Camus’nün 1938’de tamamladığı ancak 1960’ta bir araba kazasında ölümünden on yıl sonra, 1970’te basılan bu kitabı, kendi yaşamından altı ana öykü etrafında biçimlenir:

Parlak oyunun öyküsü. Lüks.

Yoksul mahallenin öyküsü. Annenin ölümü.

“Dünyanın Karşısındaki Ev”in öyküsü.

Cinsel kıskançlığın öyküsü.

Ölüm mahkûmunun öyküsü.

Güneşe doğru inişin öyküsü.

Eseri yayına hazırlayan Jean Sarocchi, kitapla ilgili değerlendirmesini şöyle bitirir: “Camus’nün yayımlamadığı Mutlu Ölüm’ün, bir yapıttan çok bir belge olduğunu ve yazarın deha dosyasına eklenmek üzere bu belgede olumlu parçaların bulunmasının onun parlaklığı için yettiğini söylemek gerekir mi? Bunları bulma zevki okura bırakılıyor.”


Mutlu Ölüm

Birinci Anabölüm: DOĞAL ÖLÜM

BİRİNCİ BÖLÜM

Saat sabahın onuydu, Patrice Mersault düzenli adımlarla Zagreus ‘un villasına doğru yürüyordu, O saatte hastabakıcı pazara çıkar, villa ıssız olurdu. Nisan ayıydı; pırıl pırıl, soğuk, duru, donuk, mavi ve güzel bir ilkbahar sabahıydı, göz kamaştırıcı, ama ısıtmayan bir güneş vardı. Villanın yanındaki küçük yamaçları süsleyen çamların arasından ağaç gövdeleri boyunca duru bir ışık akıyordu. Yol ıssızdı. Yükseliyordu biraz. Mersault ‘nun elinde bir valiz vardı; soğuk yol üzerindeki sert adım sesleriyle valizinin kulpunun çıkardığı düzenli gıcırtı arasında, bu dünyanın sabahının görkemi içinde ilerliyordu.

Yol, villaya varmadan az önce banklar ve bahçelerle dolu bir alana açılıyordu. Külrengi sarısabırların ortasındaki erkenci kırmızı sardunyalar, gökyüzünün maviliği, kireç badanalı beyaz bahçe duvarları, bütün bunlar, öyle hoş, öyle çocuksuydu ki, Mersault, alandan Zagreus ‘un villasına inen yola koyulmadan önce bir an durdu. Eşiğe gelince yeniden durdu ve eldivenlerini giydi. Sakat adamın aralık tuttuğu kapıyı açtı ve rastgele kapattı. Koridorda ilerledi, soldan üçüncü kapının önüne varınca kapıyı çaldı, içeri girdi. Zagreus oradaydı, şöminenin yanındaki koltukta, tam Mersault ‘nun iki gün önce oturduğu yerde; kesik bacaklarının üzerinde bir İskoç battaniyesi vardı. Kitap okumaktaydı; hiç bir şaşkınlığın okunmadığı yuvarlak gözlerini, şimdi, kapalı kapının yanında durmakta olan Mersault ’ya diktiğinde, kitabını örtüye dayıyordu. Pencerelerin perdeleri çekilmişti; yerde, mobilyaların üzerinde, eşyaların orasında burasında, güneş birikintileri vardı. Camların arkasındaki sabah, yaldızlı ve soğuk toprağın üzerinde gülüyordu. Donuk, büyük bir sevinç, güvensiz kuşların keskin çığlıkları, acımak bilmez bir ışık taşkınlığı, sabaha, masum ve gerçekçi bir görünüm veriyordu. Boğazı ve kulakları odanın boğucu sıcaklığıyla tıkanmış olan Mersault, durmuştu. Mevsim değişimine karşın, Zagreus büyük bir ateş yaktırmıştı. Mersault, kanının şakaklarına yükseldiğini, kulaklarının şiddetle zonkladığını hissediyordu. Öteki, sürekli sessiz, gözleriyle onu izliyordu. Patrice şöminenin öbür yanındaki sandığa doğru yürüdü, sakat adama bakmadan, valizini masanın üzerine bıraktı. Oraya varınca ayak bileklerinde hafif bir titreme hissetti. Durdu, ağzına bir sigara aldı, eldivenli elleri yüzünden sigarayı zorlukla yaktı. Ardında hafif bir ses. Sigara dudaklarında geriye döndü. Sür ekli kendisine bakmakta olan Zagreus kitabını yeni kapatıyordu. Mersault, ateşin acı verecek kadar dizlerini yaktığını hissederken, başlığı tersinden okudu: Saray Adamı, Baltasar Gracian’ın kitabı. Duraksamadan sandığa eğildi ve açtı. Beyaz üzerinde siyah tabanca, bakımlı bir kedi gibi tüm eğri çizgileriyle parlıyor, Zagreus ‘un mektubunun üzerinde durup duruyordu. Mersault sol eline mektubu, sağına tabancayı aldı. Bir duraksamadan sonra, silâhı sol kolunun altına kıstırıp mektubu açtı. İçinden, Zagreus ‘un köşeli, iri el yazısıyla yalnızca birkaç satır yazılmış büyük boy, tek bir kâğıt çıktı:

