“Aydaki Kadın” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dörtte üçü bitmiş son romanın, dağınık müsveddelerinden merhum Güler Güven tarafından inşa edilmiş şeklidir.

Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü Tanpınar’ın hayatta iken kitap olarak çıkabilmiş iki romanıdır. Tefrika olarak basılan Sahnenin Dışındakiler ile tefrikası yarım kalan Mahur Beste’yi de okuyucular yıllar sonra okudular. İlk romanı Mahur Beste de yarımdı, son romanı da yarım kalmıştı. Tanpınar yıllarca üzerinde çalıştığı “eserim” diyeceği bu romanın peşindeydi: “Roman bugünkü şekliyle hiç fena değil. Eğer pazarlık etmez, parasızlığa teslim olmazsam gelecek sene mühim bir eserim olur” demektedir günlüklerinde. Aydaki Kadın tam anlamıyla bir Tanpınar romanıdır.

Eser kahramanının nice tanıdıklarının binbir hatırasıyla mekânı doldurduğu İstanbul’un, özellikle Boğaz’ın ve denizin romanı olduğu kadar, bir türlü dile getiremediği için, içte genişleyen, kıvranan ve zehirleyici bir güce dönüşen aşkın romanıdır. “Ben çocukluğumla evlendim. Bu evde doğmuştum. Orada ölmek için evlendim” diyen Leylâ Boğaziçi’dir. Yazar eserini ayrıca siyasî bir roman olarak tasarlamıştır. Türkiye’nin demokrasi tecrübelerinin iflası, insanların İflasıyla birleşir. Bir bakıma hem Huzur hem de Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile birleşen noktaları çoktur. Her romanına kendisini koymuş olan Tanpınar bu romanda da vardır. Aydaki Kadın”ı günlükleriyle birlikte okuyunca, Tanpınar’ın hayalleri ve günlük gerçekler arasında parçalanışı, Selim’in yaşadıklarında da takip edilebilir.


Aydaki Kadın

ÖNSÖZ

Şiir, roman ve öyküleriyle olduğu kadar düşünce yazılarıyla da yazınımızda önemli bir yeri olan Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), ölümünden önce Aydaki Kadın adlı bir roman üzerinde çalışıyordu. 1954’te kendisiyle yapılan bir röportajda bu romandan şöyle söz eder: “Aydaki Kadın diye bundan (Saatleri Ayarlama Enstitüsü) çok ayrı, çok başka, daha derin ve ferdî meseleleri ele alan bir romanım var. Fakat ne zaman bitireceğimi bilmiyorum.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, 1969, s.555)

Yazarın ölümüyle yarım kalan bu romanın taslakları, 1974’te Tanpınar’ın İstanbul Türkiyat Enstitüsü’ne verilen diğer evrakı arasında karışık biçimde numaralanmış olarak bulunmaktaydı. Aydaki Kadın’ı kitap haline getirebilmek için önce, yaklaşık dört bin sayfayı bulan evraktan ayırmak gerekti. Daha sonra birden fazla taslağı bulunan ve sayfalarının çoğu numaralandırılmamış olan roman, yazarın plan ve notlarına dayanılarak, kendi içinde bir düzene sokuldu. Ayrıca Arap harfleriyle kaleme alman metin, Latin harflerine çevrildi. Bu çalışma, kitap haline getirilmeden önce, Harvard Üniversitesi’nde Şinasi Tekin-Gönül Alpay Tekin yönetiminde çıkarılmakta olan Journal of Turkish Studies – Türklük Bilgisi Araştırmaları adlı bilimsel derginin 3.(1979) ve 6.(1984) ciltlerinde yayımlandı.

Yaklaşık üçte ikisi yazılan Aydaki Kadın’ın bir planında, yazılmamış bölümlerle ilgili ve romanın tasarlanan sonunu belirleyen şu satırlar yer alıyor: “Dördüncü Movement: Kayıklar. Mehtapta alaturka musiki. Burada herkes kendi solosunu söyleyecektir. Son konuşma birbirlerine cevap verir gibi Leylâ ile Selim’in konuşmaları olacaktır. Selim romana dönecektir. Belki Marie ile yatacaktır. Demokrat Parti mahkûmdur. Ölüler dirilmez. Binaenaleyh Leylâ’yı rahat bırakacaktır. Gündüz’ün akıbeti meçhuldür. Adrienne intihar edecektir. Leylâ, Nevzat, Şifa, hepsi birbiriyle birleşiyor. Hatta Marie bile…Bu halita, bu acayip halita…Bütün bu değişmeler… Ve karışık bir hayalde uyuklayacak. (Bu hayale çocukluğu, Anadolu peyzajı, bütün tanıdıkları girecek. Sonra yavaş yavaş hepsinin yerini mehtaplı su, onun çiçek açmış meyve dalı manzarası, küçük bir ağaç alacaktır.)” Romanın taslak sayısındaki farklılık yüzünden ve tek taslaklı bölümler iki ya da üç taslaklı bölümlere göre daha az işlenmiş olduğundan metnin bütününde olay örgüsü, kişi adları, dil vb bakımlardan yer yer dengesizliklerin, tutarsızlıkların ve tekrarların görülmesi kaçınılmazdır. Tanpınar yaşasaydı, romanın bu biçimiyle yayımlanmasına katlanamazdı sanırım. Ama durum farklı. Bizler bu yapıttan ya bütünüyle yoksun kalmak ya da bize kalanla yetinmek zorundayız. Ve yine sanıyorum ki Tanpınar bizim yerimizde olsaydı o da İkincisini seçerdi. Yarım kalmışlığı içinde de olsa Aydaki Kadın’ın, Tanpınar’ı sevenleri sevindireceğini düşünüyorum.

