Aldatanlar aldatmakla yetinmezler; onlar, ihanete uğrayandan bunun için üzülmemesini, kahırlanmamasını, dertlenmemesini, sevdiğinin bir başkasıyla yaşadığı hazzın üstüne kendi acılarının gölgesinin vurmasına izin vermemesini de isteyecek kadar bencilleşirler. İhanetin yarattığı ve hem aldatanın hem aldatılanın hayatına yayılan kederli gölgeyi, isterler ki aldatılan temizlesin, aldatanı vicdan azabından, suçluluktan, bir başkasını haksız yere üzmüş olmanın utancından kurtarsın; bunu elde edebilmek için aldattıklarının önünde alçalmayı, kendilerine acındırmayı, gülünç şaklabanlıklarla bir gülücük koparmaya uğraşmayı mubah sayarlar ama ne yaparlarsa yapsınlar bu armağanı aldattıklarından alamazlar; aldatılan, elinde kalan son silahı asla kendini aldatana gönül rızasıyla teslim etmez. Ragıp Bey de, şehrin bir isyanla sarsıldığı o akşam, akıbeti meçhul bir yolculuğa çıkarken, istediği armağanı alabilmek için farkına varmadan kendisini acındırmaya uğraştı; eğer yaptığı şeyin farkına varabilseydi bunu asla yapmazdı ama o anda, kendi kederiyle soğumuş kadının bir tebessümüne, yarı karanlık odada tek başına Kuran okuyan yalnız kadının kendisine bağışlayacağı bir vicdan rahatlığına öylesine muhtaçtı ki kendisine hâkim olamadı. “Bir çatışma kaçınılmaz gözüküyor, gidip de dönmemek var, hakkınızı helal edin.” Hatice Hanım’ın verdiği cevabı hiçbir zaman unutmadı: “Benim sizde bir hakkım yok.”


Bazı geceler, eskimiş Acem halılarının üstünde yürüyen karıncaların adım seslerini duyarak uyanıyordu.

Yüzlerce yıl önce dağ köylerinin izbe odalarında dokunmuş, çiğnene çiğnene solgunlaşmış bu halıların üstünde yürüyen son canlılar olan ince belli, titrek eklemli, boğumları simsiyah parlayan karıncaların kimsenin duymadığı adım sesleri, Osman’ın zamandan ve dünyadan kopmuş durgun ruhunda içini korkuyla titreterek yankılanıyordu.

Bir zamanlar büyükannesinin, şehvetin en ıssız, en ücra köşelerine gidip oralarda insan etinin tadabileceği en keskin zevkleri aradığı geniş yataktan zorlukla iniyor, ayaklarını, sürekli çıtırtılarla eskiyen ahşap tabana basıp bir zaman bu pürtüklü serdikten güç almaya çabalayarak bekledikten sonra, kalkıp yorgun adımlarla odadan çıkıyordu.

Sırtında, dedesinden kalma, yer yer eprimiş, beyazlığını çoktan kaybetmiş uzun gecelik entarisiyle salona gidip bütün lambaları yakıyor ve orada görmeyi beklediği karıncaları değil, şeffaf ve kaygan bedenleriyle huzursuzca kıpırdaşan ölülerini buluyordu.

Zamanın mahpuslarıydı onun ölüleri, doğduklarında önlerinde uzanan zamanın içinde sanki onları hiçbir şey durdurmayacakmış gibi yürümüşler, ölüm önlerini Kestiğinde, doğumlarıyla ölümleri arasındaki zamana kısılıp kalmışlardı. Geriye döndüklerinde doğumlarının ardına geçemiyor, ileriye yürüdüklerinde ölümlerinden

öteye atlayamıyorlardı; artık sonsuza dek, doğdukları anla öldükleri an arasında dolaşmak zorundaydılar. İki kesin tarihin kıskacında donmuş ve hiç değişmeyecek olan hayat hikâyelerini anlatıp, her anlattıklarında yeni ayrıntılar, yeni olaylar ekleyerek değişmeyecek olanı sözleriyle değiştirmeye uğraşıyorlardı.

Hikâyelerini anlatmak için Osman’ı, daha yaşarken hayattan kopan ama ölüme de tutunamayıp geçmişle geleceğin içinde birbirine karıştığı, derin ve tehlikeli bir zamansızlığa düşerek sakatlanan bu genç akrabalarını seçmişlerdi.

