Ayakkabı kutusunda paranın öyküsü…

Zekat hırsızlarını koruma altına alan güç var. Ben bu güce “hırsızların imparatoru” diyorum. Hem altında yer alan figüranları koruyor, hem de kendisine ulaşılmasını engelliyor. Anayasa’ya göre hukuki zeminde çalışması gereken tüm kurumları kontrol altında tutuyor. Soruşturma savcılarını görevden aldırıyor, delilleri yok ediyor, zekat hırsızlarını da kamuoyuna masum maskesiyle pompalıyor. Her şey apaçık ortada… Hani halk arasında tabir vardır, arife tarif gerekmez, damda gezer miyav der.

Bu ülkede hala vicdanının sesini dinleyen yargıçlar var. Gün gelecek, hırsızlar imparatoru da adil yargılanmaya, hakkaniyete ihtiyaç duyacak. O gün geldiğinde adalet kavramı hakkında söylediklerimiz çok daha iyi anlaşılacak.

-Deniz Feneri Soruşturmasında “Savcıyken Sanık” haline getirilen Cumhuriyet Savcısı Abdülvahap Yaren-

Beraber Yürüttük Biz Bu Yollarda

Zekât hırsızlarını koruma altına alan bir güç var. Ben bu güce “hırsızların imparatoru” diyorum. Hem altında yer alan figüranlarını koruyor, hem de kendisine ulaşılmasını engelliyor. Anayasa’ya göre hukuki zeminde çalışması gereken tüm kurumları kontrol altında tutuyor. Soruşturma savcılarını görevden aldırıyor, delilleri yok ediyor, zekât hırsızlarını da kamuoyuna masum maskesiyle pompalıyor.

*

Her şey apaçık ortada… Hani halk arasında tabir vardır, arife tarif gerekmez, damda gezer miyav der.

*

Bu ülkede hâlâ vicdanının sesini dinleyen yargıçlar var. Gün gelecek, hırsızlar imparatoru da adil yargılanmaya, hakkaniyete ihtiyaç duyacak. O gün geldiğinde, adalet kavramı hakkında söylediklerimiz çok daha iyi anlaşılacak.

Deniz Feneri soruşturmasında

“savcıyken sanık” haline

getirilen Cumhuriyet Savcısı

Abdülvahap Yaren

17 Aralık 2013.

Şeb-i Arus’tu.

Günlerden salı.

Saatler 08.02’yi gösteriyordu.

Baba, kısık sesle konuşuyor…

Oğlu, uyku sersemi cevaplıyordu.

– Senin evde ne var ne yok, bunları çıkar, tamam mı?

– Bende ne olabilir babacığım, senin para var kasada.

– Tamamiyle sıfırladınız mı?

– 30 milyon avro gibi daha var, eritemedik henüz.

– Telefonlarla konuşmayın.

– Kim takip ediyor bizi babacığım?

– Oğlum, dinleniyorsunuz.

*

Senelerdir “beraber yürüdük biz bu yollarda”yı söyleyen AKP’yle Cemaat’in yolları ayrılmıştı, “beraberlik” buraya kadardı. İktidara yürürken, devleti “ortak”laşa paylaşmışlardı, şimdi artık “tek başına” sahip olmak istiyorlardı.

*

Ve, 17 Aralık sabahına gelmeden önce…

Makarayı az biraz geri sarmamız gerekiyordu.

*

2012’nin hemen başında, genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ “terör örgütü kurmak ve yönetmek”ten tutuklanmış, TSK’yı adeta tasfiye eden Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi davaların sonuna gelinmişti.

*

AKP hükümeti pek memnundu.

“Bağırsakların temizlendiği”ni düşünüyorlardı.

Suratlarında güller açıyordu.

Oysa, farkında değillerdi…

Sıra kendilerine gelmişti!

*

7 Şubat 2012, saat tam 17’de, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın telefonu çaldı. Hattın diğer ucunda, özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya vardı. İfadeye çağırıyordu. Aynı şekilde, MİT eski müsteşarı Emre Taner ve yardımcısı Afet Güneş de aranmıştı, ifadeye gelmezseniz, kolluk kuvveti göndereceğiz deniyordu.

*

Çünkü… BDP Diyarbakır İl Başkanlığı’na yapılan polis baskınında “mutabakat taslağı” bulunmuştu. Oslo’da masaya oturan MİT’le PKK’nın “mutabakat”ıydı. KCK soruşturmasını yürüten ve bu belgeyi gören savcı, söz konusu MİT’çileri “devlete ve anayasal düzene karşı anlaşma yapmak”tan ifadeye çağırmıştı.

*

Hemen birkaç saat sonra…

İstanbul Emniyeti’nde KCK operasyonlarını yürüten terörle mücadele müdürü’yle istihbarat müdürü görevden alındı. Bilek güreşi başlamıştı.