Güler Güven


“Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim.” Gözleri hâlâ kapalıydı; sanki bir lâhza evvel ayrıldığı hayallerle beraber, onlar tarafından yedilerek kendi içine ve günlük hayata girmek istiyordu. Fakat sahne bomboştu. Son ışıklar sönmüş, son etekler de kaybolmuştu. İçinde bütün o hareketlerden, kalabalıktan ve karışık hislerden — çünkü bunaltıya yakın ve tahlili güç, bir ucu müphem, derin özleyişler ve kederlerle çalkalanan bir his bu uyanış anını hep beraberce dokumuş gibiydiler — sadece bir ezinti, bir nevi deniz mağarasına benzeyen besleyici, sıcak ve çok rahat bir vasattan kopmuş olmanın duygusu vardı. Bununla beraber uyanan adamda bütün bu karışık duygular şimdi aşikâr bir özleyişti. “Muhakkak doğduğum zaman da bunu duymuş olmalıyım.” Ve birdenbire yataktaki garip vaziyetine şaşırdı. Birkaç sabahtır hep böyle, ayaklan vücuduna doğru çekik, iki kolu göğsüne yapışık ve iki yumruğu yüzünde uyanıyordu.

“Her şeyden evvel bu torbadan çıkmalıyım! Şimdi ki uyandım artık!” Örtülerini attı, sonra gerçekten çok mühim bir ameliye yapıyormuş gibi gözlerini açtı, etrafına baktı. Oda bu Temmuz sonu sabahında dikkatle indirilmiş perde ve storlara rağmen denizden çarpan ışıkla yeşil bir havuza, güneş vurmuş sık ve gölgeli bir orman altına benziyordu. “Başka türlü nasıl olabilir? Bu odada başka türlüsü kabil olur mu hiç?” Ve uykuda aldığı o kendi üstüne toplanmış külçe şeklini ayaklanın iyice uzatarak kendi zihninde bir daha bozdu. Sağ bacağındaki sızılan vücudunu gererek yokladı. Hepsi yerlerindeydi. Bütün baldın, ayak bileğinin üstü, topuğunun dış tarafı ve dizkapağının altı, hepsi çok hassas bir klâvye gibi hareketine ayrı ayrı cevap verdiler. Bununla beraber düşüncesi ne bu sızılarda ne de yavaş yavaş şuurunu elde ettiği başlayan gündeydi. Daha ziyade biraz evvelki rüyalariyle meşguldü. Mesut, hatta hazlı uyanışına rağmen — çünkü bütün o karışık duygulara rağmen bu uyanışın kendine göre bir keyfi vardı — rüyalarının hiç de güzel şeyler olmadığını biliyordu. Bunlar kuvvetle hüküm süren bir zamandan başka bir zamana aktarılırken, belki de geçişin şiddetiyle, belki daha altta gizli bir kurtulma, sahile erişme fikriyle duyulan bir şeydi. Hakikatte çok karışık rüyalar görmüştü. Fakat bununla da kalmıyordu. İşin içinde bir başka şeyin daha bulunduğunu hissediyordu. “Sanki bir melek tarafından sabaha itildim. Çok güzel, mahzun ve hoyrat bir melek… Öyle ki hep arkama bakmak istiyordum.” Sonra birdenbire üçüncü konsertonun piyanosu sisli bir sabahta birdenbire güneş vurmuş bir gemi gibi çarptı. O zaman her şeyi anlar gibi oldu.

Selim çoktan beri bu tecrübeyi istiyordu. Hizmetçisine on beş gün evvel birkaç plâk göstermiş, kendisine haber vermeden ara sıra uyanma saatinde birini çalmasını istemişti. Heleni başlamak için bugünü ve bu konsertoyu seçmiş olmalıydı. Bu bilgi ile rüyasını hatırladı. Büyük bir kalabalık bir pencerenin önünde toplanmışlar, ne olduğunu, kimin olduğunu bilmediği çok güzel ve parıltılı bir şeyi elden ele geçirerek muayene ediyorlardı. Selim durmadan “Verin artık!” der gibi elini uzatıyor, fakat bir türlü tutamıyordu. Ev şimdi her tarafta yapılan o çıplak arsalı banka evlerine benziyordu. Fakat pencereyi çok iyi tanıyordu. Bu, köşkteki yemek odasının penceresiydi. Etrafında hiç de kahkaha, “konuşma ve fısıltı olmayan bir yığın kahkaha, konuşma ve fısıltı vardı. Fakat asıl garibi kalabalığın kendisi idi. Sanki bir yığın acayip kuş, tanımadığı iklim veya yıldız hayvanları insan kıyafetine girmiş hep beraber kılık değiştiriyorlardı. Sonra birdenbire her şey kaybolmuş, Selim bir boşlukta kendisini tek başına bulmuştu. İşte o zaman o mesut ve parıltılı itilme duyusuyle, arkasına bir türlü bakmaya cesaret etmeden günün ortasına düşmüştü.

