Evrensel bir ezgidir Zülfü Livaneli,
Ya da eşsiz bir film karesi,
Belki de sonu gelsin istemediğimiz bir romandır o.
Ama en çok da umuttur.
Hep genç kalan, gençlikle çoğalan, her dokunduğuna çiçek açtıran umutlu bir rüzgâr.


Her şey akar!
Herakleitos
Efes, MÖ 540-480

Merhaba
Dünyanın ucunda bir gül açılmış
Efil efil esen yele merhaba
Karanlığın sonu bir ulu şafak
Sarp kayadan geçen yola merhaba
Günbegün yüreğim ulu yalımda
Engel tuzak kurmuş bekler yolumda
Zulümlerde, işkencede, ölümde
Bükülmeyen güce, kola merhaba
Acı da kahır da çekmiş geliyor
Güneşten boşanmış kopmuş geliyor
Bir ışık selidir, sökmüş geliyor
Nâzım usta, coşkun sele merhaba
Alınacak Anadolu’nun öcü
Yerde kalmayacak çekilen acı
Açıldı geliyor şafağın ucu
Şu doğdu doğacak güne merhaba
Selam olsun dört bir yana merhaba
Akan kana düşen cana merhaba
Hesap sorulacak güne merhaba
Türküler söyleyen dile merhaba

Yaşar Kemal

Merhaba

Sevdalım Hayat kitabımda yer alan anılarımı siz genç yürekler için gözden geçirirken, yaşamımın pek çok tohuma, çiçeğe, ağaca ulaşmamı sağlayan bir rüzgâra benzediğini fark ettim.

Bu rüzgâr olma hali sayesinde müzikte, sinemada, edebiyatta yeni fikirler geliştirebildim, sanat üzerine düşünmeyi hiç bırakmadım ve hayatın en büyük hazinesinin faydalı olmak olduğunu öğrendim. Şimdi de, yaşamımın sizlere cesaret ve güven verebileceğine inanıyorum.

Hatıralarımı derlerken bu sefer, daha çok mutlu anları düşündüm; dostluklar, dayanışmalar, ortak hayaller, gümbür gümbür patlayan kahkahalar, sevdayla dokunan anlar aklıma geldi.

Bana bakan gözlerdeki umut ışıltısını ve milyonlarca yürekten yükselen sağlıklı, diri sesin, bulutlu bir gökyüzü gibi gürleyişini hatırladım.

Ardından, “Kötü ve umutsuz günlerim için yakınmaya hakkım yok,” dedim kendime. Her şeye rağmen güzel ve anlamlı bir hayattı benimkisi. Yaşadığım zorluklar olmasaydı, bu kadar insana dokunamayacak, böyle çeşitli çiçekler açtıramayacaktım zihnimde.

Yaşadığım hayat, dünyanın her yerinde her zaman farklı şekillerde yeniye ve genç olana direnildiğini gösterdi.

Bu dirençlerle yıllarca mücadele etmiş biri olarak size tavsiyem, mücadelenizi hep ürettiklerinizle, yarattıklarınızla verin; şiddetle ya da zalim oyunlarla değil.

Şimdi okuyacaklarınız arkadaşlarım, sürekli yenilik peşinde koşan, merak etmeyi ve öğrenmeyi bir an olsun bile bırakmamaya çalışan, hayatın her alanına sanat penceresinden baktığı için de kişisel çıkarları ön planda tutanları anlayamayan ve yaratıcı olmanın yolunu böyle kişilerden kaçmakta bulan bir adamın anıları.

Ankara’da, uzak iklimlerin düşünü kuran bir çocuğun kitap okuma merakından başlayıp aydınlanma heyecanı yaşayan bir gencin hayallerine, sonrasında ıssız Avrupa başkentlerine, oradan binlerce kişilik konserlere uzanan bir macera benimkisi.

Umarım bu hikâyem size ilham verir ve dünyayı güzelleştiren, sanatla dolu bir hayatınız olur.