Osman ölüleriyle ne zaman konuşmaya başladığını hatırlamıyordu. Ne huzuru bulmasına ne de başarıyı yakalamasına yardımcı olan tuhaf ve karanlık zekâsıyla hem kendini hem çevresindekileri zehirleyerek, züppece kaprisler ve garip cinsel fantezilerle sancılanan bir hayatı sürüklemeye çalışırken ansızın yorulup dedesine ait bu eski köşke çekilmişti.

Onu buraya ölüleri mi getirmişti, yoksa ölülerini buraya geldikten sonra mı bulmuştu, onu da bilmiyordu. Ölüleriyle birlikte geçmişe kaçıp tarihin şaşırtıcı dehlizlerinde dolaşmaya koyularak, kendisini bunaltan kararsızlıklardan, acılardan, hayal kırıklıklarından kurtulmuştu. Kendisine kalan küçük mirasla gündelik ihtiyaçlarını karşılıyor, geçmişin acılarını izleyerek, günün acılarından saklanıyordu.

İnsanlar onun deli olduğuna inanıyorlardı, o ise insanların aptal olduğunu düşünüyordu; ölülerin geçmiş hayatlarını bütün açıklığıyla görmek, insanların aptallığına olan inancını pekiştiriyordu. Ona hikâyelerini anlatan ölüleri, belki de en çok bu nedenle seviyordu.

Onun sevgili ölüleri, bu eski ve tozlu köşkte yapayalnız yaşayan Osman’ı her gördüklerinde, penceresi açılmış bir odadaki mum alevleri gibi, karşı koyamadıkları bir güçle hep birden ona doğru seyirtiyorlar, bedenleri gibi şeffaflaşmış kırgın ve kırık sesleriyle anlatmaya başlıyorlardı.

Hepsinin dehşet verici sırları vardı.

Bir alevi avuçlarında tutmaya çalışır gibi bir yandan tutkuyla ellerini kapatıp o sırları saklamaya uğraşırken, bir yandan da sakladıklarının yakıcılığına dayanamayıp avuçlarım açarak, sakladıklarının hiç olmazsa bir parçasını göstermek ihtiyacına kapılıyorlardı.

Gösterdikleri sırların içinde cinayetler, ayaklanmalar, ihanetler, günahkâr aşklar, acılı özlemler bulunuyordu; onları gösterirken bir yandan da saklamaya çabaladıklarından, anlattıkları çelişkilerle, yalanlarla, unu-tuşlarla doluydu.

Ölülerinin anlatma isteğiyle saklama arzusunu bir arada görmek ise Osman’a her zaman gizli bir üstünlük duygusu veriyordu.

Onu gördüklerinde hep birlikte konuşmaya başlıyorlardı.

Aralarından birini seçip, o uğultulu anlatımın ortasında yalnızca onun sesini duyup onu dinlemeyi öğrenmişti. Bu, ona ve onun gibi zamanın izini kaybetmiş olanlara özgü bir yetenekti ve her eksilttiğinin yerine bir şey veren ya da her verdiğinin karşılığında bir şey eksilten kaderin ona bağışladığı, zamandan kopmamış olanların değerini asla anlayamayacağı bir armağandı.

Korkuyla uyandığı o gece, ölülerinin arasında kendisini en çok eğlendiren Hasan Efendi’yi seçmişti dinlemek için; Hasan Efendi’nin sesinde, ölümün kırılganlığına rağmen anlattıklarından yansıyan bir haşmet, meydanı dolduran binlerce kişilik kalabalığın çalkantılı gürültüsü, geleceğin, sevinçli naraların altından sezilen sarsıcı dehşeti vardı. Osman, o sesin peşinden yürüyüp girdi dalgalanan kara bayrakların altındaki artık her biri çoktan unutulmuş bir ölü olan kalabalığın arasına.

Ayasofya, kıpkızıl bir deniz gibi kıpırdayan binlerce fesle çevrelenmişti. Kış güneşinin pırıltısı, kenardaki askeri birliklerin upuzun, djjd dizi süngülerine çarpıyor, hassa bölüklerinin sırmalı üniformaları, Arnavut muhafızların beyaz esvapları, Suriye zühaflarının bir ucu omuzlarına değen yeşil poşuları parlıyordu.