*

MİT’çiler ifade vermeye gitmedi. Yakalama kararı çıktı. Yakalama kararı çıkınca, TBMM devreye sokuldu, AKP oylarıyla jet hızıyla tek maddelik yasa çıkarıldı, MİT mensuplarına ve Başbakan’ın özel temsilcilerine “dokunulmazlık zırhı” getirildi.

*

Tayyip Erdoğan “kozmik odası”nı yargıdan kaçırıyordu.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, aynı gün jet hızıyla onayladı.

Hukuk dediğin, işte böyle olurdu!

*

Hakan Fidan ak’landı, savcıların elinden kurtarıldı.

24 saat sonra, savcı Sarıkaya görevden alındı.

Ve, aynı gün düğmeye basıldı, 2004’te AB’ye uyum ayaklarıyla AKP tarafından kurulan “özel yetkili” mahkemeler, gene AKP tarafından lağvedildi. Ama… Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk davalarına bakmaya devam edecekler, bu davalar bittikten sonra kapatılacaklardı. Böylece “zaten bu davalar için kurulmuşlardı, işleri bitince kapatılacak” diyenler haklı çıktı.

*

MİT Müsteşarı’nın kurtarıldığı gün, Tayyip Erdoğan hastaneye yattı, sindirim sistemi ameliyatı oldu. Aslında, üç ay önce ameliyat olmuş, 8 Şubat’ta tamamlayıcı ameliyat planlanmıştı. Tam hastaneye yatacağı akşam, MİT Müsteşarı ifadeye çağrılmıştı. Zamanlama enteresandı. Tayyip Erdoğan, mecburen ikinci ameliyatını ertelemiş, krizi bizzat kendisi yönetmişti.

*

Ve, kuşkulanmıştı. Hastaneye bir gün önce yatmış olsaydı, krize müdahale edebilmesi imkânsızdı. Ameliyat olacağını yakın çevresi dışında kimse bilmediğine göre, MİT hamlesi neden şimdi yapılmıştı? Bu şüpheyle “böcek” araması yaptırdı. Çalışma ofisini didik didik arayan polisler “temiz” dedi. Polisler gitti, MİT arama yaptı, portatif prizde iki adet böcek bulundu. Nasıl olurdu? Polisler nasıl bulamazdı? Tayyip Erdoğan’la MİT’çiler durum değerlendirmesi yaptı, polise bilgi verilmemesi kararı alındı. Bir hafta sonra… Polisler gene çağırıldı, ofiste tekrar arama yaptırıldı, gene “temiz” bulundu. Polisler gitti, MİT aradı, bu defa dört adet böcek bulundu. Taraflar yüzleştirildi. Polisler kesinlikle böcek olmadığını, MİT’çilerin kendilerini suçlamak için ofise koymuş olabileceğini söyledi. Kırılma anıydı… Tayyip Erdoğan, tarafını seçti, MİT’çilere güvendi. Başbakanlık koruma ekibi, değiştirildi.

*

Başbakan taburcu oldu. MİT mevzusu taburcu olamadı, kanamaya devam ediyordu. Hükümetle cemaat arasında kavga olduğu yazılıyordu. Yargı’nın polis’in Gülen Cemaati tarafından ele geçirildiği öylesine kabullenilmişti ki, cemaatin isteği dışında böyle bir hamle yapılamayacağı varsayılıyordu. Israrla kurcalanıyor, deşiliyordu. Cemaate yakın olduğu söylenen AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış, bu paranoyaları bırakalım, bunlar kargaları güldürür” dedi. Kargalar gülüyor muydu bilemeyiz ama, Tayyip Erdoğan’ın gülmediği kesindi.

*

Savaş başlamıştı.

Tayyip Erdoğan ilk hamlesini yaptı.

Para musluğunu kesme kararı aldı.

Dershaneleri kapatacaktı.

*

Dershane pazarında, senede 6 milyar lira vardı. Cemaat dershaneleri yarısından fazlasını alıyordu. Dershane defterini dürmek için yasa hazırlandığı ortaya çıkınca, cemaatin yayın organı Zaman gazetesi bombardımana başladı. “Eğitime darbe, böyle yasa darbe döneminde bile uygulanmadı” manşetleri atıyordu.

*

Aynı günlerde… Televizyonlarda, Zaman gazetesinin reklamı yayınlanıyordu. Kanadalı animasyon yönetmeni Norman McLaren’in 1952’de en iyi belgesel dalında Oscar kazanan Neighbours isimli kısa filminden uyarlanmıştı. Müstakil bahçeli evleri olan iki komşu, iki bahçenin tam sınırındaki çiçeği paylaşamadığı için kavgaya tutuşuyor, birbirine öldüresiye saldırıyor, neticede ikisinin de bahçesi tarumar oluyor, ikisinin de evi yıkılıyordu. Reklamın sonunda “bu dünya kimseye kalmaz, zaman, kardeşlik zamanı” sloganı kullanılıyordu. O zamanlar, alt tarafı gazete reklamı zannedilmişti. Oysa, cemaat, gayet açık mesaj veriyordu. Ayağını denk al, kapışırsak, sadece benim değil, ikimizin de evi yıkılır diyordu!