Sevdalım Hayat

Akasya kokan gecelerde
Türküler söyleyip dolaşırdın sen
Birer birer dökülen hecelerde
Kendi yüreğinle yarışırdın sen
Sağ olsun uçan kuşlar
Çiçeğe durmuş ağaç
Yaşasın sevdalılar
Karanlıktan güçlüydü hep aydınlık
Uzakta parlayan sımsıcak ışık
Şiir sana tutkun sen ona âşık
Kendi yüreğinle yarışırdın sen
Sağ olsun uçan kuşlar

Çiçeğe durmuş ağaç
Yaşasın sevdalılar
Sevdalım hayat
Yaşam dalga dalga uzar giderdi
Ölüm gözümüzde bir arpa boyu
Çocuk gibi öper, okşar, severdim
Yediğim ekmeği, içtiğim suyu
Sağ olsun uçan kuşlar
Çiçeğe durmuş ağaç
Yaşasın sevdalılar
Sevdalım hayat

Zülfü Livaneli

Keçiler ve Koyunlar

Henüz çok küçük bir çocukken babaannem bir gün bana herkesin içinde “Keçi!” dedi ama bunu o kadar güzel bir biçimde söyledi ki, bundan kötü bir anlam çıkarmamam gerektiğini anladım. Sonra devam etti: “Bu benim yavrum keçidir! Öteki çocuklar koyundur, onların büyük kuyrukları her türlü kabahatlerini örter ama bu benimki kapatamaz; dağkeçisi gibi yapayalnız kalır.”

Babaannemin gözleri her zaman hüzünlü olduğu için, bu sözleri söylerken de kederle gölgelendiğini sanıyorum. Keçi tanımı bana hiçbir şey anlatmamıştı elbette. Neden diğer çocuklardan ayrı olduğumu, beni onlardan neyin ayırdığını bilmiyordum ama demek ki, büyük hayat deneyimine sahip olan babaannem, ömür boyu içinde yaşayacağım durumu daha çocukken saptamış ve bana söylemişti.

Şimdi bu satırları yazarken seni çok daha iyi anlıyorum babaanne. Bir ömür boyu keçi olarak yaşadım, kabahatim varsa onu örtmeye değil apaçık bırakıp ondan ders almaya çalıştım. Doğru bildiklerim, hayatımda yapmak istediklerim, beni arkadaşlarımdan ayrı düşürse de, yalnız kalmama neden olsa da, hep bir keçi gibi burnumun dikine gittim.

Çocukluğumda, gençliğimde edindiğim bu karakter özelliği sayesinde yenilikçi besteler, filmler ve kitaplar üretebildim. Ve yıllar sonra dünyanın büyük sanatçılarıyla tanıştığımda, onların da çevresini kıskanmayan, sadece kendi bildiklerini yapmaya çalışan keçiler olduklarını gördüm.

1946 yılında Konya Ilgın’da doğdum. Dedemin bütün çocuklarını yerleştirdiği, annemin de çocukluğunun geçtiği, masallardaki gibi Rum işi bir evde dünyaya geldim. Ortada “hayat” dediğimiz, ev halkının da hatta hayvanlarımızın da girip çıktığı bir avlu vardı. Çok severdim o avluda oturup etrafıma bakınmayı. “İzbe” dediğimiz yer de kiler olarak kullanılırdı, oraya gitmekten korkardım çocukken. Arka taraf tamamen bahçeydi; arada sırada buradan meyve sebze, tarlalardan tahıllar getirilip avluya dökülür, ayıklanır, işlenirdi. İşte o zaman biz çocuklara türlü oyunlar çıkardı. Ekmek yapılan günleri de hiç unutmam. O kokuyu, koşuşturmayı, yakılan taş fırınların görüntüsünü, sıcacık ekmeklerin tadını… Cennet gibiydi anlayacağınız.