Otuz üç yıl süren bir istibdattan sonra ‘Meclis’in açılmasını kutlamaya gelen kalabalık, meydana sığmamış; binlercesi, yüzlerce yıldır Bizans’tan Osmanlı’ya uzanan birçok iktidarı, ayaklanmayı, dallarına kelleler asılmış ağaçları, idamları, kıyımları, taç giyme törenlerini görmüş olan ve gördüklerini sessiz bir vakarla kendine saklayan Ayasofya’nın damlarına, payandalarına, sütunlarına, minarelerine, çıkıntılarına tırmanmıştı.

Ayasofya’nın muhteşem kubbesinin tam tepesinde, devasa gümüş hilalin dibinde, akşama şeyhine anlatmak için çevresinde olanları gözleyip en ufak ayrıntıyı bile aklına yazan Hasan Efendi, yeşil sarığı ve uzun siyah cüppesiyle bir heykel gibi hiç kımıldamadan, tek başına dikiliyor, göğe çizilmiş siyah bir siluet gibi en yüksekteki yalnız duruşuyla belki kalabalığın kendisinden bile daha etkileyici gözüküyordu.

Kalabalığın kenarında, dünyadaki bütün Müslümanların da halifesi olan Padişah’a karşı ayaklanarak meşrutiyet ilan eden Selanik’teki Üçüncü Ordu’nun, Halife’ye bağlı olan molla takımı ‘şeriat elden gidiyor’ naralarıyla ortalığı karıştırmasın diye özel olarak İstanbul’a getirilmiş haki üniformalı birlikleri dizilmişti. Bu birliklerin askerleri bellerine doladıkları fişekliklerle yetinmemişler, üniformalarının ceplerine de fişekler doldurmuşlar, gören herkesi, yeni düzene ayak uydurmaya ikna etmek için ürkütücü bir kararlılıkla duruyorlardı.

Halife’ye ve şeriata çok bağlı olan, hiçbir zaman İttihatçılardan hoşlanmayan Hasan Efendi, daha sonra Osman’a, yüzünde, bir ölüye hiç yakışmayan alaycı ve neredeyse sinsi bir gülümsemeyle, “Allah’ın bir işi,” demişti, “dört aya varmadan, şeriata karşı tedbir diye getirilen bu askerler şeriat isteriz diye ayaklandılar da yüzlercesi İstanbul sokaklarında kıstırılıp kendi arkadaşlarınca kılıçtan geçirildi.”

Meydanın her yanında, üstlerine Kuran-ı Kerim’in askerliğe ait ayetlerinin gümüş sırmalarla yazılı olduğu siyah bayraklar dalgalanıyor, dinin ve askeriyenin bu toplum için önemini kara bir gururla hatırlatıyordu.

Yalnızca meydan değil meydana giden sokaklar da imparatorluğun dört bir yanından kopup gelen Trakyalı çobanlarla, adalı denizcilerle, esrarlı yarımadalarının baharat kokularını taşıyan Araplarla, kutsal kentlerden göçmüş Yahudilerle, bellerine piştovlar sokuşturulmuş Karadağlılarla, Bulgarlarla, Kürtlerle, Kırgızlarla, sürekli şarkılar söyleyip oynayan Çingenelerle, kısık gözlü Tatarlarla dolmuştu.

Bu karmakarışık kalabalık ‘hürriyetin’ ilanından sonra satışı serbest bırakılan tabancalarını çekip çekip gökyüzüne ateş ediyor, hürriyet marşları silah seslerine karışıyordu.

Kalabalık kendi sesiyle ve coşkusuyla sarhoş bir halde kaynaşırken, uzaklardan ne olduğu tam kestirilemeyen bir uğultu yaklaşmaya başladı; insanlar kendilerine ulaşan o gümbürtülü sesin ne olduğunu hemen anladılar; mızraklı süvarileriyle Padişah’ın arabası geliyordu.

Arabayı görenler, sanki daha birkaç dakika önce meşrutiyeti alkışlayıp istibdadın yıkılışını kutlayarak hürriyet şarkıları söyleyenler kendileri değilmiş gibi çıldırmışçasına, “Padişahım çok yaşa!” diye bağırmaya başladılar.

