“Bir bahar günü Sait Faik ve Orhan Veli ile birlikte yaptığımız bir Boğaz gezintisini anımsıyorum. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar her iskelede Sait beni sınava çekmişti: ‘Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?’ Anadoluhisarı İskelesi’nin yanında küçük bir kahve vardır. ‘Haydi’ dedi, ‘mademki hikâyecisin, şu kahvede ilk gözüne çarpan nedir, söyle bakalım?’ Baktım üç dört kişi oturmuş, kâğıt oynuyor, kahve içiyor, duvarda birtakım basma resimler… İran şahının, Atatürk’le resmi falan. ‘Bu resimleri belirtirim’ dedim. Kızdı birden, ‘Ulan!’ dedi, ‘o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be?’ ”
Oktay Akbal,
Şair Dostlarım, 1964.
Kitap Hakkında
Havuz Başı, Sait Faik Abasıyanık’ın 1952 yılında yayınlanan hikâye kitabı. Bu kitapta yazarın eski ve yeni yirmi üç öyküsü yer alır. Sait Faik Havuz Başı’nda okuyucuya kendisini anlatır, içini döker gibidir. Son kitaplarında yer almayan Adapazarı’nda geçirdiği çocukluk günlerine ait anılar bu kitapta kendine yer bulur.
Ayrıca, kitaptaki bazı hikâyeler yarım, bazıları ise gözlem düzeyinde kalmış gibidir.
Analiz
Kitaba ismini veren Havuz Başı, temiz ve saf insanları konu edinmiş, anlatana yaşama sevinci ve neşe veren bir öyküdür. Sait Faik, Kumarbaz Hayri Efendi isimli hikâyesinde ise farklı bir anlatım tekniği denedi. bu hikâyede anlatıcı birinci tekil ile üçüncü tekil arasında sürekli değişmektedir.
Sur Dışında Hayat topluma yönelik bir öyküdür. Su Basması’nda ise anlatıcı bir köylüdür ve Sait Faik ilk kez bir şive taklidi yazmıştır. Yazar, onu ölüme götüren hastalığından (siroz) ilk kez Cezayir Mahallesi isimli öyküsünde bahseder. (“Körolası! Benim de karaciğerim hasta.”) Cezayir Mahallesi ayrıca “Bir Nedim yaşamış, (…) güzel çocuklar sevmiş bilirdik.” cümlesi ile ilgi çeker. Bu cümle Sait Faik’in ileriki günlerde yazacağı eşcinsel öykülerin habercisi gibidir.
Kitapta bulunan yirmi üç öyküden yedi tanesi deneme tarzında gibidir. Sur Dışındaki Hayat ise röportaj tarzında bir öyküdür. Geriye kalan on beş öykünün on biri kentte, biri adada, biri köyde, biri kasabada, biri ise yolda geçer. Abasıyanık, hikâyelerin on ikisini şimdiki zamanla, ikisini geçmiş zamanla, bir tanesini ise geçmiş ve şimdiki zaman iç içe yazdı. On hikâyede anlatıcı birinci tekil şahısken, üç hikâyede üçüncü tekil şahıs, iki hikâyede ise hem birinci tekil hem de üçüncü tekil şahıstır.
Sait Faik’in hiçbir hikâyesinde gelecek günlerden bahsetmemesi dikkat çeker.
Havuz Başı
Beyazıt Havuzu’nun kenarındaki kanepelerden birine oturmuş sizi bekliyorum. Yaşını almış bir adamın yirmi yaşındaki çocuk kederlerini, sevinçlerini yaşaması ne demektir, diye düşünüyorum: Belki, bir geç olma hadisesi. Belki de bir çeşit hazları, kederleri, çocuklukları uzatma temayülü. Ama bu uzayan yaz, kışın gelmeyeceğine alamet değil. Kış müthiş olacak, kar yollan kapayacak, bembeyaz ovada ölülük uzayıp gidecek…
Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim âleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. Sonra çarşılardan çarşılara, insan sesleri arasında, her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım.
Herkesler geçti, siz geçmediniz. Yüzünüzü göremedim. Bayramım, çocukluk bayramım salıncaksız geçmiş gibi gözüme yaş doldu.
Soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, üzüntüden mi, bilmem. Havuzun suyu bulanık. Kapının saatleri on ikiyi geçmiş. Kanepelerde kimseler yok. Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanıdık mıydı, acaba? Ne diye öyle dönüp dönüp baktı?.. Yoksa kimseciklerin oturmadığı kanepelerde bu saatte yalnız pek başıboşlar mı oturur? Kimseler âşık değil mi bu şehirde? Kimseler, bir meydanın kanepesinde kimseyi beklemeyecek mi, yüzünü bir dakika görmek için kimsenin?