Yattığı yerde bir sigara yaktı ve musikiyi dikkatle dinlemeğe başladı. İkinci movement’in başında olduğuna göre şöyle bir on dakika evvel başlamış olmalıydı. Piyano tek başına sözü almış gidiyordu. Selim’de rüyalarına merak çocukluğunun yadigârıydı. “Yalnız büyükbabam rüyalarını söylemezdi. Çünkü büyükbabam geçmiş zamandı. Geçmiş zaman rüya görmez, sadece hatırlar. Büyük babam hatırlardı. O bir kere ve tam rüya görmüştü.” İhtiyar adamı yaldızlı, sırmalı mabeyinci elbiseleri içinde çok az indiği kahvaltı saatlerinde, öğlen ve akşam yemeklerinde, sofra başında, dimdik, dalgın, etrafına acayip surette yabancı, yalnız torunlarına baktığı zaman gözleri yumuşar görüyordu.Hayrettin Paşa 1908’den üç yıl evvel irade-i şahane ile sırtına geçirilmiş bu elbiseleri çıkartmamak için senelerce kapandığı evden dışarıya adım atmamış, birkaç tanıdıktan, berberinden, kendisiyle hâlâ “Paşa hazretleri” ve “efendimiz” diye konuşan, ancak izin verildikten sonra huzurunda oturmağa razı olan, ilâçlarını ve sıhhi tavsiyelerini “müsaade buyurulursa” diye teklif eden, hemen kendisi kadar yaşlı Rum doktorundan başka dışardan kimseyi görmeden, her lâhza mazinin içine gömülü, en ufak sarsıntıda onun hesabını vermeğe hazır, uzun nefis müdafaaları yaparak, bir başkasının eline geçmesinden daima korktuğu hatıralarım yazarak tam yirmi beş sene yaşamıştı. Bu hatıralar ne olmuştu acaba? Selim’le Nevzat yıllarca evin her köşesini alt üst edercesine onları aramışlardı. “Belki de babam yakmıştır. Yahut da büyükbabam hiç kimsenin göremeyeceği bir yere sakladı. Bütün aile bu illete müptelâydık. Dedem, büyükannem, annem, hemen herkes her gün bir köşeye bir şeyi iyice saklar ve bir türlü bulamazdı. Bu yüzden bir müddet sonra bu saklanan şey ister istemez ilân edilir, evcek hepimiz peşine düşerdik.”

“En muvaffakiyetlimiz Süleyman’dı. O köşkün her tarafını, bodrumdan tavanarasına kadar her deliğini deşiğini bilir, olmayacak yerlere girer çıkardı. Büyükannemin paralarını sakladığı yeri daha ilk anında keşfeder, sonra kadıncağız hazinesini aramaya başladı mı, oldukça uzun bir pazarlıktan sonra ortadan bir zaman kaybolur ve elinde küçük bir çıkın, üstü başı örümcek ağlan içinde ‘İşte!’ diyerek gelirdi. Belki büyükbabamın hatıralarının yerini de biliyordu. Belki okumuştu da, fakat nedense bizden gizledi…”

Selim için bu büyükbaba bütün bir meseleydi. Kırk beş yaşında kendi iradesiyle hayatını kapatan bu acayip adam, bu hareketiyle bütün ailenin hayatını değiştirmiş, o kadar çocuk ve genç yaşta erkek ve kadının beraber yaşadıkları köşkü dışarıyla münasebetlerini kesen bir sise boğmuştu. “Bu yüzden şehrin ortasında ıssız bir adada yaşar gibi yaşadık. En korkuncu şüphesiz babamın talihi oldu. O kadar beklediği ve hazırlandığı siyasi hayata bir türlü kolaylıkla intibak edemedi. Sanki her şeyi dedemin zorla kendisini önüne getirdiği zaviyeden görmeğe mahkûm olmuştu. Sade o mu?.. Ben, Süleyman, Nevzat… Hepimiz bir çeşit istiğnada yaşadık.”

Gerçekten çocukluğundaki kahvaltı sofrasındaymış gibi, büyükçe, kenarı yaldızlı, içi küçük Japon gülleriyle süslü bir zeytin tabağım gözlerinin önünden iterek olduğu yerde doğruldu. Bu tecrübeden tek kurtulan Süleyman olurdu. Efendi beni çağırıyor, der ve elinde birkaç dilim ekmek bahçeye fırlardı. Efendi, Süleyman’ın çok sevdiği iri horozuydu. Sabahleyin yemek odasının penceresinin önüne gelir, tok seslerle büyük dostunu çağırırdı. Bazen Süleyman aldırmaz, o zaman iri cüssesiyle pencereye zıplar, dar pervazda içeriye girmeye hazır, asma yapraklarının ve hanımellerinin arasından camı ısrarla tıkırdatarak Süleyman’ın yerinden kalkmasını beklerdi. Kırçıl, altın sansı ve koyu kırmızı karışık tüyleri, siyahı bol kuyruğu yüzünden Efendi, Selim için sabah denen şeyin sembolü olmuştu. Sesiyle, şekliyle ve renkleriyle Efendi sabahın kendisiydi.