İktidarının sınırsız ve Tanrısal olduğuna inanırken ağır bir darbe yiyerek kendi ordusu tarafından yetkileri kısıtlanan ve o günden beri olduğundan daha yaşlı ve sağlıksız görünen Padişah’ın, kalabalıkların karşısına çıkarken renk versin diye yanaklarına sürdüğü allığa rağmen yorgunluğu saklanamayan, çizgileri sarkmış yüzüne bakan doktoru Reşit Paşa, biraz neşelendirebilmek için, kendisini alkışlayanları duymamış gibi başı önünde duran padişahına usulca seslendi:

– Kullarınız sizi görmekten mesut oldular Padişahım, bakın nasıl alkışlıyorlar.

Padişah yavaşça başını kaldırıp doktoruna, biraz küçümseyerek biraz da dargınca baktı.

– Sen bu alkışlara hâlâ inanıyor mn nm Doktor? Onlar bizi ölüme göndermek isteyenleri de alkışlıyorlar.

Bir suikasta uğramasından çekinilen Padişah’ı taşıyan araba, sokakları ve meydanları dolduran kalabalıkları son süratle yarıp, tekerleklerinden kıvılcımlar saçarak hiç durmadan geçiyordu. Arabanın geçtiği her yerde insanlar, Hazreti Musa’nın asasıyla dokunduğu Kızıldeniz gibi mucizevi bir şekilde ikiye yarılıp ‘Halife Hazretleri’ne yol veriyorlar, böylece hem saygılarını gösteriyorlar hem de ne olursa olsun yavaşlamayacağı anlaşılan arabanın tekerlekleri altında parçalanmaktan kurtuluyorlardı.

Bir saldırıdan korkulmasına rağmen yol boyunca hiçbir tatsızlık olmamış, sadece eski sarayın yakınlarında, baştan aşağı siyahlar giymiş, yaşlı bir kadın, cılız kollarını arabaya doğru uzatarak, “Oğullarımı bana geri ver!” diye haykırmış ama o gürültüde sesi bile duyulmamıştı.

Sarayın kapısından çıktıklarından beri bir an bile duraksamadan koşan, bembeyaz köpüğe kesmiş atlar Meclis binasının önünde durduğunda, hazır bekleyen bando. Padişah’ı selamlamak için Hamidiye Marşı’nı çalmaya koyuldu.

Sinirli süvariler arabanın çevresinde bir daire oluşturarak kalabalığı uzakta tuttular; bağıran, haykıran, marşlar söyleyen, ortak bir heyecanla kıpırdaşıp duran bu büyük kalabalığın ortasında Padişah, iktidarlarını aniden kaybeden insanlarda görülen kindar bir küskünlükle, kimsenin yüzüne bakmadan, ağır ağır arabadan inip yavaşça büyük kapıya yürüdü.

Daima birisini sevmeye ve birisinden nefret etmeye muhtaç olan kalabalıkların bu iki duygusuna da cevap verip onların her zaman aç olan his dünyalarını varlığıyla doyuran bu çökük omuzlu adamın adımlarını sürüyü-şünden, kendine ait olmayan bir kudret yayılıyor, mirasçısı olduğu altı yüz yıllık bir tarih ve halifesi olduğu bin üç yüz yıllık bir din, onun varlığını, yer yer lekelenmiş de olsa hâlâ ilahi bir ışıkla aydınlatıyor, sadece görünmesi bile insanları engel olamadıkları bir biçimde derinden etkiliyordu.

O daha koridorlarda yürürken, Meclis salonundakiler kendilerine yaklaşan Padişah’ın varlığını havadaki keskin bi’ kokuyu hisseder gibi hissetmişler, içerdeki uğultu perde perde azalarak dinmiş, Padişah tümüyle sessizleşmiş bir salona girmişti.

Mebusların çoğu sırtlarındaki simsiyah redingotları, başlarındaki kırmızı fesleriyle, içten içe yadırgadıkları, hatta ürktükleri bu salonda yeni giyilmiş bir rugan ayakkabı gibi fazlasıyla parlak ve.fark edilir duruyorlardı; siyah redingotluların arasında, buranın bir imparatorluk meclisi olduğunu kanıtlamak ister gibi yeşil ve mor kefîyelerıyle Yemen mebusları, şallarını başlarına sarıp devetüyünden kara bir şeritle bağlamış Arap mebusları, beyaz sarıklarıyla hocalar ve bu karışık kalabalığın arasında askeri üniformalı mebuslar yer alıyordu.