“Ortadan kaldırdığım yarım bir adamdan başkası değil. Bana bundan ötürü kızılmamasını dilerim, zaten sandıkta şimdiye dek hizmetimi görenlere borcumu ödemek için gerekenden fazlası bulunmakta. Artanın, idam mahkûmlarının koşullarının iyileştirilmesine ayrılmasını istiyorum. Ama bunun, çok şey istemek olduğunun da bilincindeyim.”

Mersault, anlaşılmaz bir yüzle mektubu katladı, zarfın üzerine kül düşerken, tam o anda sigarasının dumanı gözüne kaçtı. Kâğıdı salladı, masanın üzerine görülür bir yere koydu, Zagreus’a döndü. Beriki, şimdi zarfa bakıyordu, adaleli, kısa elleri kitabın çevresinde kalakalmıştı. Mersault eğildi, kasanın anahtarını çevirdi, sarıldıkları gazete kâğıdının arasından yalnızca yan kenarları görülen tomarları aldı. Silâhı koltuğunun altında, tek eliyle onları düzenli bir biçimde valizine doldurdu. Yirmi kadar yüzlük paket vardı, Mersault çok büyük bir valiz almış olduğunu anladı. Kasada yüzlük kâğıt paralardan bir tomar bıraktı. Valizi kapatınca, yarısı içilmiş sigarayı ateşe fırlattı, tabancayı sağ eline alarak, sakat adama yaklaştı.

Zagreus şimdi pencereye bakıyordu. Hafif bir ezme sesiyle birlikte: kapının önünden yavaşça bir otomobilin geçtiği duyuldu. Zagreus, kımıldamaksızın, bu nisan sabahının insansız güzelliğini seyre dalmış gibiydi. Tabancanın namlusunu sağ şakağının üzerinde hissettiğinde, gözlerini dışarıdan ayırmadı. Ama ona bakan Patrice, gözlerinin yaşlarla dolduğunu gördü. Gözlerini yuman o oldu. Geriye bir adım attı ve ateş etti. Bir an duvara dayandı, gözleri sürekli kapalı, kanının yeniden kulaklarını zonklattığını hissetti. Baktı. Baş, sol omzun üzerine düşmüş, gövde hafifçe yan yatmıştı. Öyle ki, artık Zagreus değil; beyin, kemik, kan kabartısı içinde büyük bir yara görülüyordu yalnızca. Mersault titremeye başladı. Koltuğun öbür yanına geçti, el- yordamıyla sağ eli aldı, ona tabancayı tutuşturdu, şakağın hizasına kaldırdı ve düşmesi için bıraktı. Tabanca koltuğun koluna, oradan da Zagreus ‘un dizlerinin üstüne düştü. Bu davranış sırasında Mersault sakat adamın ağzını ve çenesini fark etti. Pencereye baktığı zamanki aynı ağırbaşlı ve hüzünlü havayı taşıyordu adam. O anda kapının önünde keskin bir boru sesi çınladı. Gerçekdışı çağrı, ikinci bir kez kendini duyurdu. Mersault, koltuğun üzerine eğilmiş kalmıştı, kıpırdamadan durdu. Bir araba sesi kasabın yola çıkışını haber verdi. Mersault valizini aldı, bir güneş ışına altında mandalı parlayan kapıyı açtı, zonklayan başı ve kuruyan diliyle dışarı çıktı. Sofanın kapısını geçti, hızlı adımlarla yürüdü. Küçük alanın kıyısındaki bir küme çocuk dışında, ortalıkta kimseler yoktu. Uzaklaştı. Alana gelirken soğuğun bilincine vardı ve ince ceketinin altında titredi. İki kez aksırdı ve küçük koyak, göğün duruluğunun iyice artırdığı belirgin, alaycı yankılarla doldu. Biraz kararsızlık geçirdiyse de, durdu, derin derin soluklandı. Mavi gökyüzünden milyonlarca küçük, beyaz gülücük iniyordu. Gülücükler; yağmur dolu yapraklarla, bahçe yollarının ıslak tüfleri üzerinde oynuyor, taze kan rengi kiremitli evlere doğru uçuyor; kanat çırparak, havayla güneş göllerine doğru yükseliyor ve birdenbire, oradan da taşıyorlardı. Gökten, yol alan küçük bir uçağın hafif mırıltısı iniyordu yere. Havanın bu ışıl ışıllığı, göğün bu verimliliği altında, insanların tek ödevi, yaşamak ve mutlu olmak gibi görünüyordu. Mersault ‘nun içinde her şey susuyordu. Üçüncü bir aksırıkla sarsıldı, ateşten titrediğini hissetti. Bunun üzerine çevresine bakmadan, valizinin gıcırtısıyla adımlarının sesi arasında hızla uzaklaştı. Evine varınca, valizini bir köşeye bırakıp yattı, öğle sonunun ortalarına kadar uyudu.