*

Şak… Balyoz davasında savcıya bavul’la iftira delillerini taşıyan gazeteci, yeniden sahneye çıktı. Taraf gazetesinde “Fethullah Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı” manşeti patladı. Bavulcu Mehmet Baransu’nun yazdığı bu haberde, söz konusu toplantının “belge”si yayınlanmıştı. Cemaat’i imha etmek için alınan kararların altında, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün imzaları vardı.

*

“Fethullah Gülen’i bitirme planı hazırladılar” diye, Ergenekon davasında onlarca subayı hapse tıkmışlardı ama, orijinal belgede kendi imzaları yakalanmıştı!

*

Kabak gibi ortaya çıkmıştı… Bir taraftan, cemaati yok etmek için askerle uzlaşmışlar, öbür taraftan, askerin yok edilmesi için cemaatçilere yol vermişlerdi.

*

Tayyip Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan “2004 MGK kararları yok hükmündedir” filan dedi ama, bu saatten sonra kimseye yediremezlerdi.

*

Baktılar olacak gibi değil, Tayyip Erdoğan ürkütmeye çalıştı, MGK belgesini açıklamanın “vatan hainliği” olduğunu söyledi. Kaş yapayım derken göz çıkarmış, tehdit edeyim derken itiraf etmişti. Bizzat kendi ağzıyla “MGK belgesi” olduğunu söylüyordu. Belge gerçek olduğuna göre, haber doğruydu.

*

A-aa?

AKP milletvekili Hakan Şükür, AKP’den istifa etti.

Futbolcu şöhreti var diye, cemaat kontenjanından milletvekili yapılmıştı, maçın en kritik dakikasında Tayyip Erdoğan’a çalımı basıp, kendi kalesine doksana takmıştı.

*

Hakan voleyi vurdu…

48 saat sonra, gol oldu!

*

17 Aralık sabahı…

Türkiye, yepyeni bir Türkiye’ye uyandı.

*

Saat 05’te, İranlı işadamı Rıza Sarraf, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, magazin sayfalarının ünlü müteahhiti Ali Ağaoğlu, hepsinden önemlisi, üç bakanın oğlu, İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlu Kaan, Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın oğlu Abdullah Oğuz, toplam 84 kişi gözaltına alındı.

*

Soruşturma, 2012 ve 2013’te yapılan üç ayrı ihbarla başlatılmıştı, iki yıldır teknik ve fiziki takip yapılıyordu, gözaltı talimatını savcı Celal Kara vermişti. Bakan çocukları, babalarının yetkilerini kullanarak yolsuzluk yapmakla suçlanıyordu. Dokunulmazlık nedeniyle babalarına henüz dokunulmamıştı. Ve, bir bakan daha vardı… Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’ın da rüşvet aldığı öne sürülüyordu.

*

Savcı Celal Kara, Balyoz davasında 102 subayın tutuklanmasını isteyen savcıydı. AKP, o zamanlar çok seviyordu bu savcıyı… Öve öve bitiremiyorlardı.

*

Soruşturmanın başında, İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili Zekeriya Öz vardı. Ergenekon davasının savcısıydı. AKP’nin gözbebeğiydi! Tayyip Erdoğan, generalleri, profesörleri, gazetecileri içeri tıkan Zekeriya Öz’ün altına bizzat kendi makam Mercedesi’ni vermişti. Hatta, Ocak 2009’da, Zekeriya Öz’ü savunurken, aynen şunları söylemişti: “İtalya’da Temiz Eller Operasyonu olduğu zaman İtalya’yı örnek gösterenler, Türkiye’de Temiz Eller Operasyonu yapanlara saygı duysunlar! Bırakalım, bu işin sonu nereye varacaksa varsın. Abdestinden şüphesi olmayanın namazından şüphesi olmaz, mesele bu!”

*

E, şimdi… Keser dönmüş, sap dönmüştü.

*

Reza Zarrab, Türkçe meali Rıza Sarraf’tı, 29 yaşındaydı, Türkiye’nin altın ihracatının yüzde 46’sını tek başına yapıyordu! Tebriz doğumlu, Azeri kökenli, İranlı, TC vatandaşıydı. Türkiye’ye henüz 24 yaşındayken, Royal Denizcilik firmasıyla girmişti, 2014’te 10 farklı sektörde faaliyet gösteren Royal Holding’in sahibiydi, ailesi Dubai’de yaşıyordu. Şarkıcı Ebru Gündeş’le evliydi. Ekonomi sayfalarından çok, magazin sayfalarından tanınıyordu. Eşinin kapısına bir kamyon gül yaprağı filan döktürürdü. Güftekârdı, bestekârdı! Arabesk-fantezi şarkılara söz yazıyordu, Ebru Gündeş’e, İbrahim Tatlıses’e, Sibel Can’a şarkılar vermişti.