Kürsünün yanında madalyaları, yaldızları, gösterişli kıyafetleriyle Ayan üyeleri, onların önünde, baştan aşağı bembeyaz giyinmiş şeyhülislam, şeyhülislamın yanında zümrüt yeşili cüppeleriyle ulema oturmuştu. Müslüman din adamlarının yanına ise dev gibi, iri cüsseli, uzun sakallı, simsiyah cüppeli patrikler, bir yeraltı mezarlığından getirilmiş simsiyah lahitler gibi sıra sıra dizilmişlerdi.

Bütün salon Padişah girince ayağa kalkmıştı.

Padişah, locasında, yere dayadığı kılıcına yaslanarak salonu uzun uzun süzdü. İktidarın eski sahibi, iktidarın yeni sahiplerine, yüzünde hiçbir kımıltı olmadan bakıyor, onları bakışlarıyla, duruşuyla, sessizliğiyle eziyordu. Padişah’ın ‘Kanun-u Esasi’yi ilan ettiğini söylediği konuşma bir mebus tarafından okunduktan sonra dualar başladı ve o anda Ayasofya Meydanı’nda toplar gürledi. Boğazdaki bataryalar, Marmara Denizi’ndeki savaş gemileri de toplarını ateşlediler. Meşrutiyetin doğuşu yüz bir pare top atışıyla imparatorluğa ve dünyaya ilan edildi.

Padişah, geldiği gibi ayaklarını sürüyerek ayrıldı salondan; kendisini bekleyen arabasına sanki bu yaşananlar onu hiç ilgilendirmiyormuş gibi sessizce binip kendini koltukların yumuşaklığına bıraktı.

Arabada doktoru, Padişah’m solgun yüzüne bakıp, telaşla sordu:

– Yoruldunuz mu Sultanım?

Padişah’m yüzünde, Doktor’un çok iyi tanıdığı küçümseyici gülümseme şöyle bir görünüp kayboldu, cevabı ise tek kelimeydi:

– Sıkıldım.

Saraya dönene kadar bir daha hiç konuşmadı. 

O gece Dersaadet’in yedi tepesi alev demetleri gibi parladı; sarayda, şehzadelerin köşklerinde, paşa konaklarında bütün ışıklar yakılmış, aslında derin bir keder duyanlar da bu büyük sevinçten ayrı düşmüş gibi görünmekten korkup bu eski şehrin her sevincinin altından başını gösteren dehşetin esiri olarak bu alevli nümayişe katılmışlardı.

Camiler, kiliseler, gemiler, yalılar, meşalelerle aydınlanan eski surlar ateşten gözlerini gökyüzüne dikmişler, eğri bir kama gibi şehrin içine saplanan Haliç’e ve Boğaziçi’ne şehrin kızıl ışıklarıyla, yüzlerce yıllık mabetlerin gölgeleri yansımıştı.

Kış ayazının iyice hissedildiği o aralık gecesi, o günkü gösteriye davet edilmesine rağmen katılmayan Şeyh Yusuf Efendi, ‘Halife-i Ruyi Zemin Hazretleri’ne reva görülen muameleye duyduğu öfkeyi saklamaya gerek görmeden ama bu hissiyatını da kelimelere dökmeyip yalnızca sesindeki öfkeli acılıkla ifade eden Hasan Efendi’den bütün olup bitenleri, hiç yorum yapmadan, içi kürklü cüppesine sarınarak Unkapanı’ndaki tekkenin bahçesinde dolaşıp yanan ışıklara bakarak dinledi.

Hasan Efendi olanları anlatırken şehrin aydınlığı da birdenbire sönüvermiş, şehir yeniden her zamanki zulmetin içine gömülmüş, şehrin içine yayılmış evliya yatırlarıyla, padişah türbelerine dikilmiş kandillerin titrek ışıklarından başka ışık kalmamıştı.

O karanlığın içinde Şeyh Efendi, şehirde yaşanacak olanları hissetmiş gibi ürpererek, “Hava çok söğüdü,” deyip içeri yürümüştü.

"

İsyan Günlerinde Aşk kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

İsyan Günlerinde Aşk

İsyan Günlerinde Aşk

Roman
Yazar: Ahmet Altan  
Yayınevi: Everest Yayınları