakın elleri sinirli bir telaşla titriyor, âşığının sözlerini dalgın dinliyor, onun tutkunluklarının son serpintilerini acele geri çeviriyor, bütün benliğiyle gitmek, uzaklaşmak için çırpınıyor, âşığının dairesinden, bu apartmandan, bu maceradan kaçıp kendi sakin burjuva âlemine dönmek istiyordu. Derken şimdi de sıra, kendisini boş yere yatıştırmaya çalışan o sözlere geliyordu; heyecandan bunları ancak işitiyor, sonra gizleyen kapının berisinde, dışarısını dinleyiş saniyeleri başlıyor, merdivenlerden inip çıkan biri var mı diye dışarıya kulak veriyordu. Fakat kapının hemen dışında sabırsız bastırmak için, korku, onu bekliyor; bu korku kalbinin atışlarına öylesine hükmediyordu ki Irene, birkaç basamak merdiveni âdeta soluk soluğa iniyordu.

Bir dakika, gözleri kapalı, öylece durdu; sahanlığın loş serinliğini hırsla içine çekti. Birden yukarı katlardan birinde bir kapı hızla kapandı, Irene ürküp kendini toparladı. Elleri kendiliğinden, yüzündeki kalın tülü daha sıkı kapamaya doğru giderken, çabucak merdivenlerden indi. Şimdi sonuncu ve en korkunç dakikanın tehdidini yaşıyor, yabancı apartmanın kapısından sokağa çıkmak dehşetine hazırlanıyordu: Atlamak üzere bir atlet gibi başını eğdi, ani bir kararla aralık kapıya doğru yürüdü.

Birden, anlaşılan içeri girmekte olan bir kadına sert bir şekilde çarptı.

Şaşırarak, “Pardon!” dedi ve kadının yanından hemen geçip gitmeye davrandı. Ama kadın kapıyı tıkamış, öfkeli, aynı zamanda ulu orta bir alayla, gözlerini Irene’ye dikmişti. Cırlak bir sesle ve yüzsüz, “Eh, işte nihayet yakaladım!” diye bağırdı. “Tabii, namuslu bir kadınsınız, sözüm ona! Kocanız var, bunca paranız var, her şeyiniz tamam; bir de tutmuş zavallı bir kızın âşığını ayartıyorsunuz…” “Allah aşkına. Durun. Yanılıyorsunuz.” diye kekeledi Bayan Irene ve sıvışmak için beceriksiz bir harekette bulundu, fakat kadın cüsseli vücuduyla kapıyı doldurmuş, şirretliği ele almıştı: “Hayır, yanılmıyorum. Sizi

tanıyorum. Siz Eduard’ın yanından, dostumdan geliyorsunuz. Şimdi sizi nihayet ele geçirdim, onun şu son günlerde bana ayıracak zaman bulamayışının sebebini şimdi anladım. Demek sizin yüzünüzden. Sizi şıllık sizi!”

Bayan Irene ölü bir sesle, “Allah aşkına bağırmayın, n’olursunuz!” diyerek kadının sözünü kesti ve bir otomat gibi, avludan yana geri çekildi. Kadın ona alaylı alaylı bakıyordu: Bu titreyen korkudan, bu apaçık perişanlıktan hoşlanmıştı sanki. Çünkü şimdi kendinden emin, alaycı ve memnun bir gülümseyişle kurbanını süzüyordu. Sesi, duyduğu kaba hazdan yayvanlaşmış, âdeta keyfe gelmişti.

“Demek siz evli hanımefendiler, soylu kibar hanımlar, başkalarının erkeklerini ayartmaya giderken böyle giyinirsiniz. Yüzünüze tül korsunuz, öyle ya, sonradan yine kibar kadın pozunda olmak için tül kullanırsınız.”

“Siz benden… Benden ne istiyorsunuz? Ben sizi tanımıyorum ki… Gitmeliyim…”

“Gitmelisiniz… Tabii… Sayın eşinizin yanına gitmelisiniz… Sıcacık odanıza gitmelisiniz. Tekrar hanımefendiliğinizi takınmalı, hizmetçilerinizi çağırıp üstünüzü başınızı çıkarmalarını söylemelisiniz… Ama bizim gibiler ne haldedir, açlıktan geberip gidiyorlar mı, kibar hanımefendiler bunu düşünmezler bile… Elimizde kala kala bir erkek kalmıştır, hanımefendilerimiz onu da elimizden alırlar, tamam.”