*

Mali Suçlar Araştırma Kurumu, MASAK’ın müdavimiydi. 2008’den beri düzenli olarak, kara para raporlarında adı geçiyordu. Halkbank üzerinden usulsüz para transferleri yaptığı, ABD’nin kara listesine girmemek için, ABD’de şubesi olmayan Halkbank’ı tercih ettiği öne sürülüyordu.

*

Buyrun burdan yakın…

MİT’in Tayyip Erdoğan’ı çok önceden uyardığı ortaya çıktı.

Sekiz ay önce, Nisan 2013’te Başbakan’a sunulan üç sayfalık raporda, Rıza Sarraf’ın şaibeli para trafiği anlatılıyor, Zafer Çağlayan ve Muammer Güler’le akçeli ilişkiler içinde olduğu belirtiliyor, “bakanlarla ilişkisinin ortaya çıkması halinde, söz konusu hususlar hükümet aleyhinde kullanılabilir” deniyordu.

*

Yani aslında, bu adama dikkat et demiyordu.

Kendine dikkat et diyordu.

Bu adam enselenirse, sen de yanarsın diyordu.

“Milli” istihbarat teşkilatı, AKP’nin istihbaratıydı.

*

Rıza Sarraf’ın adı, Ocak 2013’te tuhaf bi hadiseye karışmıştı. O dönemki gazetelerin ekonomi sayfalarında yer alan habere göre… Gana’dan gelip, İstanbul Atatürk Havalimanı’na inen ULS Havayolları’na ait kargo uçağında 1,5 ton altın ele geçirilmişti. Taşıdığı yük, evrakta ibraz edilmemişti, kayıt dışıydı. Uçak mühürlenmişti. Sonra? Abra kadabra… Uçağın yükü, altın yerine doğaltaş olarak değiştirilmişti. “Yakıt ikmali için inmiştik, yoksa İstanbul’la işimiz yok” denilmişti. E hadi güle güle… Uçak pırrr, Dubai’ye gitmişti. 17 Aralık soruşturma dosyasında yer alan bilgilere göre, kayıt dışı altın Türkiye’ye sokulmuştu, uçak kurtarılmıştı ve Rıza Sarraf bu işi Zafer Çağlayan’ın desteğiyle halletmişti.

*

İddia buydu.

Somut gerçek ise, şuydu:

Altın taşıyan uçaktan sadece iki ay sonra, Meclis’te görüşülen torba yasaya ekleme yapılmış, altın kaçakçılığına verilen hapis cezası kaldırılmıştı! Ayrıca… Eskiden, yakalanan altının iki misli para cezası verilirken, şimdi, yakalanan altının 10’da birine düşürülmüştü.

*

Abra kadabra’yı öğrenmiştik, bu da hokus pokus’uydu.

*

MİT…

İşte bu hadiseden sonra Tayyip Erdoğan’ı uyarmıştı.

*

“Kişiye özel yasa” bardağı taşıran damlaydı.

Rıza Sarraf’ın Ankara’daki gücünü gösteriyordu.

*

Türkiye İran’dan doğalgaz alıyor, İran’a ambargo uygulandığı için parasını ödeyemiyor, para yerine altın’la ödeme yapıyordu, başka çare yoktu. Halkbank üzerinden bu kanal açılmıştı. Ve maalesef, her gayriresmi kanal gibi, bu kanala da paravan şirketler, ne idüğü belirsiz tipler, örtülü ticari faaliyetler üşüşmüştü.

*

Başımıza gelenin özeti buydu.

Türkiye, İran’ın off-shore bölgesi olmuştu.

*

Washington takipteydi.

İran, Türkiye’ye sattığı doğalgazın parasıyla Türkiye’den altın alıyor, sonra bunu Dubai’de simsarlara bozdurup, paraya çeviriyordu. Ancak, el değiştiren altın-para miktarı, doğalgaz alışverişinin çok çok üstündeydi. Belli ki, doğalgaz takasının dışında işler dönüyordu. İran’ın kendisine uygulanan ambargoyu, Türkiye üzerinden deldiği düşünülüyordu. ABD sırf bu yüzden yeni bir yaptırım yasası çıkarmış ve İran’ın değerli maden alımlarını da ambargoya bağlamıştı. Halkbank radardaydı… Hatta, Amerikan Kongresi’nin Temsilciler Meclisi kanadında imza kampanyası başlatılmış, 47 milletvekili imza atmış, Hazine Bakanı’na mektup gönderilmiş, Halkbank’ın kara listeye alınması istenmişti.

