Ömer Seyfettin, Türk edebiyatının en önemli yazarlarından biri olmakla bereber, Türk öykücülüğünün babası sayılmaktadır. Kendine özgü yazım dili ve anlatımıyla yazdığı öykülerle okuru hemen etkisi altına almaktadır.

Kızılelma kitabında şu seçkin öyküler yer almaktadır:

Kızılelma
Teke Tek
Vire
Ferman
İlk Cinayet
Yeni Bir Hikaye
Pembe İncili Kaftan


KIZILELMA

“Kızılelma’ya… Kızılelma’ya… ‘Kızılelma’yacak gideceğiz!”

Zamanın Süleyman’ı ansızın kükremiş bir tufan halinde akseden bu naraları duydu. Otağında yalnızdı. Yarım saat evvel dağılan divanın cenk için gösterdiği kahramanca arzuyu düşünüyordu. Bugün, yalnız vezirleri değil, kazaskerleri, defterdarları, nişancıları, “ağa, kethüda, serdar, yayabaşı, bölükbaşı, vekilharç” gibi yeniçeri zabitlerini, hatta solakları bile çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi “Kafdağı’na kadar arkandan gelmeye hazırız, padişahım!” diye ayaklarına kapanmışlar, gözlerinden sevinç gözyaşları dökmüşlerdi. İşte şimdi “sefer kararı” ordu içinde yayılmış olacaktı. Otağın biraz uzağında, küçük meşe ormanının sonundaki mahşerde, deminki divanın sevinci, büyük bir heyecan ummanı gibi kaynıyor, kabarıyor, bu ummanın görünmez, işitilir dalgaları, yalan ufukların bulutlu sahillerine değil sanki bütün cihanın kalbinde çarpıyordu:

“Kızılelma’ya… Kızılelma’ya… Kızılelma’yacak…”

Padişah, tahtından yavaşça ayağa kalktı. Sağ elini altın koltuğuna dayadı. Gökten inen, manası anlaşılmaz bir sese kulak verir gibi başını büktü. Ordunun velvelesini dikkatle dinledi. “Kızılelma, Kızılelma…” Bu ismi şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta oturdu. Gözlerinin üstüne kadar eğilmiş yusufiyesini geri itti. Gayet çıkık geniş alnını, esmer uzun parmaklarıyla tuttu. Düşündü. Düşündü…

“Kızılelma neresi?” diye mırıldandı.

Doğuda olsun, batıda olsun sefere çıkarken galeyana gelen asker hep “Kızılelma’ya…” diye bağrışıyordu. Bu narayı yeniçeri kışlalarında, sipahi ocaklarında, geçit resimlerinde hatta İstanbul’da, sarayın iç bahçesinde bile duymuştu. Kızılelma neresiydi? Portakal rengi sırmalı perdenin arkasında nöbet bekleyen Mahmut’u çağırdı:

“Sadrazama söyle, vezirlerle beylerbeyini, kazaskerleri toplasın. Hemen gelsin!” dedi.

Yarım saat evvelki büyük divandan çıkan vezirler, niçin yine huzura çağrıldıklarını ürkek bir ıstırap ile merak ediyorlardı. Ahmet Paşa’yla Hadım Ali Paşa’nın arkasından kazaskerler, Sokullu Mehmet Paşa, Haydar Paşa, Ayaş Paşa, İskender Paşa gözleri yerlerde otağa girdiler. Birer birer tahtın saçağını öpüp el bağladılar. Padişah, beyaz tülbent sarılı, çifte tuğlu yusufîyesini yine çok öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu, yüzü her vakit olduğundan daha ziyade sertti, değerli taşlarla süslü ince direkler üstüne kurulmuş donuk zümrütten bir kubbeyi andıran otağın loş sükûnunu, “Kızılelma neresi? İçinizde bilen var mı?” suali bozdu.

“…”

“…

“…”

“…”

Kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyordu.

Padişah, “Bunu sormak için sizi çağırdım,” dedi. “Otağımızın etrafında daima bu narayı işitiriz, işte bakınız. Yine ‘Kızılelma’ya, Kızılelma’ya…’ diye bağrışıyorlar… Burası neresidir? Binlerce defa KIZILELMA

“Kızılelma’ya… Kızılelma’ya… ‘Kızılelma’yacak gideceğiz!”

Zamanın Süleyman’ı ansızın kükremiş bir tufan halinde akseden bu naraları duydu. Otağında yalnızdı. Yarım saat evvel dağılan divanın cenk için gösterdiği kahramanca arzuyu düşünüyordu. Bugün, yalnız vezirleri değil, kazaskerleri, defterdarları, nişancıları, “ağa, kethüda, serdar, yayabaşı, bölükbaşı, vekilharç” gibi yeniçeri zabitlerini, hatta solakları bile çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi “Kafdağı’na kadar arkandan gelmeye hazırız, padişahım!” diye ayaklarına kapanmışlar, gözlerinden sevinç gözyaşları dökmüşlerdi. İşte şimdi “sefer kararı” ordu içinde yayılmış olacaktı. Otağın biraz uzağında, küçük meşe ormanının sonundaki mahşerde, deminki divanın sevinci, büyük bir heyecan ummanı gibi kaynıyor, kabarıyor, bu ummanın görünmez, işitilir dalgaları, yalan ufukların bulutlu sahillerine değil sanki bütün cihanın kalbinde çarpıyordu:

“Kızılelma’ya… Kızılelma’ya… Kızılelma’yacak…”

Padişah, tahtından yavaşça ayağa kalktı. Sağ elini altın koltuğuna dayadı. Gökten inen, manası anlaşılmaz bir sese kulak verir gibi başını büktü. Ordunun velvelesini dikkatle dinledi. “Kızılelma, Kızılelma…” Bu ismi şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta oturdu. Gözlerinin üstüne kadar eğilmiş yusufiyesini geri itti. Gayet çıkık geniş alnını, esmer uzun parmaklarıyla tuttu. Düşündü. Düşündü…

“Kızılelma neresi?” diye mırıldandı.

Doğuda olsun, batıda olsun sefere çıkarken galeyana gelen asker hep “Kızılelma’ya…” diye bağrışıyordu. Bu narayı yeniçeri kışlalarında, sipahi ocaklarında, geçit resimlerinde hatta İstanbul’da, sarayın iç bahçesinde bile duymuştu. Kızılelma neresiydi? Portakal rengi sırmalı perdenin arkasında nöbet bekleyen Mahmut’u çağırdı:

“Sadrazama söyle, vezirlerle beylerbeyini, kazaskerleri toplasın. Hemen gelsin!” dedi.

Yarım saat evvelki büyük divandan çıkan vezirler, niçin yine huzura çağrıldıklarını ürkek bir ıstırap ile merak ediyorlardı. Ahmet Paşa’yla Hadım Ali Paşa’nın arkasından kazaskerler, Sokullu Mehmet Paşa, Haydar Paşa, Ayaş Paşa, İskender Paşa gözleri yerlerde otağa girdiler. Birer birer tahtın saçağını öpüp el bağladılar. Padişah, beyaz tülbent sarılı, çifte tuğlu yusufîyesini yine çok öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu, yüzü her vakit olduğundan daha ziyade sertti, değerli taşlarla süslü ince direkler üstüne kurulmuş donuk zümrütten bir kubbeyi andıran otağın loş sükûnunu, “Kızılelma neresi? İçinizde bilen var mı?” suali bozdu.

“…”

“…

“…”

“…”

Kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyordu.

Padişah, “Bunu sormak için sizi çağırdım,” dedi. “Otağımızın etrafında daima bu narayı işitiriz, işte bakınız. Yine ‘Kızılelma’ya, Kızılelma’ya…’ diye bağrışıyorlar… Burası neresidir? Binlerce defa ismini işittiğim bu memleketin neresi olduğunu öğrenmek isterim.

Temeşvar fatihi Ahmet Paşa kekeledi:

“Viyana olsa gerek, padişahım…”

Padişah, öteki vezirlere döndü:

“Öyle mi?”

Ne evet, ne hayır diyebiliyorlar, önlerine bakıyorlardı. Padişah, orduya getirdiği kaplan postlu, kurt taçlı, çekirdek mahmuzlu, tekne kalkanlı, tepeden tırnağa kadar demire gark olmuş, elleri kostaniçeli, ak kızıl bayraklı, emsali görülmemiş mükemmel alayı ile iki gün evvel teveccühünü kazanan Rumeli Beylerbeyi’ne sordu:

“Sokullu! Sen söyle, Kızılelma neresi?”

“Roma olsa gerek, padişahım!”

“Ne biliyorsun?”

“Öyle sanırım.”

“Sanmak bilmek değildir…”

Padişah sırasıyla âlim kazaskerlere de sordu. Kızılelma için kimi “Çin”, kimi “Maçin” diyordu.

Ayaş Paşa:

“Hint’tir.”

Haydar Paşa:

“Sint’tir!”

İskender Paşa:

“Kafdağı’nın arkası olsa gerektir,” dedi.

Büyük padişah, anlamak istediği şeyi kimsenin bilmediğini görünce, canı daha beter sıkıldı. Tahtın koltuklarını sinirle tuttu. Âdeti olmayan bir hiddetle kazaskerlere döndü. Acı acı gülümsedi:

“Yazık sizin ilminize!”

“Her şeyi biliyoruz!” sanan bu Horosanî kavuklu başlar, uğradıkları hakaretin altında hafifçe sallandılar. Onlar her şeyi kabul edebilirdi lâkin cahilliği asla… Ortalarından kara sakallı, bastı bacak, şişman bir fıkıh bilgini bir adım ilerledi. Bu hem en âlimleri, hem en cesurlarıydı:

“Padişahım,” dedi, “bu ‘Kızılelma’ halk kullarının uydurduğu bir efsanedir. Ne aslı vardır ne faslı… Bir hakikat değildir ki biz bilelim. Halk ise padişahım, bilmez söyler.”

Zamanın hâkim Süleyman’ı altın koltuğa dayalı elini kaldırdı:

“Halkın dediği! Hakk’ın dediği!”

Bodur kadı, bu sözden bir şey anlamadı.

Padişah devam etti: …

"

Kızılelma kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Kızılelma