Irene, birden kendini toparladı, zihninde beliren müphem bir düşünceye uyarak elini para çantasına soktu, parmaklarına ilişen bir kâğıt parayı çıkardı: “İşte… Buyurun. Ama bırakın beni… Bir daha hiç gelmem buraya… Size söz veriyorum.” Kadın kötü kötü bakarak parayı aldı, alırken de, “Şıllık!” diye mırıldandı. Bayan Irene bu sözü duyunca irkildi, ama kadının kapıyı serbest bıraktığını görünce, intihar eden birisinin kendini kuleden fırlatışı gibi hissiz,

soluksuz dışarı fırladı. Koşarken çehrelerin eciş bücüş şekiller halinde yanından kayıp geçtiklerini hissetti; kalabalığın içinden kararmış bakışlarıyla güç bela sıyrılıp kendini köşede duran bir otomobile attı. Vücudunu bir külçe gibi minderlerin üzerine bıraktı, sonra içinde her şey dondu, hareketten kesildi ve şoför hayret içinde, nihayet, bu garip yolcuya, nereye gideceğini sorduğu vakit, bir an boş bakışlarla şoförün yüzüne baktı; durmuş zihni aradığı kelimeleri neden sonra derleyip toparlayabildi, “Güney istasyonuna!” dedi bir çırpıda; sonra birdenbire kadının, kendisini izleyebileceği düşüncesine saplanarak, “Çabuk, çabuk, çabuk gidin!” diye tamamladı.

Bu karşılaşmanın kendisini can evinden nasıl vurduğunu ancak otomobil hareket edince duydu. Kurumuş, kavrulmuş şeyler gibi donmuş, iki yana sarkmış ellerini yokladı, birden sarsılarak titremeye başladı. Boğazından yukarı acı bir şey yükseliyor, kusası geliyor, bir yandan da bağrını bir kramp gibi altüst etmek isteyen anlamsız, uyuşuk bir öfke duyuyordu. Bir olta iğnesi gibi beynine saplanmış bu yaşantının dehşetinden kurtulmak için bağırmak veya sağı solu yumruklamak istiyor; alaycı gülüşüyle o harap suratın, o sokak kadınının pis soluklarından yükselen o leş gibi buharların, hınçtan kudurarak yüzüne şirret ve bayağı sözler tükürmüş o pis ağzın, kendisini tehdide kalkan o kızıl yumruğun azabını yaşıyordu. Bulantı duygusunun daha da kuvvetlendiği, boğazında bir şeyin gitgide yükseldiği, üstelik hızlı giden arabanın kendisini sağa sola attığı bir sırada şoföre yavaş sürmesini söylemek istiyordu ki, tam zamanında, artık belki yol ücretini ödeyecek kadar parası kalmadığını hatırladı; çünkü bütün kâğıt paralarını şantajcı kadına vermişti. Telaşla arabayı durdurdu, şoförü yeniden şaşkınlığa uğratarak, birdenbire otomobilden indi. Bereket, kalan para yetti. Ama bu sefer de yabancı bir semtte, hareket ve bakışları kendisine maddi acılar veren telaşlı insanların itişip kakışmaları arasına düşmüştü. Korkudan sanki pelteleşmiş dizleri de adımlarını isteksiz atıyordu. Ama eve gitmeliydi mutlaka. Olanca enerjisini toplayarak, insanüstü bir çabayla, bir bataklıkta veya diz boyu karda bata çıka yürüyormuş gibi bir sokaktan öbürüne sürükleniyordu. Nihayet evine geldi, sinirli bir telaşla merdivenlere atıldı, fakat huzursuzluğu dikkati çekmesin diye, hemen yatıştırdı bu telaşını.

Hizmetçi mantosunu alıp da kendisi, bitişik odada kızının, ağabeysiyle gürültü patırtı oynadıklarını duyduğu, yatışmış bakışları dost-aşina şeyleri kavradığı zaman, bir dış parıltı halinde tekrar eski metanetine kavuştu; ama içten içe heyecan dalgaları, gergin göğsünde hâlâ ıstıraplı, yuvarlanıp duruyordu. Peçesini çıkardı, bir şey olmamış gibi görünmeyi iyice aklına koyarak yüzüne pudra gezdirdi, yemek odasına geçti; akşam yemeğine hazır sofra başında kocası gazetesini okuyordu.