*

Washington’daki bu gelişmeleri, Türkiye’de sadece Hürriyet gazetesi yayımlamıştı. Süleyman Aslan çok sinirlenmiş ve Halk­bank’ın Hürriyet’e verdiği reklamları geri çekmişti. Pohpohlarsan reklam veriyorlar, doğruları yazarsan, kesiyorlardı. Milletin parasını, kendi keyiflerine göre kullanıyorlardı.

*

17 Aralık’a dönersek…

Tayyip Erdoğan Konya’daydı.

Şeb-i Arus için gitmişti.

“Bakan çocukları gözaltına alındı, ne diyorsunuz?” diye soruldu. “İstedikleri kadar kirli ittifakların içine girsinler, söz milletindir, Allah bes, baki heves, bizim Allahımız var, o bize yeter, bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak, uğrunda ölen varsa vatandır” dedi!

*

Ne diyeceğini şaşırmıştı.

Tutuşma emaresiydi.

Allah, bayrak, vatan, aklına geleni sıralıyordu.

*

Çünkü… Teee on ay sonra ortaya çıkacaktı ki, Tayyip Erdoğan o saatlerde, soruşturma dosyasını bütün detaylarıyla biliyordu, tutuşmakta haklıydı. Nerden biliyordu derseniz? 17 Aralık sabahı saat 10.30’da, İstanbul polisi tarafından hazırlanan, İstanbul Valiliği aracılığıyla iletilen, 23 sayfalık bilgi notu, kendisine sunulmuştu. Ordan biliyordu.

*

Bilgi notunda… Ekonomi bakanımız Zafer Çağlayan’ın, Rıza Sarraf’tan değişik tarihlerde 32 milyon euro ve 1,5 milyon dolar rüşvet aldığı iddia ediliyordu. Ekonomi bakanımızın saatleri ve mücevherleri için, Rıza Sarraf tarafından 200 bin euro ve 5,5 milyon dolar ödendiği belirtiliyordu.

*

Rıza Sarraf’ın içişleri bakanımız Muammer Güler’e 12 milyon lira, AB bakanımız Egemen Bağış’a da 1,5 milyon dolar rüşvet verdiği öne sürülüyordu.

*

Aynı bilgi notunda… Halkbank genel müdürü de, Rıza Sarraf’tan rüşvet almakla suçlanıyordu. Paraların 500’er bin dolarlık partiler halinde evine gönderildiği ve bu trafiğin hem teknik takip, hem de fiziki takiple tespit edildiği anlatılıyordu.

*

Çin, Dubai, Türkiye üçgeninde paravan şirketler kurulduğu, sahte belgelerle usulsüz ödemeler yapıldığı, gerçekte varolmayan ihracat bedellerinin Halkbank hesapları üzerinden aktarıldığı, somut örneklerle özetleniyordu.

*

23 sayfalık bilgi notunda, neredeyse 2300 suç unsuru vardı!

*

Rıza Sarraf’ın bakan çocuklarını aracı ederek, iş takip ettirdiği, kardeşine vatandaşlık aldırdığı, tekerine çomak sokan polisleri sürdürdüğü, gazetelerde haber sansürlettiği iddia ediliyor… Bu işleri yaparken, tam 14 aydır takip edildiği belirtiliyordu.

*

Tayyip Erdoğan, işte bu 23 sayfalık bilgi notunu okumuştu. Ve sonra da çıkıp, operasyonu yürüten savcılara-polislere “alçaklar, hainler, karanlık odaklar” filan diye saydırmıştı!

*

Peki, AKP’nin fişini çeken polisler, hakikaten cemaatçi miydi? Bu sorunun cevabı aranırken… Odatv davasından bir sene hapis yatırılan Nedim Şener, Haliç’te Yaşayan Simonlar kitabını yazdığı için hapse tıkılan eski emniyet müdürü Hanefi Avcı’yla röportaj yaptı. Hanefi Avcı, “bugünü anlamak isteyenler, kitabımı bir daha okusun, her şeyi arşivlediler, hepsini kullanacaklardır” diyordu.

*

Fethullah Gülen ise, avukatı aracılığıyla basın açıklaması yapıyor, “soruşturmaları yürüten kamu görevlileriyle en küçük bir ilgisi ve bilgisi bulunmadığı”nı, “kirli oyunlar gibi ithamların tamamen hayal mahsulü olduğu”nu duyuruyordu.

*

17 Aralık çooook uzun bir gündü.

Henüz akşam olmadan, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde beş şube müdürü görevden alındı. Operasyonu yapan polislere operasyon yapılmıştı. Soruşturmayı yürüten savcıların yanına da, iki savcı ilave edildi.

*

Gezi Parkı’ndan beri Koç’lara kafayı takmışlardı.