Önce yanımdaki kanepeye oturdular. Biri kadın, öteki erkekti. Erkek bana gülümsedi. Halim yok gülmeye; yoksa tatlı tatlı gülümsemesine karşılık verilmeyecek adam değildi. Bu selam yerine geçen gülümsemeye neden cevap vermedim? Sizi bekliyordum. Hâlâ sizi bekliyordum. Belki de bugün, bu saatte buradan çıkmayacaktınız… Yoksa hasta mıydınız?
Bir ara, bir başkasında saçlarınızı, yürüyüşünüzü seyreder gibi olmuş, siz olmadığınızı görünce yeniden merak etmiş, üzülmüş; sonra, belki de benim burada oturduğumu tahmin etmiştir de öteki kapıdan çıkmıştır, şüphesine düşmüştüm. Bu şüpheden çabucak caydım. O kadar ehemmiyet verilmeye değer miydim?
Ya hastaysanız!..
Sanki hastaydınız. Koşup yatağınızın başucuna gelmiştim. Gözlerinizi açtınız. Alnınız terliydi. İki açık sarı tel, terli alnınızın üstüne yapışmıştı. “Ateşim düşmüyor” demiştiniz. Şehre koşmuştum. Karaborsalardan ilaçlar getirmiştim. İyileşmiştiniz. Rıhtım boyunca yürümüştük. Taze, kırmızıydınız. Alnınız terliydi. Gülüyordunuz. Alay ediyordunuz. Koşuyordunuz, yakalayamıyordum. Allah esirgesin! Hasta olmayın!
Dört beş saniye içinde bunları düşündüğümden adamın selamına karşılık vermemiştim. Dört beş saniye bir gecikmeden sonra ben de güldüm. Bunun üzerine adam yerinden kalktı, yanıma geldi.
— Bu caminin ismi ne?
Bir türlü bulamadım caminin ismini, dersem inanır mısınız? Hâlâ sizinle beraberdim. Hayır, hasta filan değildiniz, çok şükür! Beni görmemek için arka yollardan gidişinizi görür gibi oldum. İçimi mütevekkil bir sıkıntı sardı. Kızamıyorum size… Dünyaya kızıyorum. En iyi arkadaşıma kızıyorum. -Yok a.. – Bu mayıstan başka her şeye benzeyen soğuk bin dokuz yüz kırk altı mayısına kızıyorum. Budalaca gülen kızlara kızıyorum. Size kızamıyorum. Arka sokaklardan beni görmemek için kaçtaysa beni düşünerekten gitmiştir diyorum. Hatırladım caminin ismini:
— Beyazıt Camii, canım!
Kadın da yerinden kalktı. Adamın mühim bir sual sorduğunu, cevabımın bütün karışık meseleleri halledeceğini bağıran pek mütecessis bir yüzle yanımıza geldi. Yanına oturdu adamının. Bu sefer o sordu:
— Ali Sofya, hangisi?
— Şu tarafta…
Bir işaretle sol tarafı gösterdim. Anlayamadılar ne taraftadır Ali Sofya. Elimin gösterdiği istikameti bir türlü kestiremediler. Gösterdiğim yerde kocaman binalar, birbirini kesen, biçen yollar, dükkânlar vardı. Oradan Ayasofya’yı nasıl bulacaklar? Ama ne yapsınlar, çaresiz kabullendiler. Zahir oralardadır, diye akıllarından geçmiş gibi yüzüme baktılar. Son bir defa daha:
— Herhalde ıraktır, dediler.
— Yok, pek ırak değil, dedim.
Adam ellisini aşmıştı. Toprak rengi yüzünde alışılmamış çizgiler vardı.
— Bunu getirdim köyden, dedi.
Çarşaflı kadını gösterdi: Sütlaç gibi buruşuk, ufacık gözleri ile yanaklarının elmacık kemiklere rastlayan yerleri pırıl pırıl, dişleri bembeyaz, yüzüne bakınca bir süt kokusu duyar gibi oldum. Bu yüz pembe mi pembe; içinde ne güzel bir kan akıyordu kim bilir…
— Hiç İstanbul görmedi bu. Bakıyor, hoşlanıyor da gülü gülüveriyor. Hoşlanıyor pek. Biz Lüleburgazlıyız. Ben geldim birkaç defa İstanbul’a. Bu gelmemişti. Camileri gezdiriyorum.
— Taksim’e de bir gidin.