“Geç kaldın geç, Irene’ciğim!” diyerek adam, şefkatli bir sitemle karısını selamladı, kalkıp yanağından öptü; bu öpüş kadında, elinde olmayan, sıkıntılı bir utanç duygusu yarattı. Sofraya oturdular. Daldığı gazeteden pek ayrılmayarak, kayıtsız bir sesle sordu adam: “Neredeydin?”

“Şey… Amelie’deydim.” dedi. “Öteberi alacakmış… Ben de beraber gittim.” diye tamamladı. Böyle fena bir yalan söylemiş olmakla yaptığı düşüncesizliğe daha o anda içerlemişti. Başka zamanlar hep önceden ölçülüp biçilmiş, bütün kontrol ihtimallerine dayanabilecek bir yalan hazırladığı halde, bugünkü korku ona bunu unutturmuş, onu bu derece beceriksiz bir ilhamla yetinmeye mecbur etmişti. Zihninden, “Ya kocam, geçende tiyatroda gördüğümüz piyesteki gibi telefon edip de soruşturacak olursa” düşüncesi geçti.

“Neyin var? Çok sinirli görünüyorsun. Şapkanı neden çıkarmıyorsun?” diye sordu kocası. Şaşkınlığında yeniden yakalanmış olmak duygusuyla irkildi Irene ve hemen kalkıp şapkasını çıkarmaya odasına gitti. Aynada uzun uzun, endişeli gözlerini seyretti, bakışlarını tekrar emin ve yerleşmiş bulana kadar bu durumda kaldı; sonra dönüp yemek odasına geldi.

Hizmetçi akşam yemeğini getirdi.

Bu akşam da bütün akşamlar gibi, belki az daha konuşmasız, her zamankinden biraz daha neşesiz geçti; yoksul, yorgun, kırık kesik konuşmalar taşıyan bir akşam oldu. Irene’nin düşünceleri boyuna geriye gidiyor, şantajcı kadının korkunç yakınına, o dakikaya geldikleri anda dehşetle irkiliyorlardı. O zaman kendini emniyette hissetmek için başını kaldırıyor, gözleri anılar ve anlamlarla odaya serpiştirilmiş, yakınlıkları diriltici eşyalara bir bir ve muhabbetle dokunuyor, gönlüne hafif bir sükûn yayılıyordu. Çelik adımlarıyla kaygısız, sessizliği adımlayan duvar saati Irene’nin kalbine, muntazam, tasasız, emin ahenginden, gizli gizli bir şeyler veriyordu.

• • •

Ertesi sabah kocası bürosuna, çocuklar gezmeye gidip de nihayet yalnız kalınca aydınlık kuşluk vaktinde yeniden düşünme neticesi, o korkunç karşılaşma; taşıdığı dehşetten çok şey kaybetti. Bayan Irene önce peçesinin çok kalın olduğunu; yüz hatlarını iyice görmenin, bu hatları tekrar tanıyabilmenin o kadın için bu bakımdan imkânsız bulunduğunu düşündü. Bu böyle olunca da tehlikeden korunmak için sakin, tedbirler tasarladı. Bir daha asla âşığının evine gitmeyecekti, ilk planda bir baskın ihtimali bu şekilde önlenirdi. Şu halde ortada sadece, kadınla bir ikinci tesadüf karşılaşması kalıyor, otomobille kaçtığı için kendisini takip edememiş olduğundan, bu da imkânsız görünüyordu. Kadın ne ismini, ne de oturduğu yeri bilmediği gibi, yüzünü belli belirsiz gördüğüne göre yanılmasız bir tanıma korkusu da olamaz. Hem bu çok uzak ihtimal için de hazırlıklıydı Bayan Irene. O takdirde artık korku mengenelerinden kurtulmuş, gayet serbest -buna hemen karar verdi- sükûnetini muhafaza ve her şeyi inkâr edecek, soğukkanlılıkla bir yanılma iddiası tutturacak, âşığına gittiğine dair ortada başkaca bir delil pek bulunmayacağı için o kadını şantaj yapmakla suçlayacaktı. Bayan Irene’nin başkentin en tanınmış avukatlarından birinin karısı olması boşuna mıydı? Kocasının meslektaşlarıyla yaptığı konuşmalardan yeteri kadar biliyordu ki, şantajlar ancak anında ve alabildiğine bir soğukkanlılıkla boğulabilir; çünkü her gecikme, tehdit edilenin göstereceği her tedirginlik belirtisi, sadece hasmın üstünlüğünü artırır.