Tofaş’a 67,5 milyon lira vergi cezası kesildi.

*

Birleşmiş Milletler rapor hazırlamış, Türkiye’nin Suriye’ye 47 ton silah-mühimmat gönderdiği ortaya çıkmıştı. Bizim milli savunma bakanı İsmet Yılmaz açıklama yaptı, “silah göndermedik, spor amaçlı kurusıkı gönderdik” dedi! 47 ton spor amaçlı kurusıkı, dünya spor tarihinde ilk defa duyuluyordu.

*

Sözde soykırım iftirasında, hükümetin vermesi gereken mücadeleyi, hapisteki Doğu Perinçek veriyordu. Soykırım yoktur demeyi yasaklayan İsviçre devletini, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde resmen mahkûm ettirdi. Perinçek’in başvurusu üzerine emsal karar alan mahkeme, “ifade özgürlüğünü kısıtlayamazsınız” dedi.

*

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin tabelasına, Kürtçe “Şaredariya Bajare Mezin Amede” yazısı eklendi. Tunceli Belediyesi ise, Türkçe, Dersim Belediyesi tabelası astı.

*

Yolsuzluk operasyonunun ikinci günü…

Fotoğraflar basına servis edildi.

Ayakkabı kutuları manşet oldu.

*

Halkbank genel müdürünün evinde, kütüphane raflarına saklanmış halde, ayakkabı kutuları bulunmuştu, dolar-euro doluydu. Polisin kameraya aldığı görüntüleri, Kanal D yayınladı. Gazetelerde yazılanlara göre, Halkbank genel müdürünün eşi, paralar eve getirildiği sırada dinlemeye takılmıştı. “Yeşiller geldi” demişti.

*

A’yakkabı

K’utusunda

P’ara olmuşlardı yani.

*

17 Aralık operasyonu boyunca, tüm haberlerde 4,5 milyon dolar diye geçti. Halbuki, ayakkabı kutularında 2,5 milyon dolar ve 2,5 milyon euro, o günkü pariteyle toplam 5 milyon 950 bin dolar çıkmıştı. Sayın basınımız, adeta sözleşmiş gibi, ayakkabı kutularında ele geçirilen paranın miktarını düşük göstermeye çalışıyordu. Bu matematik cinliğinin nedeni, yakında anlaşılacaktı.

*

İçişleri bakanının oğlunun evinde, yatak odasında, büyük boy yedi adet şifreli kasa ve para sayma makinesi bulunmuştu. Sosyal medyada “harama el sürmemek için, para sayma makinesi kullanmışlar” esprisi dolaşıyordu.

*

İçişleri Bakanı Muammer Güler, Gezi Parkı olayları sırasında gençlerimiz yaka paça götürülürken, “polis durup dururken kimseyi gözaltına almaz, polis niye beni gözaltına almıyor, çünkü sebepsiz yere almaz” diyordu. Şimdi… Yandım Allah diyordu!

*

Ekonomi bakanının oğlunun evi, aranamadı. Çünkü evin tapusu, ekonomi bakanının üstüneydi ve bakanın dokunulmazlığı vardı.

*

Polis, gölge gibi takip etmişti.

Rüşvetin belgesi değildi belki ama, fotoromanıydı.

*

Rıza Sarraf’ın adamları ayakkabı kutularıyla, çantalarla, hatta bavullarla para taşırken fotoğraflanmıştı. Bakanlara, bürokratlara ait adreslere elleri dolu girip, elleri boş çıkıyorlardı. Polis enteresan bir taktik uygulamıştı… Rutin trafik kontrolü ayağıyla, kuryeler durduruluyor, kutular çantalar açılıyor, paralar görüntüleniyor, serbest bırakılıyor, gideceği yere kadar sivil ekiplerle takip ediliyor, dolu girip boş çıktıkları tescilleniyordu.

*

Ve, hadiseye Bilal’in adı karışmıştı!

Rıza Sarraf’ın kuryelerinden biri, elinde çantayla, Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın vakfı TÜRGEV’e girerken görüntülenmişti. Aynı kurye, Halkbank genel müdürünün evine ayakkabı kutusu götüren kuryeydi.

*

TÜRGEV, Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı’ydı. 1996’da, İstanbul Eğitim ve Gençliğe Hizmet Vakfı adıyla kurulmuştu, 2012’de TÜRGEV’e dönüşmüştü. TÜRGEV’in kurucuları arasında, Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal, kızı Esra, damadının ağabeyi Serhat Albayrak, Bilal’in kayınvalidesi, kızının eltisi ve kendisinin eniştesiyle birlikte, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir vardı.

