Birbirini seven iki insanın düşebileceği en kötü duruma düştüklerinin farkındaydı, sevgi asla kaybolmayacak bir biçimde canlıydı ama aralarındaki ilişki çürüyüp eski bir köprü gibi yıkılmıştı. Bir nehrin iki kıyısında kalmışlardı.
Birbirlerini görüyorlar, rüzgârın kelimelerin çoğunu uğultusuyla boğduğunu bile bile birbirlerine sesleniyorlar ama birbirlerine ulaşamıyorlardı. Bütün hissettiklerine rağmen o köprünün bir daha kurulamayacağına inanıyordu, bunu denemeye bile gücü kalmamıştı, o kavgalar, kıskançlıklar, dinmeyen kuşkular, iyileşmesi imkânsız biçimde ilişkilerini de ruhlarını da hastalandırmıştı.
Arabanın içinde yaşadığı o korkunç özlem krizini, arabayı nasıl kenara çektiğini, özlemenin şiddetinden nasıl soluğunun kesildiğini Yelda’ya hiçbir zaman anlatmadı, Yelda o kadar özlendiğini hiç bilmedi.
Kehribar rengi tozlu bir dünyanın üstünde uçuyorlardı. Kil kırmızısı tepelerin yamaçlarındaki binlerce yıl önceden kalma kilise harabeleri, yıkık duvarlar, duvarlarına pencere biçimi delikler açılmış mağaralar, kayalara oyularak yapılmış basamaklar, bunların altına yerleşmiş ve bugüne mi yoksa geçmişe mi ait olduğu anlaşılamayan düz damlı kerpiç evler, derin vadiler, yaprakları tozlanmış, gövdeleri ihtiyarlıktan eğilmiş iğde ağaçları hızla akıyordu altlarından.
Gördüğü her şey onda daha bu yolculuğun başında belirmiş olan kaybolmuşluk hissini artırıyordu. İki saatten beri süren bu yolculuktan geri dönebilmek için sanki yüzlerce yıl harcaması, çağları aşması gerekiyormuş gibi hissediyor, bütün hayatından ve kendinden uzaklaşıyordu ama bir yandan da kurtulacağını umduğu geçmişe, şu anda elinde başka hiçbir şey olmadığı için, neredeyse çılgınca bir hırsla tutunmaya uğraşıp, unutmaya yemin ettiği birçok anıyı hatırlıyordu. Öyle beklemediği bir yere gelmişti ki kaybolmakla geçmişe sarılmak arasında bir seçime zorlanacağından korkmaya başlamıştı.
Askerî helikopter yavaşlayarak sola döndü, yarım ay şeklindeki bir dağ dizisinin ortasındaki açıklıktan bir vadiye girdi ve birden hızlanarak yükselmeye başladı, yükseldikçe art arda dağlar çıkıyordu ortaya. Önünde bayrak dikili bulunan, kenarlarına kum torbalan dizilmiş bir askerî karakolun üstünden geçtiler, altlarında bir köy belirdi. Çamurlu dar yolları yukardan bakınca ağaç kabukları gibi gözüküyordu, tek katlı toprak evler düzensiz bir şekilde yerleşmişti, üst üste dizilmiş taşlardan alçak bahçe duvarları yapmışlardı, köyün kenarında ise temiz ve düzenli alüminyum barakalar vardı.
Helikopter köyün üstünde son bir kez döndükten sonra hemen arka taraftaki küçük helikopter pistine inişe geçti. Sarsıntıyla yere değdiklerinde çevrelerinde kil rengi bir toz bulutu oluşmuştu.
Pervaneler yavaşlayarak dururken Yelda başını yanındaki pencereye dayadı. Garip bir bitkinlik hissediyor ama o bitkinliğin derinlerinde içini yırtan bir sancı, hemen oradan, bütün hayatla ilişkisini kesmişe benzeyen o köyden, ıssız dağlardan kurtulmak için çırpınıyordu.
Tam “ben geri döneceğim” diyeceği sırada pilot arkaya doğru bağırdı.
— Çabuk olun, karanlık çökmeden üsse varmış olmalıyız.
Yelda bir şey söyleyemeden çantasını aşağıya attılar, bir er neredeyse zorla onu kolundan tutup indirdi. Helikopter, yeniden etrafa tozlar püskürtüp, Yelda’yı bir rüzgâr girdabının içinde bırakarak havalandı, sanki oradan bir an önce kurtulmak istiyormuş gibi hızla uzaklaştı. Helikopterin kaldırdığı tozlar yatışınca Yelda o küçük helikopter pistinde yapayalnız kaldığını gördü, onunla birlikte gelen iki adam gitmiş, Yelda’yı karşılamaya da kimse gelmemişti.