Aldığı ilk karşı tedbir, âşığına kısa bir mektup yazmak oldu: Yarın, sözleştikleri saatte, daha sonraki günlerde de gelemeyeceğini bildirdi. Âşığının muhabbetinde bu derece aşağılık, değersiz bir kadınla halef selef olmaktan doğan o azaplı keşiften sonra, gururu harekete geçmişti. Kinci bir duyguyla kelimeleri tartarak, âşığına tekrar gideceği tarihi aşağı yukarı keyfinin isteyeceği bir zamana bağlarken kullandığı o soğuk ifadedeki öç alma edasına seviniyordu.

Tanınmış bir piyanist olan bu genci bir gece bir toplantıda tanımış, o tarihten az sonra da pek öyle istek duymadan, âdeta farkında olmadan onun metresi olmuştu. Aslında ne kanı onun kanını çekmiş, ne de vücuduna şehvetli veya pek öyle ruhi bir duyguyla bağlanmıştı. Kendini ona ne ihtiyaç duyarak, ne yanıp tutuşarak teslim etmiş; sırf iradesi karşısında mukavemet uyuşukluğu, bir çeşit rahatsız edici merak yüzünden boyun eğmişti. Ne evliliğindeki mutlulukla tam tatmin edilen kan, ne kadınlarda çok rastlanan, manevi ilişkilerde sararıp solmak! Ruhunda bir âşık peylemek ihtiyacını bunlar yaratmamıştı. Varlıklı, kültürce kendisinden üstün bir kocanın, iki çocuğun yanında mutluydu tamamen. Rahat, ferah, asude bir hayatı, uyuşuk ve memnun sürdürüp gidiyordu. Ama havada nasıl boğuculuk veya fırtına gibi insanı tahrik eden bir ölgünlük de varsa, mutluluğun da felaketten daha ayartıcı bir yumuşaklığı olur. Tokluk, tahrikte açlığa eşittir. Hayatının tehlikesizliği, eminliğidir ki Irene’de maceraya karşı merak uyandırdı.