*

TÜRGEV’e tanınan imkânlar ayyuka çıkmıştı, devletin malının mülkünün peşkeş çekildiği yazılıyordu. Mesela… TÜRGEV, İstanbul’da, İbn-i Haldun Vakıf Üniversitesi’ni kuruyordu. CHP milletvekili Nur Serter, TBMM’de soru önergesi verdi: “Üniversitenin arsası kime aittir? Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne mi aittir? Arsa, TÜRGEV’e verilmiş midir? TÜRGEV bu arsayı kaç liraya almıştır?”

*

Rıza Sarraf’ın ekonomi bakanımıza kol saati taktığı ortaya çıktı! 300 bin İsviçre frangı, o günkü parayla 700 bin liralık, Patek Philippe marka saat hediye ettiği haberi patladı. Teknik takibe yakalanan bilgilere göre, ekonomi bakanımız pek beğendiği saati Rıza’dan istemiş, Rıza bir adamını Cenevre’ye göndererek satın aldırmış, ekonomi bakanımızın özel kalem müdürüne Ankara’da teslim edilmişti. Ekonomi bakanımız, söz konusu saati, hemen ertesi gün, Kosova’yla imzalanan ticaret anlaşması töreninde takmış, bu detay da polis tarafından fotoğraflanmıştı.

*

Aynı gün… Bir başka saat rezaleti patladı. Ankara’da düzenlenen Dünya Wushu Şampiyonası’nda milli sporcumuz Elif Akyüz, altın madalya kazandı. Dünya şampiyonu olan “ilk türbanlı sporcu”muzdu. Tarihi başarıya imza atan bu sporcumuz, Türkiye Wushu Federasyonu Başkanı Abdurrahman Akyüz’ün kızıydı. Bilahare… Şampiyonanın organizasyonunda görev yapan bir vatandaş, Spor Bakanlığı’na şikâyet dilekçesi yazdı. Federasyon Başkanı Abdurrahman Akyüz’ün, hakemlere yedi adet Rolex marka saat hediye ettiğini, 14 bin dolar para dağıttığını, kızının bu sayede altın madalya kazandığını öne sürdü!

*

Abdurrahman Akyüz, Necmettin Erbakan’ın 30 sene boyunca gönüllü korumalığını yapan Sakarya Grubu’ndandı. Abdest alırken Erbakan’ın ayaklarını ova ova yıkamış ve bu fotoğrafıyla siyaset tarihine geçmişti.

*

Çevik Bir tahliye edildi.

18 ay yatırılmıştı.

Başka yerde cezaevi yokmuş gibi, 28 Şubat’ta tankların yürütüldüğü Sincan’da cezaevine tıkılmıştı. Sırf bu durum bile, meselenin hukuki mesele olmadığının, rövanş olduğunun kanıtıydı. Çevik Bir çıktı, 28 Şubat davasında tutuklu kalmadı. O günlerde pek üzerinde durulmadı ama, 17 Aralık’ın ilk sonuçlarından biriydi. Ergenekon, Balyoz, Casusluk davası, çorap söküğü gibi gelecekti. Cemaati içeri tıkabilmek için, içeri tıkılanların dışarı çıkarılması gerekiyordu!

*

Yeni CHP direksiyonu sağa kırdı. Doğma büyüme MHP’li Mansur Yavaş, Ankara büyükşehir belediye başkan adayı yapıldı. İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı ise, kafasına sandalye vurularak CHP’den kovulan Mustafa Sarıgül olmuştu.

*

Baklavamız bizden önce AB’ye girdi. Gaziantep Sanayi Odası’nın “Antep Baklavası” olarak yaptığı resmi başvuru, AB Komisyonu tarafından tescillendi. Türkiye’nin AB tarafından tescillenen ilk ürünüydü. Küçümsenmeyecek bi başarıydı, ilk defa bir ürünümüzü Yunanistan’a kaptırmamıştık!

*

Sayın ahalimiz baklavaya sevinirken… Boğaziçi Üniversitesi, Fener Rum Patriği’ne fahri doktor unvanı verdi. Törende “Ekümenik Patrik” olarak anons edildi. Teşekkür konuşması yapan Patrik, “tarihi bilinçten yoksun bazı tarafların menfi gayretlerine rağmen, tarihi makamımıza ait olan ekümeniklik unvanına sahip çıkan Boğaziçi Üniversitesi’ne takdirlerimizi ifade ederiz” dedi.

*

Boğaziçi Üniversitesi ne kadar gurur duysa azdı yani.

Patriğin gözüne girmişlerdi!

*

Savcı Zekeriya Öz, gece vakti, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nü bastı. Gazeteciler “neden geldiniz” diye sordu, “neden geldiğim belli değil mi” diye tersledi. Bakan çocuklarını sorgulayan polislere siyasi baskı vardı, bu baskıyı önlemek için gelmişti. “Savcılığın sorularını değiştirmeyin, aynen sorun, soruları değiştiren polisleri tutuklarım” demişti.