Annem her defasında “Dur, böyle don gömlek nereye gidiyorsun?” diye çıkışır, sonra birdenbire “Hiç reçel yemeyecek misin?” diye üzülürdü. Çünkü annem için kendi yaptığı reçeller sofra dininin en esaslı unsurlarıydı. Fakat Süleyman hiçbir şey dinlemezdi. Zaten Nevzat’la o reçeli sevmezlerdi. Nevzat, bu kadar tatlı sabah sabah yenilir mi anne! diye mızıklanır, Süleyman ise birkaç zeytinle bir baş sarmısağı her şeye tercih ederdi. Süleyman herkesin sabah erkenden bir resm-i kabul varmış gibi en ciddi şekilde giyindiği bu evde yazın don gömleğe benzer, kışın kimin nesini bulursa sırtına geçirerek, başında kocaman bir sargı, en acayip kıyafetle sofraya inerdi. Süleyman hemen daima baş ağrısından mustaripti. Haşarılığına dayanamayıp da dövmek için babam veya annem yakaladığı zaman iki eliyle başını örter, “Sakın başıma vurmayın, çok ağrıyor.” derdi. O zaman Süleyman’ın kızıla yakın saçları vardı. Çilli yüzünde büyük mavi gözleri acayip bir ateşle, sanki isyanın bir adım ötesinde parlardı. Süleyman’a geçen gün Efendi’den bahsettim. Adeta hatırlamadı.

İnsan hayatından memnun olmayınca mazisini âdeta inkâr ediyor. Cemiyetler de böyle değil mi? Hakiki çözülüş birtakım yıkılışlarla kabil. Bir taraf yıkılacak ki başka tarafa bağlanasın…’Ya kendi hayatına veya birtakım fikirlere… Fakat biz fikirlere gidemiyoruz. Fikirler bize kapalı. İnsanlabirleşerek gelmiyorlar. Sadece fikir olarak geliyorlar. Onlara boşlukta rastlıyoruz. Tıpkı riyaziye hocamız Cemil Bey’in dersleri gibi. Sapsarı, upuzun bir adam. Ahmet’in dediği gibi bıyıklı ve gözlüklü bir tavan süpürgesi. Riyaziye bilen bir tavan süpürgesi. Cemil Bey dört sene tahtaya hiçbir fikir çizmeden ders verdi. Daireler, üçgenler, sekizgenler, Öklides’in bütün muzaffer buluşları, sanki sınıfın üçüncü buudu ilk icat edenin kafasıymış gibi hep havadaydı. “A-B çizgisi” ve Cemil Bey’in kolu birden kalkar, hemen iki dakika evvelki yerde işaret ettiği bu hayal çizgiyi bulur, onu kesen C-E çizgisini ortasından geçirir, açılara işaret koyardı. Böylece başlarımızın üstü yavaş yavaş bütün bir âlemle dolardı. O kadar dolardı ki onun peşi sıra dersten çıkarken sınıfın o noktasından geçenler bütün bu figürlerin, çizgilerin, dörtgen ve sekizgenlerin üstlerine yıkılacağından âdeta korkarlardı.

“İyi ve güzel bir daire, şöyle haysiyetli bir müselles…” Hendese figürleri Cemil Bey’in konuşmasına insan muaşeretinin hususiyetleriyle gelirdi. Bir gün bana “Üçü sevmez misin?” diye sormuştu. “Üç yahu üç… Üç sevilmez mi hiç? Ne garip adamsın sen Selim, üçü sevmiyorsun? Hâlbuki ne güzel rakam… Ah bir kere size dünyaya rakam ve hendesî şekille bakmayı öğretebil-sem, ne rahat ederdiniz!..” Asıl garibi bir şekli böyle başımızın üstüne küçük bir top kandil gibi astıktan sonra ikincisi için, hakikaten o yer, o figür ve ameliye tarafından mutlak şekilde tutulmuş gibi, birkaç adım öteye geçip dikkatle kendisine boş bir yer aramasıydı. Bununla beraber hiç de dalgın değildi. Bir gün sınıfa girer girmez “Bu müdür muavini ahmak,” demişti. “Hakikaten ahmak. Müdürün odasına gitti. Kapıyı kilitli bulunca açtı, içeriye baktı ve gelmemiş diye söylenerek uzaklaştı. Hiç böyle şey gördünüz mü? Deli bile yapmaz bunu…”

Hangimiz ahmak değiliz sanki… Rüyamda kendimi bir başkası gibi seyrediyordum ve bunu biliyordum. Sanki camdan bir oda içindeydim. Bir köşede oturmuş düşünüyordum. Fakat yüzüm kendi yüzüm değildi. Tanıdıklarımdan birinin yüzüydü. Belki Süleyman, belki bir başkası, belki bütün tanıdıklarım… Bu perdeyi değiştirmek lâzım… Behemahal değiştirmeli… Güneş eşyayı hem yaratıyor, hem yiyor. Güneş hayattır, ışıktır, cüzzamdır… Her şeydir. Her şey her şeydir ve kendisidir. Tıpkı Leylâ gibi. Leylâ bütün kadınlara benzer, ama yine Leylâ’dır. Fakat asıl benzediği Nevzat’tır. Nevzat da öyleydi. Bütün kadınlara benzerdi. Nevzat çocuğunun ölüsünü pencereden attı ve delirdi. Çocuk bu sarsıntıyla iyileşti, kurtuldu. Fakat annesi onu bir daha tanımadı. Bütün ömrü boyunca kendisini oğlunun katili bildi. En son günü hikâyeyi ona yine anlattı: “Ben oğlumu öldürdüm. Ya yavrum böyle işte. Ben katilim… Ben kötü kadınım… Kendi oğlumu öldürdüm…” Zavallı Gündüz hiçbir şeyden anlayacak yaşta değildi. Sadece “Öldürmedin anneciğim… Öldürmedin. Yaşıyorum işte… Bak işte! Dokun, gör, karşındayım: seni öpüyorum…” Sonra ikisi birden ağlamaya başladılar. Bu acıklı hatıra ile yerinden fırladı. Gürültüyle perdeleri açtı. Denizden doğru vuran güneş ışığı eski bir tekneyi bir anda dolduran su gibi âdeta uğuldayarak odaya girdi. Selim bu anî hücumun karşısında bir an geriledi. “Ben isyan denen şeyi hiç anlamadım. Kızdım, kendimi yedim, fakat isyan etmedim… Nevzat, Süleyman hepsi isyan ettiler… Süleyman geleceğini kendi eliyle yaktı. Nevzat öldü sandığı çocuğunu kaderin yüzüne fırlattı. Çocuk iyi oldu, fakat…” Sonra birdenbire yine kendisine döndü. “Belki tek eksiğim bu oldu. Daima evin uslu çocuğu kaldım. Kendimi gizledim ve düşündüğümden başka türlü hareket ettim… Daha doğrusu kaçtım. Daima zihnimin bir köşesinde yaşadım.”

