Ben dinledikçe onlar anlatıyorlardı. Parasızlık çekiyorlardı, çocukları üniversiteyi kazansın istiyorlardı, işlerinden kovuluyorlar, birbirlerine kazık atıyorlar, ihbar ediyorlar, çalıyorlardı; kimileri kaçaktı, kimileri şantaj yapacak malzeme arıyordu, birbirlerini dolandırıyorlar, her yenilginin acısını daha büyük bir kötülük yaparak çıkarmaya çalışıyorlardı. Karıkocalar birbirlerinden gizli, bu çöplükten kurtulmanın yolunu arıyorlardı.

Ayfer Tunç’un daha önce Aziz Bey Hadisesi ve Taş-Kâğıt-Makas kitapları içinde yer alan kısa öyküleri, Kırmızı Azap’ta bir araya geliyor, birbirini bütünlüyor. Hayatın damaklarımızda bıraktığı buruk tat, yazarın edebiyattaki ilk durağı olan öykülerinde de incelikle işleniyor. Kırmızı Azap, Ayfer Tunç’un 25 yıllık yazarlık birikiminin en önemli köşe taşlarından biri.


Kırmızı Azap

KADIN HİKÂYELERİ YÜZÜNDEN

Ya ölecektim, ya eski yaralarımdan doğacaktım yeniden. Eski yaralarımdı benim kadınlar. Yok kadınlar. Çürümüşlüğümdü, hayatımın bir demet ot gibi kurumasıydı kendi kendine; üzerinden çok sular akmış da aşınmış taş parçaları kadar değersizliğimdi.

Korkaklığımdı, sinmişliğimdi, kendi içime dönmüşlüğümdü.

Köseliğimdi sonra, bu yüzden uzadıkça saçlarımı karımın kesmesiydi.

Ayakkabılarımın içine kat kat koyduğum mukavvalardı eski yaralarım, ezildikçe yenilediğim.. pazar günleri evde.. gizlice.

Karımın büyük ama ürküten, siyah ama ağlatan gözleri, parmak eklemlerinden fırlamış kemikleriydi.

Tüccar terzilerin yanlarında çırakken ilk gençliğimde, korkudan titreyen ellerimle taşıdığım kahvelerin fincanlarına çıkan kırmızı dudak izleriydi.

Sonra mahalle arasında dükkânı olan sarhoş fotoğrafçının çektiği, acayip ve acınası düğün fotoğrafımızdı. Her ikimiz de ağlıyor gibiydik.

Ama bütün bunlara rağmen, sonumun böyle olmasını istemezdim. Bilemedim. Anlatacağım hikâye yaşanmadan az evvel ben; otuzla kırk arasındaydım, evliyle bekâr arasındaydım, sağ ile ölü arasındaydım. Düz, uzun ve ince bir çizgiyi andırırdı hayatım. Bir hastanın ölüm ânı gibi bir şeydi bu. Sanki ben bu uzun ve ince çizgi üzerinde, sonsuza kadar yürüme cezalısıydım.

Bazen, nedense hep kış akşamüstlerinde, dükkânımdaki tezgâhın pencereye bitişen ucuna oturup dışarı bakar ve kendime ben mutlu bir adam mıyım? diye sorardım. İyi kötü bir dükkânım vardı, iyi kötü bir karım vardı, başımı sokacak bir evim, evde kaynayan bir tencerem, iki çocuğum vardı. Öyleyse mutlu olmalıyım diye mırıldanırdım.

Böyle derdim demesine de, karşımdaki aynaya ilişirdi gözüm. Masmavi bir adam görürdüm aynada, ucuz ve mavi bir etek astarı gibi çekmiş, buruşmuş bir yüz. Sanki yüzümün çizgilerine mavi bir mürekkep dolardı. Terk edilmiş bir ev köpeğini andırırdı duruşum. Sebepsiz yere fermuar demetlerini indirirdim raftan, hiç lüzumu yokken düğme kutularının yerlerini değiştirirdim. Dükkânı süpürmeye kalkardım ve aynada gördüğüm, terk edilmiş, mavi ev köpeğini unutmaya çalışırdım.

İşte bu yüzden, eteklerine ılık bir denizin dalgaları vuran bir kum tepeciğinden aşağıya yumuşacık yuvarlanır gibi, kendimi bu garip oyunun içine bıraktım.