Dar ve pis yolları, çarpık duvarları, küçücük karanlık pencereleriyle bu köy ona asla içinden kurtulamayacağı bir tuzak gibi gözüküyor, yerinden kımıldayamıyordu. Tanıdığı kimse yoktu. Onu buraya getiren helikoptere mutsuz bir insan olarak binmişti, şimdi ise kendine tümüyle yabancı gözüken bu köyün kenarında o mutsuzluk bile anlamını yitirmişti, ölü balıklarla dolu bir havuza girmiş gibi anlatılması zor bir korku ve tiksinti doldurmuştu içini. Buraya niye geldiği, amacı, hatta mutsuzluğu bile umurunda değildi o anda, buradan hemen gitmek istiyordu. “Yarın gelen ilk helikopterle dönerim” diye düşündü. Bu düşünce önu canlandırdı biraz.
Selim’i arayıp, “ben yarın dönüyorum” demek için çantasını telaşla karıştırarak cep telefonunu çıkardı. Tuşlara hızlı hızlı bastı ama telefon çalışmıyordu. Daha birkaç saat önce içinde yaşadığı hayatla bütün ilişkisi kesilmiş gibiydi.
Akşam yaklaşıyordu, güneşten kavrulmuş tepeler, üstlerinde yetişmiş tek tük kahverengi ağaçlarıyla hâlâ sarı bir ışıkla parlıyordu ama köye bakan yamaçlar gölgelenmişti, eteklere doğru gölgelikler koyulaşıyor, ıssızlık duygusu artıyordu. Dağlardaki mağaralar o gölgeliğin içinde iyice siyahlaşmıştı.
Valizini alıp köye doğru yürüdü.
Yabancılığın yarattığı yalnızlık duygusu öylesine yoğundu ki belleği neredeyse çılgınca bir çabayla geçmişe, kendinden saklamaya çalıştığı anılarına dönüyor, oradan en güzel olanlarını bulup çıkartıyordu. Hepsinde de aynı yüz vardı. Dünyaya biraz küskün ve uzak bakan, kenarları çizgilenmiş gözler, geniş bir alna düşen kırlaşmaya başlamış inatçı bir perçem ve bu görüntüye hiç uymayan alaycı bir kahkahayla genizden gelen, kelimeleri dolu dolu söyleyen boğukça gergin bir ses. Bu yüzü, kendisini nasıl güldürdüğünü her hatırladığında ruhunda beliren o acı dolu karmaşa gene oradaydı: öfke, nefret, “ben onsuz yaşayamam” inancı ve şefkat. O köyün girişinde onu şeytan karşılasa, Selim’in yanında olabilmek için bütün geleceğini satabilirdi ve bunu fark etmek bile o dayanılmaz gözüken özleme “ben ne kadar güçsüzüm” düşüncesinin yarattığı kızgınlığı ekliyordu.
Köye girdiğinde ilk evin açık duran kapısından yaşlıca bir kadın çıktı, kaim kaşları çatıktı, burnunun iki yanından derin çizgiler çenesine kadar iniyordu, gözleri ilgisiz ama kuşkulu bakıyordu, başörtüsünün altından çıkan saçları fazla kınadan morumsu bir kızıllık almıştı, naylon terlikler içindeki çıplak ayaklarına kadar uzanan bol, rengi atmış siyah bir etek, üstünde kırmızı çiçek desenleri olan turuncu bir gömlek giymiş, omuzlarına da kahverengi kaim bir şal atmıştı. Yelda kadına gülümsedi ama kadın arkasını dönüp yan taraftaki çamurdan yapılmış fırının önüne çömeldi.
Yolun öbür yanındaki evin kapısı açıktı ama ne evin içinde, ne de tekerlekleri çıkartılmış bir bisikletle tahta bir kerevetin durduğu çamurlu küçük bahçede biri gözüküyordu, aceleyle terk edilmiş gibiydi. Yelda’nın içinde helikopterden indiği anda beliren sızı her an başka bir duyguya dönüşüyor, bir an özlem oluyor, bir an insanın kendini ait olmadığı bir yerde bulduğunda beliren nedensiz korkuya benziyordu, yalnızlık, kimsesizlik, unutulmuşluk biçimlerine giriyor, her duyguyla biraz daha derinleşip onu yoruyordu. Elindeki valiz ağırlaşmaya başlamıştı.
Birden yolun sonundan kendisine doğru koşarak gelen genç bir kız gördü, uzaktan kızın bir blucinle gömlek giydiğini, ayağında botlar olduğunu, saçlarını bir bantla topladığını farketti, o anda bu hiç tanımadığı kızı görmenin onda yarattığı ferahlığı unutmayacaktı, kendine benzeyen birini görmek anlaşılmaz biçimde içindeki korkuyu, tedirginliği, yalnızlığı yatıştırmıştı.
Kız soluk soluğa gelip, kesik kesik sözcüklerle özür dilemeye başladı.
— Özür dilerim… Bir karışıklık olmuş… Ben diğer arkadaşın sizi karşılamaya geleceğini sanıyordum, o da benim geleceğimi sanıyormuş… Çok özür dilerim…
Yelda hafifçe kızgın bir sesle, “önemli değil” dedi. Sonra duvarları çarpılmış içleri karanlık köy evlerine bakarak endişeyle sordu.
— Nerede kalacağım?
— Köyün öbür yanında bir yer hazırlattık size…
Kızın sesinde hafif bir aksan hissediliyordu, bu yörenin okumuş kızlarından biri olduğu anlaşılıyordu. Uzanıp Yelda’nın valizini almak istedi.