Bugün kaçamayacaktı. Bugün köşk satılıyordu. Saat üç buçukta tapu dairesinde takrir verilecek, senetler imzalanacak, o kadar sevdiği insanın yaşayıp öldüğü ev bir başkasının olacaktı. “Dördümüz de orada olacağız. Süleyman, Hatice, Gündüz ve ben… Tam aile toplantısı…” Fakat onlardan başka behemahal geleceklerini bildiği iki kişi daha vardı. Annesiyle Nevzat. “Ama onlar bizim gibi Şişli’den Cihangir’den, Aksaray’dan, Beyoğlu’ndan gelmeyecekler. Doğrudan doğruya Erenköy’den, köşkten gelecekler.” Ve deniz üzerinden doğru bu ikisinin gelişini görmek ister gibi baktı. “Bize başka bir yer bul bari Süleyman! Mademki evimizi satıyorsun, sığınacağımız başka bir yer.” Annesinin hafif sabah melteminde şişmiş yirmi beş sene evvelinin modası geniş bej mantosunu, böyle bir şey bayağı mümkünmüş gibi, Üsküdar üzerlerinde aradı. Puslu bir mavilikten başka bir şey göremediğine âdeta şaşırdı.Bir an uzaktan doğru geldi, başının üstünde çok ince yaldızdan bir çember çizdikten sonra uzaklaştı. “İşte gayretimin mükâfatı… Aziz oldum. Ama kimin, hangi ressamın?” Hayvanın sesi öyle kuvvetli, sabahın mavilikleri içinde öyle altın sarısıydı ki başka türlü düşünülemezdi. Bu düşünce ve bilhassa uzaklaşan arı sesinin altınından kendisinde kalmış hayal tekrar rüyasında gördüğünü sandığı meleği hatırlattı. “Hakikaten arkamda mıydı? Hakikaten gördüm mü?”

“Gitmesem n’olur sanki? Sadece köşke gitsem.” Bütün aile ayrı ayrı ihtiyaçlar ve sebeplerle istedikleri, hatta gecikmesinden şikâyet ettikleri bu basit ve artık zarurileşmiş alım satım meselesi üzerinde her şey kararlaştıktan sonra o kadar yersiz şekilde sızlanmaya başlamışlardı ki Selim şimdi kendisini çok acıklı bir muahedenin yahut kayıtsız şartsız bir teslim mukavelesinin imzasına gidiyor sanıyordu. Hakikatte köşkte hiçbirinin oturması kabil değildi. Nevzat, intiharından beri bu aile mülkünü tek başına zaptetmişti. Kaldı ki bugünün şartlarında ev olarak kullanılması da imkânsızdı. Alıcı da ne yapacağını henüz bilmiyordu. “Belki bir sanatoryum belki de bir otel yapanın…” demişti. Fakat Selim daha ziyade yıktırıp arsasını böleceğine emindi. Onu üzen şeylerden biri de buydu. “O küçük iki katlı, ekonomik evlerden birkaç tane…” Sonra bahçeye acıyordu. Bütün o çamlar, fıstık ağaçları, südreler ve kapının yanındaki iki servi, hepsi bu taksimde gidecekti. Servilerin biri Nevzat’ın biri kendinindi. Nevzat bir gün “Selim, haydi seninle şu kapının iki yanma birer ağaç dikelim…” demiş, yerini de göstermişti. Sonra aylarca düşünmüşler nihayet servide karar vermişlerdi. Ali Efendi bu işe çok şaşmıştı. “Niçin servi de başka şey değil… Ağaç mı kalmadı dünyada beyim?” Fakat Nevzat’ın düşüncesi üstün gelmişti. Evet, bahçe Selim’in ve kardeşlerinin bütün çocukluğuydu. Nevzat’ın ölümünden sonra kardeşinin hatıraları o ağaçların dibinde, o havuzun başında ahırın kapısında, arka duvarın kenarında kendi kendine bittiği söylenen büyük incir ağacında toplanmıştı. Çok defa onu çıplak ayakları bu ağacın dallarında sallanır hatırlardı. “Selim, Selim, gitme… Şu daldakini de sana vereceğim… Dur allahaşkına… Hah aldım.”