*

Rıza Sarraf’ın malına mülküne tedbir kondu. Nelerdi bunlar? Challenger 300 tipi özel jet, El Ganador isimli İngiliz yarış atı, Nazmi Ziya imzalı “Kendi Evi” isimli tablo filan… Manşetler şatafat fışkırıyordu. Rıza Sarraf magazin haberlerinde boy göstermeyi seviyordu, tam magazinlik olmuştu.

*

Medyada da savaş başlamıştı. Senelerdir AKP’nin bir numaralı savunucularından olan Nazlı Ilıcak, yandaş gazete Sabah’tan kovuldu. Kutuplaşmada cemaatin tarafını tutmuş, çocukları gözaltına alınan bakanları istifaya çağırmıştı. Sabah’ın kapısından çıktı, cemaate yakınlığıyla tanınan Akın İpek’e ait Bugün’e geçti.

*

Yandaş medya, yolsuzluk operasyonunu örtmeye, çürütmeye çalışıyordu. Ergenekon, Balyoz davalarında yandaş medyayla omuz omuza saf tutan cemaat medyası, bu defa karşı taraftaydı. Halktv, Ulusal Kanal, Sözcü, Cumhuriyet, Aydınlık ve Yurt, özgür yayın yapıyordu. Doğuş Grubu, Ciner Grubu ve Demirören Grubu’na ait medya, AKP’nin yanındaydı. Aydın Doğan’a ait Hürriyet ve Kanal D ise, bütün çıplaklığıyla yolsuzluk haberlerini veriyor, Tayyip Erdoğan’ın hışmına uğruyordu.

*

İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın görevden alındı. İzmir’den gelmişti, 4,5 senedir İstanbul’daydı. Bu göreve AKP tarafından getirilmiş, yaş sınırından emekli olmasın, görev süresi uzasın, illa İstanbul’da kalsın diye, vali bile yapılmıştı. 17 Aralık’ı engellemedi, hükümete haber vermedi diye, kötü polis olmuştu! 32 senedir gazetecilik yapan biri olarak, samimiyetle düşüncem o ki, su katılmamış polisti, İstanbul’a gelmiş geçmiş en iyi emniyet müdürüydü.

*

Çapkın’la beraber, iki yardımcısı ve 11 şube müdürü görevden alındı. İstanbul emniyetinde neredeyse polislikten anlayan polis bırakılmadı. Kim cemaatçi, kim değil, karışmıştı. 17 Aralık’a dahli olan herkese cemaatçi yaftası yapıştırılıyordu.

*

Hükümetin, özellikle İstanbul polisi’yle arası fena açılmıştı. Gezi olayları sırasında “polisimiz destan yazdı” deniyordu, maaş ikramiyeleri veriliyordu. Şimdi ise… Büyükşehir belediyesi, çevik kuvvet polislerine otobüs bile vermiyordu! Eskiden, toplu sevklerde otobüs tahsis ediliyordu, artık su yoktu.

*

Aksaray Valisi Selami Altınok, İstanbul Emniyet Müdür­lüğü’ne atandı. Tayyip Erdoğan tarafından Ana uçağıyla Ankara’dan getirildi, makamına oturtuldu. Emniyet müdürlüğü tecrübesini boşverdik, polis bile değildi! “Kurumu tanımaya çalışıyorum, inşallah hayırlı olur” dedi.

*

17 milyon nüfuslu şehrin güvenliği için mi getirilmişti, yoksa 17 Aralık’ın güvenliği için mi… Cevabı herkes biliyordu.

*

Selami Altınok’un işbaşına gelmesiyle beraber, Efkan Ala ismi kulaklara üflenmeye başlanmıştı. Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala, Selami Altınok ve Antalya Valisi Sabahattin Öztürk üçlüsüne dikkat çekiliyordu. Üçü de siyasal mezunuydu, aynı yurtta kalmışlardı. Efkan Ala ve Selami Altınok, Erzurumluydu, Sabahattin Öztürk, Erzurum valiliği yapmıştı. Pek yakında… Efkan Ala, içişleri bakanı, Sabahattin Öztürk, içişleri bakanlığı müsteşarı olacaktı. Cemaatle mücadelenin başında, bu “Erzurum üçlüsü”nün olacağı konuşuluyordu.

*

Habire ağlamasıyla ünlü olan Bülent Arınç, suratında ağlamaklı bi ifadeyle konuştu, “bir içişleri bakanının, oğlunun gözaltına alınmasını basından öğrenmesi kadar acıklı ne olabilir ki” dedi. …

"

Beraber Yürüttük Biz Bu Yollarda kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Beraber Yürüttük Biz Bu Yollarda (2015)

Beraber Yürüttük Biz Bu Yollarda

Araştırma
Yazar: Yılmaz Özdil  
İlk Basım: 2015
Yayınevi: Kırmızı Kedi