— Ben alayım… Siz yorulmuşsunuzdur.
— Teşekkür ederim, ben taşırım, o kadar yorgun değilim. Birlikte yürümeye başladılar, Yelda indiğinden beri aklına
takılan soruyu sanki önemsiz bir şey soruyormuş gibi sordu.
— Cep telefonları çalışmıyor mu burada? Kız güldü.
— Öyle bir sorunumuz var… Sadece karakolun arkasındaki kayalıklarda çalışıyor cep telefonları… Sadece orada çekiyor.
— Başka telefon var mı burada?
— Tabii… Ofiste telefonlar var ama… Kız sustu.
Yelda kıza bakıp, “evet,” dedi lafın sonunu beklediğini anlatmak isteyerek.
Kız mırıldanır gibi konuştu.
— Biz başkalarının duymasını istemediğimiz özel konuşmalarımızı o telefonlardan yapmamaya çalışırız… Cep telefonları da ne kadar güvenli bilmem ama işte gene de cep telefonu daha iyidir…
Önce kızın ne söylemek istediğini anlamadı Yelda, sonra birden kavradı. İçi yeniden sıkıştı.
— Adın ne senin?
— Rojda…
Yelda kendisini ilk kez tanıyan herkesi şaşırtan garip açık-sözlülüğüyle, “Kürt müsün?” diye sordu.
Kız neşeyle güldü, gururlu bir sesle cevap verdi.
— Evet, Kürdüm.
Yelda’nın bu sorusunu bu kadar düz ve rahat sormasından kendince bir sonuç çıkartmış olmalı ki ümitle o da Yelda’ya sordu:
— Siz?
Yelda gülümsedi.
— Yok, ben Kürt değilim.
Rojda, açtığı paketten beklediği oyuncak çıkmayan bir çocuk gibi hayal kırıklığını saklamaya uğraşarak,
— Olsun, dedi.
Bir yükselip bir alçalan, kimi zaman küçük bir tepeciğe dönüşen, yer yer küçük çamur gölcükleriyle kesilen, içinden
biçimsiz iri taşların çıktığı, bazen siyah bazen kahverengi olan toprak yol düz bir şekilde gitmiyor, rastgele yapılmış evlerin arasından dolanıyordu, meydanlığa benzer bir yere geldiler, ortada kavruk bir ağaç vardı, ağacın altına boyanmamış, çimento grisi küçük beton bir kulübe yapılmış, gri demirden bir kapı takılmıştı, kapı pervazının üstüne çivilenmiş bir tahtaya birisi eliyle “Bakkal” yazmıştı. Kapısı açıktı ama diğer evlerin içi gibi bakkalın içi de karanlık gözüküyordu. Meydanda kimse yoktu.
— Sadece bir kadın gördüm helikopterden indiğimden beri, dedi Yelda, köylüler nerede? Evler sanki boş gibi…
Rojda bir sır verir gibi sesini alçalttı.
— Bu köy boşaltılmış, köylüler gitmiş… Daha yeni yeni dönmelerine izin verildi ama köyün çoğu daha geri gelmedi.
— Çatışmalar sürüyor mu hâlâ?
— Eskisi gibi değil tabii ama arada bir civarda çatışmalar oluyor… Bazen silah sesleri buradan duyulur, önce ürkersiniz ama sonra alışıyor insan.
Büyük tehlikelerin kenarında yaşayan insanların zamanla bir cesarete dönen alışmışlığıyla konuşuyor, bu alışkanlığın içinde sanki neye alıştığını da unutuyordu. . Arkasındaki kayalığın üstüne de bir kulübe yapıldığından sanki sırtında bir başka evi taşıyormuş gibi gözüken köyün son evinin de yanından geçtiler, yarım ay şeklindeki dağların açık ucundan gözüken geniş ova solgun sarı bir deniz gibi açıldı önlerine. Son evin de ötesinde, köyden ayrı gibi duran iki katlı taş bir bina vardı, Rojda “bu da köyün en zenginin evi,” dedi, sonra gene gülümseyerek, “odanız bu evde,” diye ekledi, “bir penceresinden arkadaki dağlar, bir penceresinden de ova gözüküyor, ben de burada kalıyorum.”
Ev, biraz ötesinde başlayan uçuruma, o uçurumu kuşatan dağların sanki birbirlerine ulaşmak istermiş gibi uzanan, yer yer siyah kayalıklarla bölünen tarçın renkli vahşi yamaçlarına, o yamaçların açıklığından başlayıp ufuk çizgisinde gökyüzüne karışan ürpertili ovaya bakıyordu. İlk katında geniş bir ayvanı, ikinci katında bir gemi güvertesini andıran bir cumbası vardı; dağları, yamaçları, kovukları, yarım ayın birleşen uçlarında oluşan dar boğazı ve o boğazdan sonra uzanıp giden ovayı rahatça gözetleyebiliyordu.
En Uzun Gece kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
En Uzun Gece
Roman
Yazar: Ahmet Altan
Yayınevi: Everest Yayınları