Selim Nevzat’ın gözdesiydi. Onun ölümünden sonra Selim’in düşüncesi köşke nadir girerdi. Çünkü orada büsbütün başka bir Nevzat, şizofreninin çehresini değiştirdiği, başı iki elleri arasında durmadan dolaşan ve bir Îonesco piyesi gibi doludizgin konuşan bir Nevzat vardı. Hâlbuki köşkün bahçesinde… Eliyle bir şeyleri uzaklaştırır gibi bir işaret yaptı. “Onlar konuşuyorlar, azabını ben çekiyorum…” Filhakika bütün aile her an yeni bir şey hatırlıyor, Selim’i içine girmekten korktukları bu evi satmaktan caydırmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyordu. Fakat bütün bunlar satış muamelesinin bir an evvel olması için sabırsızlanmalarını hiç de menetmiyordu. En ufak gecikmede, hep o itham ediliyordu.

Selim’i bu köşkün rahatsız eden taraflarından biri de vaktiyle düşündüğü gibi kendi hissesini Süleyman’la Gündüz’e bırakamamasıydı. Mebusluktan ayrıldığı günden beri vaziyeti her gün biraz daha kötüleşmişti. Şimdi yazılarının getirdikleri hariç bir ecnebi mektebinden aldığı birkaç yüz liradan başka güvenecek hiçbir şeyi yoktur. Eline geçecek paranın mühim bir kısmı borçlarına gidecekti. Geri kalanla da bir mecmua çıkarmayı düşünüyordu. “Tutar veya tutmaz…” Bu son kozuydu, oynaması lâzımdı. Edebiyatı ve fikirleri hepsi bunu zaruri kılıyordu.

“Bununla beraber Süleyman’a biraz ayırmam lâzım.” Süleyman iki çocuğuyla, hastalıklı karısı ve daima bütün bir kabileyle başına yıkılan acayip sevgilileriyle her an sıkıntı içindeydi. “Süleyman kendi hayatını eliyle yıkanlardan… Evvelâ kumar, sonra alkol ve kadın.” Hakikatte bilhassa alkol. Asıl acıdığı şey kardeşinin istidadıydı. İlk gençliğinde yazdığı birkaç hikâye Selim’i âdeta büyülemişti. O kadar ki sadece bu istidadın gelişebilmesi için Selim kendi ihtiraslarından vazgeçmek, bütün ömrü boyunca ona yardım etmek, bu istidadın başında beklemek kararını vermişti. Bunları okuduğu günün akşamını hiç unutamazdı. İki kardeş köşkün çatısındaki geniş odada her ufak yaprak kımıldanışında kendilerine kadar çıkan ıhlamur kokulan içinde sabaha kadar konuşmuşlar, bütün bir gelecek zaman programı kurmuşlardı. Nevzat’ın Cemil’le evlendiği seneydi. Yaz gecesi denen o acayip ve harikulâde rüyanın içinde bir başka harikulâde rüya gibi bir konuşmaydı bu. Selim bütün ömrünce o akşam kardeşiyle olduğu gibi herhangi bir insanla anlaştığını bir daha hissetmedi. Ne Leylâ, nebaşkaları, ne de evlenmesine kadar hep beraber oldukları Nevzat… Bu birbirini anlayan iki ruhun birbirinde kayboluşu gibi bir şeydi. Sonra birdenbire Süleyman her şeyden vazgeçmiş, olmayacak hayaller peşinde tahsilini yanda bırakmış, ne çocukluğu ne ergenlik yıllariyle hiçbir münasebeti olmayan bir hayata dalmıştı. Selim bu kadar tezatla dolu ve haşin, düştüğü yeri kül eden bir gençlik görmemişti. Şüphesiz iş bu kadar basit değildi. Evvelâ kardeşinin karşısına birkaç hocanın aşılmaz bir maniaya çıkan anlayışsızlığı, sonra da nereden türediği bilinmeyen bir iki arkadaş çıkmıştı. Süleyman’ı bir taşkınlıktan öbürüne sürükleyen bu arkadaşların hepsi bugün hayatta muvaffak insanlardı. Şurası var ki onlar çekilmesi icap eden yerde çekilmesini bilen, kendilerine erişme heveslerinin etrafında her an yeniden çekidüzen vermesini bilen insanlardı. Hepsinin etrafında kendilerini tutan, rastladıkları engelleri onların hesabına ortadan kaldıran, erişmekten başka hiçbir idealleri olmayan, toprağa, paraya, aileye bütün bir çetrefil ve realist hesabın kökleriyle bağlı bir yığın hısım akraba vardı. “Süleyman’ın etrafında ise benden başka kimse yoktu. Bense ancak müşahit olarak yaşayanlardanım…”