İKİNCİ BÖLÜM

Yaz, uğultular ve güneşle dolduruyordu limanı. Saat on bir buçuktu. Rıhtımı sıcaklığının tüm ağırlığıyla çökertmek isteyen gün, ortasından açılıyordu. Siyah tekneli, kırmızı bacalı ‘Schiaffmo’lara, Cezayir Ticaret Odasının hangarları önünde buğday çuvalları yükleniyordu. Onların ince toz kokusu, sıcak bir güneşin yol açtığı yoğun katran kokularına karışıyordu. Vernik ve anason kokulu küçük bir barakanın önünde insanlar içki içiyorlar, kırmızı mayolu Arap akrobatlar, içinde ışığın oynaştığı denizin, önünde, kızgın döşeme taşlarının üzerinde habire gövdelerini döndürüyorlardı. Çuvalları taşıyan dok işçileri, onlara bakmaksızın, rıhtımdan yük gemisinin güvertesine uzatılmış iki esnek kalas üzerinde yürüyorlardı. Yukarıya varınca vinçler ve gemi direkleri arasında, beyazımsı bir hamur sıvanmış terli ve tozlu yüzlerinde parlayan gözlerle, birden, gökle körfez arasında gökyüzünün karşısında bir an şaşkın şaşkın duruyor, sonra sıcakkan kokulu sintineye körlemesine dalıyorlardı. Yakıcı havada bir siren sesi uzun uzun uludu.

Adamlar kalasın üzerinde birdenbire bir kargaşa içinde durdular. İçlerinden biri, düşmesine engel olacak kadar birbirine yaklaştırılmış kalın kerestelerin arasına kaymıştı. Ama arkasında kalan kolu, çuvalın dayanılmaz ağırlığı altında kırılmış, adam acıyla bağırıyordu. O sırada Patrice Mersaultbürosundan çıktı. Adımını kapıdan dışarı atar atmaz, yaz sıcağı soluğunu kesti. Kocaman açılmış ağzıyla, boğazını yakan katran buharını içine çekti, dok işçilerinin yanında durdu. Yaralıyı çıkarmışlar, tahtaların üzerine, tozun toprağın içine sırtüstü yatırmışlardı, dudakları acıdan beyazlaşmıştı, dirseğinden kırılan kolu sarkıyordu. Bir kırık kemik parçasının eti deldiği korkunç bir yaradan kan sızıyordu. Kol boyunca yuvarlanan kandamlaları, teker teker, küçük cızırtılarla kızgın taşların üzerine düşüyor, oradan bir buğu yükseltiyordu. Mersault, birisi kolunu tuttuğunda, kımıldamaksızın bu kana bakıyordu. Emmanuel’di bu, ‘koşu arkadaşı ufaklık’. Zincir şakırtıları ve gürültü patırtılarla kendilerine doğru gelen bir kamyonu gösteriyordu: ‘Var mısın?” Koştu Patrice. Kamyon onları geçti, onlar hemen ardından atıldılar, gürültüye toza bulanmış, soluk soluğa ve kör gibi, koşunun dizginsiz hızının verdiği esrimeyi hissedecek kadar bilinçli, ufuktaki gemi direklerinin dansı ve yanlarından geçtikleri kırık dökük teknelerin yalpası eşliğinde, vinçlerle makinelerin ritmine uyarak koştular. Kamyona ilk Mersault tutundu, gücünden ve çevikliğinden emin, uçarcasına atladı. Bacaklarını sarkıtarak oturması için Emmanuel’e yardım etti. Beyaz kireçsi toz, gökten inen ışık dolu bunaltıcı hava, güneş, gemi direkleri ve siyah vinçlerle dolu limanın uçsuz bucaksız düşsel görünümü içinde, solukları kesilesiye gülen, kanları kaynayan Emmanuel’le Mersault’yu, rıhtımın düzensiz döşeme taşları üzerinde hoplatarak, son hızla uzaklaştı kamyon.