Babamın işi dolayısıyla hep çok yer gezdik, onlarca şehirde yaşadık ama Ilgın’ı bazı tatillerde ziyarete gittiğimizde, yanıma küçük bir çıkın alıp geniş bahçedeki “kavaklığa” gidip yere uzanarak kitap okumak kadar beni mutlu eden pek az şey oldu. Çünkü orada kitap okumak bir masal dünyasından başka bir masal dünyasına ışınlanma hissi yaratırdı.

1950’lerde artık Ankara’nın Kurtuluş semtinde, Bahadırlar Sokak’ta bahçe içindeki iki katlı bir evin üst katında, küçücük bir dairede buldum kendimi. Ömrünü ibadete vermiş olan hâkim emeklisi dedem, en büyük koruyucum babaannem, hukuk fakültesinde okuyan iki amcam ve gece gündüz dikiş dikerek evin geçimine yardımcı olan halam, bu küçük eve sığışmıştık. Evde, bir koridor üzerine sıralanmış bir salon ve iki odamız vardı. Küçük bir mutfak, bir de banyo; işte hepsi bu kadardı.

Babam, annem ve diğer kardeşlerimle birlikte değildim. Çünkü savcı babam Anadolu illerinde dolaşıyordu, beni de Ankara’da o dönemde okulların yıldızı olan Maarif Koleji’ne vermişlerdi. Bu yüzden dedem ve babaannemle birlikte kalıyordum ama bu, pek alışılmadık bir durum değildi. Çünkü ben üç yaşındayken kardeşim Asım doğmuş. O zamanlar babam Fethiye savcısıymış. Annem çok zayıf olduğu için iki çocuğun yükünü kaldıramayacağını düşünüp beni o yaşta dedemle babaannemin yanına vermişler. Daha sonra annem bana bu ayrılığın ona çok acı verdiğini, günlerce ağladığını anlatmıştı.

Ankara’daki alçakgönüllü evin eşyası da kırık döküktü diye hatırlıyorum. Çünkü memurlar arasında yaygın olan “İki taşınma, bir yangına bedeldir,” sözüne göre, denkler, hurçlar içinde Anadolu’nun o köşesinden bu köşesine savrulan eşyamız, gerçekten de birkaç yangın geçirmiş gibiydi.

Mutfakta, içinde kavrulmuş kıyma, kenarları sararmış ve biraz kurumuş beyazpeynir, salamura zeytini gibi yiyecekleri barındıran bir teldolap bulunurdu. Bir de tepesi temiz bir bezle özenlice kapatılmış olan bir su küpü. Yoğurt, sokaktan geçen ve bet avazıyla yeri göğü birbirine katan yoğurtçudan alınırdı. Adam kapıya gelir, bir sırığın uçlarında sallanan kapaklı iki tepsiden birini açar, sonra yine kapaklı bir mahfazadan mala gibi bir şey çıkarır, yoğurdu onunla alır, tabaklara koyardı. O malanın, kaymak tutmuş bembeyaz yoğurtta kayışı çok güzeldi. Evdeki tel somyaların altına doldurulan kavun karpuz da böyle satın alınırdı, su da.

Babaannem harika kuru köfte ve patates yapardı. O köfteler yağda kızarırken eve yayılan nefis kokunun ömrüm boyunca burnumdan gideceğini sanmıyorum. Zeytinyağında kızartılan pufböreği kokusundan ise nefret eder, kaçacak yer arardım.

Ela gözlü güzel Melahat Halam, sürekli rengârenk kumaşları biçer, ayaklı Singer dikiş makinesinde tıkır tıkır çalışır, teyel atar, …

"

Rüzgarlar Hep Gençtir kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Rüzgarlar Hep Gençtir (2019)

Rüzgarlar Hep Gençtir

Edebiyat
Yazar: Zülfü Livaneli  
İlk Basım: 2019
Yayınevi: Doğan Kitap