Hakikaten böyle miydi? Selim burada da kararsızdı. Belki de sorumluluk duygusu onu bu işte de kendisini ithama götürüyordu. Bir gün annesi ona “Kendini ne zannediyorsun? Allah baba mısın sen?” diye çıkışmıştı. Selim suç yüklenmekten hoşlanan adamdı. Bununla beraber Süleyman’da dindar aile terbiyesi ve bir tarafiyle çok yumuşak ve hissi bir mizacın, eşine az rastlanır bir yığın insiyakla on beş sene çarpıştığını görmüş ve hiçbir şey yapamamıştı. Asıl garibi bu aşın yaradılış için mahfaza olarak tabiatın o kadar uslu ve muvazeneli babasının çehresini seçmiş olmasıydı. Süleyman’da yüz, vücut, boy, kımıldanışlar ve hareketler, dışardan görülen her şey babasının bir tekrarıydı. Şefkati de hemen hemen babasının aynıydı. Bu yüzden Selim kardeşine bakar ve onu dinlerken yahut hayatı üzerinde düşünürken babasının kendi benliğinden çok başka bir ikinci hayatı — kimbilir belki de içten içe özlediği hayatı — şüphesiz aynı acemilik ve aynı safiyetle yaşadığı vehmine kapılırdı. Bir insanın bu kadar doludizgin bu kadar kendisinin dışında kalabilmesi için bir değil birkaç hayatı boyunca hemen hemen hiç yaşamamış, nesiller boyunca kendisini hapsetmiş, sadece en büyük felâketlere kadar lezzet, kendinden çıkış bir yığın şeyi özlemiş olması icap ederdi.

“Babam da onun gibi yaşamadı. Yahut en budalaca, en acemice şeklinde hayatın dışında kaldı. Zaten hepimizin Süleyman’la aramızdaki fark bir mübalağadan başka nedir? Süleyman benim zaaflarımın coefficient’ından başka ne olabilir? Bütün mesele bir doz meselesi…” “Bir nisbet ziyadesiyle şimdi Süleyman kendi kendisinin tam bir inkârı oldu.” Filhakika nadir hiddet anlarının haricinde eski atak, uçan, çapkın, yıkıp kırıcı Süleyman’ı da artık bulmak kabil değildi. Kardeşi acayip bir vehim ve korku içinde şimdi bir gölge gibi yaşıyordu. “On senedir bana verdiği nasihatler bile değişti.” Çünkü Süleyman bu derbeder hayatın içinde Selim’e ait meselelerde daima çok vuzuhlu ve sarih olmuştu. Bir gün kendisine en ciddî tavriyle “Ben hiçbir şey yapmadım. Bari sen muvaffak ol!” demişti.

Marie’nin bir elinde sabah kahvesi, öbüründe gazeteler odaya girişi düşüncelerinin akışını birdenbire kırdı. Kız, beyaz geceliğinin içinde yarı çıplak, olduğundan fazla çekici ve yaşının üstündeydi. Gazeteleri masanın üzerine koydu ve geniş siyah gözlerinin ısrariyle Selim’e kahvesini uzattı. Yüzü bir çeşit uzaklıkta gergin ve dargındı. İlk iğva denemelerini yapan tecrübesiz dargınlığı nedense hizmetçisinin iki aydır evde misafir yeğenine Selim’le her karşılaşmalarında, birkaç kelimelik bir konuşmada birdenbire dağılan bu maskeyi ilham etmişti. “Belki de ilk işarette çok uzaklardan gelebilmek için…” Selim onun çıplak kollarım, dolgun boynunu ve başının üstüne çocuk- kadın uykusunun rüyalarıyle beraber alelacele topladığı koyu kumral saçlarını farkında olmadığı bir dikkatle süzdü. Kız bu sabah saatinde çiçek açmış bir erik ağacı gibi güzel ve tatlıydı. Cildinin altında tıpkı o bahar ağaçları gibi bütün bir hayatiyetin, nerdeyse küçük uzviyetini boğacak gibi çılgın atılışlarla dolaştığı o kadar belliydi ki… “Başka türlü dudaklarının bu meyva dolgunluğu kabil olabilir miydi?” “Böyle üşümüyor musun sen?”

Kız bu sualin altında eve geldiği günden beri teyzesinin biraz daha yakışık alır şekilde giyinmesiiçin verdiği öğütleıin bulunduğunu hiç fark etmemiş gibi güldü. “Bu havada üşünür mü hiç? Çok sıcak…” İkinci pencerenin camını açtı. Sonra yorganı ve örtüleri, şüphesiz arka balkona götürüp asmak için topladı. Odanın içinde başta Selim bütün hayata meydan okur gibi gidip geliyordu.

“Bu gece rüyanızda iki defa bağırdınız!”

“Bağırdım mı?”

“Hem yüksek sesle… Ben içerden duydum, uyandım. Ama ne söylediğinizi tutamadım.”

Selim “Bu da yeni çıktı…” der gibi başını salladı. Kız onu teselli eder gibi devam etti:

“Merak edilecek bir şey değil… Teyzem de uykusunda konuşuyor… Ben onu da işitiyorum. Hem Dimitri ile kavga ediyor. Hem bu ilk defa değil ki… Beş altı defa oldu…”

Selim uykusundan ziyade bu genç ve taze vücudun kendisiyle meşguldü. Marie bir lâhzada bir sarmaşık gibi çengel çengel bütün etrafını sarmıştı. Küçük çıplak ayaklarının döşemenin üstüne basışında bulunduğu yeri âdeta zapteden bir emniyet hissi vardı.

Selim işi kısa kesmek için başını pencereye çevirdi. Kız bu muameleden müteessir, en hoyrat sesiyle “Banyonuz hazır!” diyerek geldiği gibi sessiz ve dargın, saçlarının perişan ve lâtif yığını ve uzun gömleğinin yan çıplaklığıyle odadan çıktı.