Belcourt ’a varınca, şarkı söyleyen Emmanuel’le birlikte kamyondan indi Mersault. Emmanuel şarkıyı yüksek sesle ve kötü söylüyordu. “Anlıyor musun,” diyordu Mersault ‘ya, “yürekten gelen bir şey, bu şarkı işi. Diyelim, hoşnut olduğum zaman. Ya da deniz, güneş banyosu yaptığım zaman.” Gerçekten de Emmanuel yüzerken şarkı söyler ve göğsünün sıkışmasıyla boğuklaşan, denizin üzerinde belirsizleşen sesi kısa ve adaleli kollarının devinimlerine uyardı. Birlikle Lyon Sokağına yöneldiler. İyice boylu olan Mersault, geniş ve adaleli omuzlarını sallayarak uzun adımlarla yürüyordu. Yürüdüğü kaldırıma ayağını koyuş biçiminde, kimi anlar kendisini kuşatan kalabalığın arasından kayıp geçişinde, son derece genç ve güçlü olan bu gövdenin sahibini, bedensel kıvancın son sınırlarına götürebilecek yetenekte olduğu hissediliyordu. Spor sayesinde gövdenin dilini öğrenmiş bir sporcu gibi esneklik dolu hafif bir gösterişle, gövdesinin ağırlığını tek bir kalçanın üzerine vererek ayakta dururdu. Gözleri epeyce gür kaş kemerlerinin altında parlardı; Emmanuel’le, kavisli dudaklarını büzerek kurulmuş makine gibi konuşurken, boynunu rahatlatmak için yakasını çekiştiriyordu. Her zaman yemek yedikleri lokantaya girdiler; oturdular ve yemeklerini sessizce yemeye başladılar. Hava gölgede serindi. Sinekler, tabak çınlamaları ve konuşmalar vardı. Lokanta sahibi Celeste, onlara doğru ilerledi. İriyarı, bıyıklı biriydi, önlüğün üzerinden karnını kaşıyordu. “Çok iyi,” dedi Emmanuel. “Tıpkı yaşlılar gibi.” Konuştular. Celeste’le Emmanuel karşılıklı, “Ooo, ahbap!” deyip birbirlerinin omuzlarına vurdular. “Yaşlılar, görüyorsun, diyordu Céleste, aptal oluyorlar biraz. Bir de gerçek erkeğin, ellisindeki erkek olduğunu söylemezler mi! Tabii kendileri ellisinde oldukları için. Benim yalnızca oğluyla mutlu olan bir arkadaşım vardı. Birlikte çıkarlar, âlem yaparlar, gazinoya giderlerdi. Arkadaş, ‘Niye yaşlılarla gezecekmişim?’ derdi. ‘Her gün bana, müshil içtiklerini, karaciğerlerinin iyi çalışmadığını söylerler. Oğlumla gezmem daha iyi. O gördüm ki bir fıstığa asılıyor, hiçbir şey görmemiş gibi yapar, atlarım tramvaya. Eyvallah ve teşekkürler. Böyle, çok hoşnuttum.”’ Emmanuel gülüyordu. Céleste, “Elbette, dedi, “önemli .olan biri değildi, ama çok hoşlanırdım ondan.” Mersault ‘ya yönelerek sürdürdü: “Eski bir arkadaşıma yeğlerim onu. Bizimki başarılı olduğu zamanlar başı hep havalarda, küçük dokundurmalarla konuşurdu benimle. Şimdi daha az gururlu, her şeyini yitirdi.”