Oyun, Turcan’ı tanıdıktan sonra başladı. Ondan önce bitişiğimdeki dükkânda varis çorabı satan yaşlı, sessiz bir Yahudi vardı. Sabahları karşılaşırsak merhaba komşu der, dükkânına girer, oturur, akşamları sessizce giderdi. Bir gün sessizce öldü. Yahudi’nin dükkânını Turcan aldı. Böylece sessizlik de ölmüş oldu. Bana kalsa, kelini kestane rengi ufak bir perukla örten ve attığı her adımla sokağa keskin ve tütünümsü bir koku bırakan bu adamla karşılaştığımızda, kuru bir hayırlı olsun deyip tanışmayı geçiştirecektim.

Ama öyle olmadı. Bir gün kapıya bir kamyonet yanaştı ve boy boy aynalar indirilirken, hamallarla Turcan arasında tartışma çıktı. Turcan aynaların yarısını indirmiş olan hamalları kovdu ve benim dükkânımdan içeri başını uzatarak; teklifsizce, kırk yıllık dostmuşuz gibi, iri çakır gözlerinde tuhaf bir ifadeyle, beni şaşırtarak ve hatta korkutarak ama çok neşeli, çok da samimi görünerek, bir omuz atar mısın komşu? diye sordu. Bir şey diyemedim, bir limon ekşiliği vardı ağzımda, konuşmaya kalksam buruş buruş çıkacaktı sanki kelimeler. Dükkândan çıktım, aynaları sırtlayıp onun dükkânına taşıdım.

O gün Turcan beni öğle yemeğine, böylece kadın hikâyelerine götürdü. Rakı içtik, piyaz, lakerda yedik. Turcan hep kadınlardan söz etti. Dikkat ettim de sanki onun anlattığı kadınların tümü, adeta kemiksizdi. O kadınların ellerini düşünüyordum, tenlerinin beyazlığından gözlerim kamaşıyordu. Sonra ne kadar da konuşkan ve sıcaktılar onun anlattığı kadınlar. Gülmeyi biliyorlardı.

Bu kadarla kalsa iyiydi. Cep telefonundan hep kadınlar aradılar Turcan’ı. Açık saçık konuştu onlarla, büyük kahkahalar attı, arada bir geğirdi. Gülerken alnı terliyordu, terini silerken peruğu oynuyordu. O, kadınlarla; adeta kemiksiz ve alabildiğine beyaz olduklarını tahmin ettiğim kadınlarla konuşurken, ben dünyada ne kadar çok ve güzel kadınlar olduğunu düşündüm. Dünyadaki güzel kadınları düşünürken karım aklıma hiç gelmedi. Eski yaralarım sızladı. Sanki büyük bir yumruk yemiş de içeri göçmüş gibi duran göğüs kafesim, içimdeki sıkıntıya dar geldi, bütün o kadın hikâyeleri derin ve ölümcül bir acı gibi içimi sardı.

Birkaç gün sonra Turcan beni iki arkadaşıyla tanıştırdı ve akşam yemeğine götürdü. Kadın hikâyeleri çoğaldı, çeşitlendi. Onlar; boyları uzun, paltolarını omuzlarına alan, cep telefonlarından durmaksızın kadınların aradığı üç erkek, çeklerden, vadelerden ve kadınlardan konuştular. Ben onları dinledim, gülmekte geç kaldım, anlamakta zorluk çektim. Sonra onlar anlattıkları kadınlarla buluşmak üzere geç bir saatte kalktılar; ben manalı bir gülüş takındım, anlıyormuşçasına başımı salladım. Hesabı ödetmediler bana. Babacan tavırlarla gülümsediler, omzuma pat pat vurdular.