Selim bu anî hiddetten şaşkın arkasından baktı, ayaklarının muşambaya basarken duyduğunu vehmettiği hazzı âdeta kıskandı: “Çiçek açmış erik ağacı… Fakat Beyoğlu’nun o küçük ve dar sokaklarında iki fakir evin arasında ezilmiş bahçelerinden birinde. Çünkü Leylâ nasıl Boğaziçi ve muhayyilemizdeki eski İstanbul ise Marie de öyle Beyoğlu… Onu görüp, o kadar acayip ve boğuk şekilde şakırdayan Türkçesini bir lâhza dinleyip de içimizde nesilden nesile o kadar değişen yüzüyle Beyoğlu’nu hatırlamamak imkânsızdı. Ancak bize doğru genişledikçe, belki de haksız bir inhisarla bizden dediklerimizi de içine aldıkça trajedisinin şuuruna erdiğimiz Beyoğlu… Yedi sekiz ırkın, birkaç dilin, bir o kadar din, örf ve ahlâkın aynı teknede çalkana çalkana hazırladığı gevşek, her an ekşimeğe hazır, mayasının kokusu bizi her an başka şekilde işgal eden acayip ve karışık hamur.” Marie Beyoğlu’ydu. Çalışkan, başka türlü yapamadığı için eğlenmeğe hazır ve her türlü dostluğa hiç kaynaşmaksızın amade, kimim düşüncesinin üstünde ve ten hazlarının ötesinde her şeye kayıtsız yarı kanser, yan sömürücü hayatiyle Beyoğlu. Küçük atölyeler, acayip randevu evleri, daha acayip aşk tellalları, sonu olmayan evlenmeler, bir ucu mahkemelerde öbür ucu sonsuz anlaşmamazlıklarda ve cinayetlerde, intihara çok benzeyen istifalarda biten muaşakalar, ezanla çan sesinin birbirini karşıladığı sabah ve akşamlar, iç içe hurafeler, birkaç dilde teşekkür ve küfür, bir dilden öbür dile aktarılmış şakalar, her cinsten kalabalığın doldurduğu falcı odaları, hülâsa insiyaklarımızın olduğu kadar hayatımızdaki karışıklığın da bir ahtapot gibi sayısız kollu mezbelesi.

Selim bu ahtapotun nasıl bir şey olduğunu bir gün Kasımpaşa’da çamura gömülü bir yoldan geçerken hissetmişti. Piyalepaşa’nın o karışık bir muammaya benzeyen mimarîsini seyretmiş yorgun argın geliyordu. Birdenbire yolun kenarında âdeta bir tepenin üstünde daha ziyade bir kulübeye benzeyen bir ev görerek durmuştu. İlk rüzgârda yıkılacağa benzeyen bu ahşap ve biçare evin kapısında biri zincirle bağlı, öbürleri onunla ahbaplığa gelmiş üç köpek, pencerede dört çocukla iki kadın başı vardı. Sonra birdenbire kapı açılmış ne biraz evvel seyrettiği mimarîyle, ne çıktığı evle, ne de etraftaki insanların meyus yüzleri ve sefaletleriyle alâkası olmayan bir kıyafette genç bir kız “Allahaısmarladık!” diyerek dışarıya fırlamış, alabildiğine yüksek ölçekli ayakkabılarına rağmen Selim’in bir türlü kavrayamadığı bir çeviklik ve isabetle tepeyi koşa koşa inmiş ve biraz ötede kendisini bekleyen arabaya doğru yürümüştü. Selim bütün hayatında bu kadar biçare ve uydurma bir şıklık görmemişti. Bununla beraber üstündeki şeylerin hemen hepsi az çok seçilmiş pahalı eşyaydı. Koku ve makyajın, saç boyasının dışında mübalağa ve insicamsızlıktan başka göze batar bir şey yoktu. Arabanın tutulmuş olduğunu görünce hakikî bir yese kapılmış, sonra Selim’e “Aman kardeşim… N’olur beni dealın… Hiç olmazsa Kasımpaşa’ya kadar.” diye yalvarmıştı. Selim ister istemez razı olmuş ve genç kızın Beyoğlu’na çıktığım anlayınca Tarlabaşı’na kadar götürmüştü. Bütün yol boyunca kız saati sormuş, “Ah geç kaldım! Çok geç…” diye üzülmüş, olduğu yerde terlemiş, filmden, rejisörlerden, artistlerden, kendisi gibi figüranlık yapan Rum ve Ermeni arkadaşlarının iyiliğinden, akşama davetli olduğu çaydan bahsetmişti.

Bana öyle geliyor ki, gördüklerimi ve işittiklerimi yazmak, gelecek nesillere karşı en büyük vazifemdir. Kaldı ki müessesemizin tarihçesini benden daha iyi yapabilecek tek insan, Halit Ayarcı, artık aramızda değildir. Dün akşam yine onun masamızdaki yerini boş gördüm. Karımın dolmuş gözlerle bütün yemek müddetince bu boş sandalyeye bakışını bir türlü unutamayacağım. Sanki etrafındaki her şeye yabancı idi. Nihayet dayanamadı, peşkiri ile gözlerini silerek masadan kalktı, odasına kapandı. Eminim ki bütün gece ağlamıştır. Hakkı da var, Halit Ayarcı benim velinimetimse, onun da en büyük dostu idi. Zaten bu hâtıraları yazmak fikrini bende, biraz da onun bu çok yerinde olan kederi uyandırdı.

"

Aydaki Kadın kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?