– İyi olmuş, dedi Mersault.

– Ama yaşamda enayilik etmenin de gereği yok. İyi yaşadı ve iyi de etti. Bir ara serveti dokuz yüz bin franka varmıştı… Ah, ben olsaydım…

– Ne yapardın? dedi Emmanuel.

– Küçük bir kulübe satın alırdım, çatının göbeğine biraz ökse sürer ve bir bayrak dikerdim. Böyle rüzgârın estiği yönü görmek üzere beklerdim.

Mersault yemeğini dingin dingin yiyordu. Emmanuel patrona Marne’daki ünlü savaşını anlatmaya başladı:

“Bizim gibi zuhafları yerli asker yerine koydular…

-Canımı sıkıyorsun, dedi Mersault, bunun üzerine soğukkanlılıkla.

-Komutan: ‘Hücum!’ dedi. Biz de aşağı doğru aktık, ağaçlıklı bir küçük koyaktaydık. Saldırmamızı söylemişti, ama önümüzde kimse yoktu. İleriye yürüdük, yürüdük. Sonra birdenbire makineli tüfekler bizi taramaya başladı. Hepimiz birbirimizin üstüne düşüyorduk. Koyağın içinde o kadar ölü, o kadar yaralı vardı ve öylesine kan akmıştı ki, karşıya bir kayıkla geçilebilirdi. ‘Anneciğim!’ diye bağıranlar… Öyle korkunçtu ki…”

Mersault ayağa kalktı ve peçetesini buruşturdu. Patron, mutfak kapısının arkasına tebeşirle onun yemeğini işaretlemeye gitti. Onun hesap defteri buydu. Bir anlaşmazlık olduğunda kapıyı menteşelerinden söker, hesapları sırtında getirirdi. Patronun oğlu René bir köşede rafadan yumurta yiyordu. “Zavallı, dedi Emmanuel, göğsündeki illetten ölüp gidecek.” Doğruydu, Genellikle sessiz ve ağırbaşlıydı René. Çok zayıf değildi, ama bakışı solgundu. O sırada bir müşteri ona, “veremin zamanla ve önlemler alınırsa iyileşeceğini” açıklıyordu. O, onaylıyor ve iki lokma arasında ağırbaşlılıkla karşılıklar veriyordu. Mersault bir kahve içmek üzere onun yanına gelip dirseklerini tezgâha dayadı. Müşteri sürdürüyordu: “Jean Pérez’i tanır mıydın? Hani canım, gaz şirketindeki. öldü o. Akciğerlerinden biri rahatsızdı. Ama evine dönmek için hastaneden ayrılmayı kendi istedi. Evinde karısı vardı çünkü. Ve karısı onun için bir kısraktı. Hastalığı böyle yapmıştı adamı. Anlıyorsun ya, sürekli karısının üzerindeydi. Karısı istemiyordu. Ama adam korkunçtu. Her gün, her gün iki kez, üç kez… Elbette hasta bir adamı sonunda öldürür. René dişleri arasında bir ekmek parçası yemeyi bırakmış, gözlerini adama dikmişti. “Evet, dedi, sonunda hastalığın gelişi birden biredir, ama gidişi için zaman gerekir.” Mersault parmağıyla, buğu kaplı kahve süzme makinesinin üzerine adını yazdı. Gözlerini kırptı. Kendi kendinden, kendi çıkarından uzak, kendi yüreğine ve kendi gerçekliğine yabancı yaşamı; kahve ve katran kokuları içinde, her gün, bu soğukkanlı veremli ile şarkılarla dolup taşan Emmanuel arasında salınıp duruyordu. Başka koşullarda kendisini coşturacak şeyler konusunda odasına dönünceye kadar susuyordu, çünkü onları yaşıyordu; odasına döndüğündeyse tüm gücünü ve dikkatini içinde yanan yaşam ateşini söndürmeye harcıyordu.

"

Mutlu Ölüm kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Mutlu Ölüm