İşte bir başına çoğaltamadığı o memnunluk dakikalarında bu genç adam; onun; erkeklerin, şahsındaki dişiyi özlemeyip de sadece hararetsiz şakalar, ufak tefek âşıktaşlıklarla şahsındaki “güzel kadına” tapındıkları o burjuva çevresine giriverince, genç kızlık günlerinden beri ilk defa tekrar kendini, ruhunun ta derinlerinden heyecanlanmış hissetti. Bu gençte onu kendine çeken tek şey, ihtimal, düzgünlüğü fazlaca ilginç yüzünde belirip kaybolan bir hüzün gölgesi olmuştu. Kendini tok ve burjuva insanlar tarafından çevrilmiş hisseden Irene için bu hüzünde o daha üstün âlemin idrakı bulunuyor; Irene elinde olmadan, gündelik duyguların kenarından bu idraki seyretmeye eğiliyordu. Bir ânın hayranlığına bağlı bir kompliman, belki yakışacak şekillerden daha hararetli olduğu için piyanistin başını piyanodan kaldırıp Irene’ye bakmasına vesile olmuş, delikanlı ilk bakışta onu bulmuştu. Irene ürkmüş, aynı zamanda bütün korkuların şehvetini hissetmişti. İçinde her şeyin sanki yeraltı alevleriyle ışımış kızışmış göründüğü bir konuşma, uyanmış merakını öylesine meşgul ve tahrik etmişti ki, umumi bir konserde yeni bir karşılaşma karşısında kaçmamıştı. Sonra daha sık görüştüler, bu görüşmeler çok geçmeden birer tesadüf olmaktan çıktı. Piyanist kaç kere söylemişti: Anlayan, yol gösteren bir kadındı Irene; bu yanıyla gerçek bir sanatçının, yani onun gözünde büyük bir değeri olmaktan duyduğu iftihar; aradan birkaç hafta geçince Irene’de, gencin, son eserini evinde yalnız başlarına Irene’ye çalmak teklifine karşı pek erken bir güven yarattı. Gencin vaadi, niyet bakımından belki yarı yarıya samimiydi ama öpüşler nihayet Irene’nin gafil avlanmış teslimiyeti karşısında unutuluverdi. Irene’nin duyduğu ilk his, böyle ansızın şehvete sapmanın verdiği korku oldu. İlişkilerini kollayan esrarlı ürperti birden dağılıvermiş; bu iradesiz ihanetteki suçluluk şuuru, ilk defadır ki, bizzat verdiği kararla -öyle sanıyordu- içinde yaşadığı burjuva sınıfını reddetmiş olmanın gıdıklayıcı övüncünde ancak kısmen yatışmıştı. Kendi adiliği karşısında duyduğu, ilk günlerde yıldığı o korkuyu bu övünç, kuvvetlenmiş bir gurura çevirdi. Şu var ki, bu esrarlı heyecanların tam gerginliği, yalnız ilk anlarda kalıyordu. İçgüdüsü alttan alta bu adama, en çok onda bulduğu yeni tarafa, merakını asıl çekmiş başkalığa karşı dayatıyordu. Piyanosunu dinlerken kendisini mest eden tutku, vücutların yaklaşmasında onu rahatsız ediyordu; bu ani ve hâkim kucaklamalardan hiç de hoşlanmıyor, bu kucaklamalardaki inatçı pervasızlığı kocasının, seneler sonra hâlâ çekingen, saygılı ihtirasıyla elinde olmadan karşılaştırıyordu. Ama bir kere sadakatten ayrılmıştı işte: Ne mutluluk, ne hayal kırıklığı duymadan, bir nevi görev duygusu, alışkanlığın verdiği bir nevi uyuşuklukla tekrar tekrar bu genç adama gidiyordu. Aradan bir iki hafta geçince âşığını, hayatının bir kısmına dikkatle yerleştirmiş, kaynanasıgillere olduğu gibi ona da haftanın bir gününü ayırmış bulunuyordu. Ama bu yeni ilişki yüzünden kurulu düzenini bozmamış, sanki hayatına yalnız yeni bir şey eklemişti. Bu âşık, çok geçmeden, varlığının rahat mekanizmasında artık hiçbir şeyi değiştirmez olmuş, ılımlı mutluluğunun bir kolu, üçüncü bir evlat veya bir otomobil yerine geçmiş, bu macera onun gözünde az sonra meşru bir haz gibi basitleşmişti.

Şimdi bu macerayı, gerçekteki bedeli olan tehlikeyle ödemek zorunda olduğu için, maceranın değerini hasisçe hesap etmeye başladı. Talihin şımarttığı, ailesinin nazlı büyüttüğü, paraca sıkıntıda olmadıkları için her dileği gerçekleşmiş biri sıfatıyla karşılaştığı hüsranın ilk sıkıntısı ona pek ağır gelmişti. Ruhi tasasızlığından fedakârlığa yanaşmamış, selameti rahatı için âşığını hemen feda etmeye hazırlanmıştı.

Âşığının cevabı, hemen o gün ikindiye doğru birisiyle yolladığı o telaşlı, sinirli, tutuk mektup; yalvarışlı, sızlanışlı, suçlamalı o mektup, Irene’yi bu maceraya bir son vermek kararında yine tereddüde düşürdü; çünkü bu ihtiras gururunu okşuyor, erkeğin coşkun kahırlanışına hayran oluyordu. Âşığı en ısrarlı kelimelerle hiç değilse ayaküstü bir buluşma rica ediyor, şayet bilmeyerek işlediği bir kabahatle kendisini kırmışsa suçunun ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Irene bu durumda, yeni bir oyun oynayarak ona surat asmakta devam etmek, sebep göstermeyeceği bir çekinmeyle kendini, âşığının gözünde daha da kıymetlendirmek sevdasına kapıldı. Onu bir pastaneye çağırdı. Birdenbire, genç kızken, bu pastanede bir aktörle buluştuğunu hatırladı; şimdi iffeti, tehlikelerden uzak oluşu ile bu eski randevu ona çocukça görünüyordu. İçinden gülümseyerek düşünüyordu: Evlilik yıllarında kuruyup kalmış romantizmin, hayatında şimdi yeniden yeşermeye başlaması ne garip!

"

Korku kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Korku