Lokantadan çıktığımızda nazlı bir kar atıştırıyordu. Onlarla daha önce hiç yaşamadığım bir samimiyetle vedalaştım, üç erkek otoparktan getirtilen arabaya gösterişli edalarla binerlerken, ben taksiyle giderim dedim, bir taksiye işaret ettim. Duran taksinin kapısını açıp, binmeden onlara el salladım. Üç erkeğin bindiği araba, gündüz kalabalığından eser kalmamış caddedeki sokak lambalarının ışığı altından geçerek ve üç erkeğin kahkahaları gibi, gürültüyle kayboldu, ben dönüp taksiciye eyvah, dedim. İçerde bir şey unuttum, sen beni bekleme, git. Taksinin kapısını kapatıp lokantaya doğru yürüdüm. Bir sokağa girip taksinin sesini dinledim. Şoförün bir müddet beklediğini, sonra öfkeyle gaza bastığını ve arabasını bağırtarak boş caddede kayarak uzaklaştığını duydum. Saklandığım yerden çıktım, yürümeye başladım. Ayakkabılarımın içine koyduğum mukavva parçaları inceldi, göğüs kafesim içeri çöktü, yüzümün acılaştığını hissettim, kardandır, rüzgârdandır dedim kendime.

Oturduğum sokağa girdiğimde, evler arasında gerili iplerdeki yıpranmış, yoksul çamaşırlar keyifsizce sallanıyordu. Sokak lambalarının maviden turuncuya dönen ışıkları, çoktan yatmış mahallelinin karanlık pencerelerinde yansıyordu. Evime yaklaştıkça içimde tuhaf bir sevinç büyüdü. Beni acıklı bir sona götürecek oyunun ilk adımını kapımın önünde attım. Omuzlarıma bir diklik geldi, sanki boyum uzadı. Soğuktan morarmış ellerimle olmayan sakallarımı sıvazladım ve anahtarım olduğu halde, otomatın bozuk olduğunu bile bile, aşağıdan zile bastım. Sonra başımı kaldırıp yukarı baktım. Benim dairemin ışıkları yanıyor muydu, yanmıyor muydu, hatırlamıyorum. Çünkü baktım ama görmedim, gözlerimin önünden türlü türlü halleriyle kadınlar geçtiler. Bu yüzden pazen geceliğinin üstüne bir hırka alarak, beş katın merdivenlerini telaşla inen ve bana kapıyı açan karımın yüzünde, var olduğunu çok sonra hatırladığım endişeyi o an fark etmedim.

O gece uyurken hep gülümsediğimi biliyorum.

Bunun gibi tam beş gece yaşadım. Kısa aralıklarla beş gece.. Ancak her gece bir öncekinden daha tatsız oldu, Turcan ve arkadaşları her seferinde bana bir öncekinden daha az ilgi gösterdiler. Beşinci gecenin sonunda beni tuvalette unuttular. Ben bir avuç küldüm, üfleyip dağıtmışlardı.

Altıncı gece hiç yaşanmadı çünkü beni bir daha çağırmadılar. Ama ben kendi kendime bu gecelere devam ettim.

Kime oynadım bu oyunu, niye oynadım? Bilmiyorum. Ama oynarken hoşlandım, mutlu oldum. Hepsi bu. Böyle olacağını bilseydim, hiç oynar mıydım?

Altıncı gecenin yaşanmayacağını anladıktan sonra, kendime üç soru sordum.

Bir: Bu beş gecenin sonunda beş kat aşağıya inip bana kapıyı açan karımın yüzünde gördüğüm şey endişe miydi?

İki: Eve geldiğimde içerisinin sıcak olduğunu hayal meyal hatırlıyordum. Acaba içkinin verdiği sıcaklıktan mı üşümemiştim, yoksa karım bütün gece beni beklemiş ve beklerken sobaya kömür atmış olduğu için mi sıcaktı ev?

Üç: Bu gecelerin sabaha yakın saatlerinde, kadın hikâyeleriyle dolu hayallerden uykuya geçmek üzere olduğum anlarda, karanlıkta karımın gözlerini yüzüme diktiğini, tırnakları kesik, uçları ateş gibi yanan kemikli parmaklarıyla alnımın terini sildiğini hissediyor ama rüya gördüğümü sanıyordum. Hatta, o güzel kadınlarla dolu hayallerime giren bu kemikli parmaklar beni sinirlendiriyordu ve bu yüzden huzursuz bir uyku uyuyordum. Bu his bir rüyanın sonucu muydu, yoksa o kemikli parmaklar gerçek miydi? …

"

Kırmızı Azap kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Kırmızı Azap (2014)

Kırmızı Azap

Öykü
Yazar: Ayfer Tunç  
İlk Basım: 2014
Yayınevi: Can Yayınları