— Gideceğiz. Beyoğlu’nu da görürüz ha? O da, Taksim’e ulaşmadan değil mi?
— Evet.
— Tramvayla mı, gidelim?
— Tramvayla gidin, ya!
— Ama biz, tonelden geçmek istiyoruz.
— Tonel işlemiyor, kapalı.
— Yaa. Tonel kapalı demek…
Tonelin, kapalı olmasına beraberce üzülüyoruz. Kadın, elinde gazete kâğıdına sarılmış bir şeyi bana gösteriyor:
— Bakır ucuzlamış, ucuza aldık.
— Kaça aldınız?
— Kilosuna… Ne verdikti?.. Dört yüz elli kuruştan verdiler. Te, bak şuna, üç yüz on kuruş verdik. Pahalı değil, değil mi?
— Üç yüz yirmi beş kuruş verdik. Yedi yüz gram geldi.
— Sen beş lira verdin. Ne geri verdi sana bakırcı?
Hesap ettiler. Önce anlaşamadılar. Sonra anlaştılar. Üç yüz on kuruşa almışlardı tencereyi.
Ben senin gelmen ihtimali olan yola gözlerimi dikmişim. Onlar, hesaplarını yapmış, havuzu seyrediyorlar. Ben geçmenizden ümidimi kesmişim. Sizi nerede bulabileceğimi: “Bana bakın! Beni dinleyin, n’olur? Bırakın da bir gün samimi olayım. Söyleyeceklerimi söyletmiyorsunuz. Dinleyeceklerimi dinletmiyorsunuz. Bırakın anlatayım…”
— Bu, dibinden mi kaynar?
— Yok canım! Babacığım, bu pınar mı? Boruyla içine terkos gelir.
Adam yanındakine dönüyor:
— Borularla doldururlarmış. Dibine boru döşemişler, senin anlayacağın.
Bana:
— Pekiii? Hani bu, sulan fışkırtırmış…
— Bayramlarda, sıcak havalarda… Hava soğuk da ondan fışkırtmıyorlar.
Adam kadına:
— Hava soğuk da ondan fışkırtmıyorlar, anladın mı? Sıcak havada fışkırtırlar da insanları serinletir…
Bana da dönüyor:
— Peki?.. diyor. Hani üstüne top korlar da sular lastik topu havaya fırlatır, oynatır durur, öyle de yaparlar mı?
Elli yaşında adam, ellisine yakın kadın, fıskiyeler, toplar… Onlar, benden de çocuk. Seni görememenin sıkıntısı dağılıyor, seviniyorum. Kadın eğilip beni dinliyor. Taksim’den, öteki camilerden, meydanlardan, Boğaziçi’nden, Kız Kulesi’nden söz açıyoruz. Sonunda lakırdılarımız bitiyor. Konuşmuyoruz bir zaman. Ben size bir mısra bulup söylemek istiyorum. Yağmurlu havalardan, dağ yollarından, katırlardan, çıngıraklardan bahseden mısralar yok mu yeryüzünde? Bu sırada adam kadınına Kız Kulesi’ni, Haydarpaşa’yı, Selimiye Kışlası’nı anlatıyor…
Bir ara üçümüz de susuyoruz. Mühim şeyler düşünüyor gibiyiz. Hele ben, neler düşünmüyorum: Kapıdan çıkıyorsunuz. Koşa koşa yanıma geliyorsunuz. Kolunuza bile giriyorum.
Tam bu sırada adam:
— Kışın donar mı bu su?
Ne diyeyim ben şimdi? Üzüntüm yine dağılıyor:
— Donar, diyorum, donar da çocuklar üstünde kayarlar.
Kadına dönüyor adam:
— Donarmış, çocuklar üstünde kayarlarmış, diyor.
Ne dersin, sevgilim. Beyazıt Havuzu kışın donar mı? Murtaza Çavuş’la karısı Hacer Ana’ya ben donar, dedim.
Kitabın İçindeki Öyküler
Havuz Başı
Kumarbaz Hayri Efendi
Çatışma
İyilik Unutulmaz
Bir Sonbahar Akşamı
Bir Ev Sahibi
Bayan Gülseren
Yüksek Kaldırım
On Milyonerle On Metresi
Jimnastik Yapan Adam
İnsan Gibi Birşey: Huy
Su Basması
Mektup
Sur Dışında Hayat
Serseri Çocukla Köpek
Sonbahar
İnsanlar, Türküler, Masallar
Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesi
Cezayir Mahallesi
Simitle Çay
Şehrin Sabahları ve Adamlarından Biri
Şehrâyin
Güğüm
Havuz Başı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.