1942’de yayımlanan Yabancı, romanca, tiyatro yazarı ve düşünür olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yalnız Fransa’da değil tüm dünyada kuşağının sözcüsü ve yol göstericisi olarak kabul edilen Albert Camus’nün, ilk ve en çok ses getiren yapıtıdır. Romanda, bir Arap’ı öldüren ama bu suçtan çok, gerçek duygularını dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için dışlanan bir “yabancı” aracılığıyla, 20. yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşma anlatılır.

Bir türlü ele geçirilemeyen “anlam”ın sürekli aranışını, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşunu, topluma yabancı duran kahramanın çevresiyle ve toplumla arasındaki çatışmayı anlatan roman, büyüleyici gücünü arka plandaki derin ve suskun acıdan alır. Camus, genç kahramanı Meursault’nun dış dünya ile arasına koyduğu mesafeyi, kendine ve topluma yabancılışmasını, annesinin ölümü dahil her şeye nesnel bir biçimde yaklaşmasını büyük bir ustalıkla dile getiriyor.

Kitap Hakkında

Yabancı (Fransızca: L’Étranger), Albert Camus’nün edebiyat alanında en önemli yapıtıdır. 1942 yılında yayımlanmıştır.

Konu

Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Meursault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’nün yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (…) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’ Kitapta, Meursault’un topluma, kendine, ölümü bile kabul edebilecek kadar hayata, kısacası tüm varoluşa yabancılaşması yalın bir dille anlatılır.

Romanın Savunduğu Tez ve Ana Fikir

Kişi yaşadığı dünyaya ve eylemlerine yabancılaşmıştır. Bu ‘yabancı’laşmanın, Camus için Marksist bir yabancılaşma öğretisi ile bir ilişkisi olmadığını vurgulamak gerekiyor. Buradaki yabancılaşma Camus’nün ünlü ‘absürt’ (saçma) felsefi kategorisinden çıkar. Yine kahramanına söylettiği ‘herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (…) İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur’ sözleri, çağdaş nihilizmin “saçma” kavramı altında irdelenmesidir.

L’étranger

Bu saçma (absürt) kavramı o dönem varoluşçularının birinci derecede önemli bir tezi. Daha sonra Sartre, Marksizmle Varoluşçuluğu buluşturma çabasıyla, “saçma”yı daha anlamlı bir biçimde, eylemsel zorunluluğun altını çizmek adına kullanmaya çalıştı. Ama Camus’nün saçması daima metafizik öğeler taşıdı ve Nihilizmin yerine ahlakî bir eylemlilikten söz etti.

Özetle söylenmesi gerekirse, dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Bunu düşünmek çok yorucu, hayattan bezdiricidir. Yaşamın tekdüzeliği altında, makineleşmiş bir dünyada makineleşmiş insan, ölümü bile rahatlıkla kabul eder. Hayat yaşamaya değmez. Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir. Meursault’un yaşama sıkıntısına paralel bir sıkıntı okuyucuda da uyanır. Bütün kişilerin yaşamları ve eylemleri de boş ve anlamsız gelir okuyucuya.

Romancının kahramanı ile paylaştığı şey, bilhassa duyu organlarından aldığı zevktir. “Onun zihnini baştan başa işgal eden şey tabiat ile denizin oynaşmasıdır. İnsan oynaşmanın tadını Kuzey Afrika’da, plajlarda benzerlerinin yanık vücutları arasında çıkarır ve hiçbir şey yüzmenin cilvelerinden çıkan zevkin derecesinden daha iyisini vermez. Denize dalmak, tabiatla düğün dernek etmektir. Suya girme, soğuk ve donuk bir aldatıcılığın yükselişi duygusuna kapılmadır. Sonra kulakların uğultusu ile dalış, akan burun ve acık ağız-yüzme, suyun parlattığı kolların, güneşte yaldızlanması için denizden çıkışı ve bütün adalelerin bir bükülmesiyle düşüşü, vücudumun üzerinde suyun akışı, bacaklarımla bu su dalgacıklarını yakalayış…” ifadelerinde olduğu gibi.


Yabancı

ALBERT CAMUS ve YABANCI’SI

XX. yüzyıl Fransa’sının, dahası, dünyasının düşüne yaşamına damgasını vurmuş sayılı birkaç aydınından biridir Albert Camus. * Düşünce dünyasının, dünyamızın, Bertrand Russell, Einstein, Sartre gibi yüceleri yanında, romanları, tiyatro yapıtları, politika yazılarıyla, tutumu, davranışı, özel genel yaşamıyla, çıkarsız bir aydın örneğini vermiş bir insan olarak özel bir yeri var Albert Camus’nün, yüzyılımızda.

Albert Camus’nün dünya görüşü, yaşamın anlamsızlığından, saçmalığından kaynaklanan bir anlayış kavrayıştan yola çıkmaktadır. Değil mi ki yaşam, bir yerde ölümle -yani yoklukla- sonuçlanıyor, öyleyse nedir bu didinip durma, bu yedim içtim, aldım verdim, benim senin kavgasının anlamı?

Albert Camus için yaşam, insan yaşamı, bir saçma, bir anlamsız, bir akıl-dışı, bir mantık-dışı yaşamdır. Yani, başlangıçta bir karamsarlık, bir umutsuzluktur söz konusu olan. Ama umutsuzluktan yola çıkmak, sonuna dek umutsuz olmayı gerektirir mi? Hayır, diyor, Albert Camus.

Ölümle biten yaşam saçmadır, evet. Bunda kuşku yok. Ama, yaşam ölümle bitiyor diye, kapayacak mıyız gözümüzü, yüreğimizin kapılarını bu yaşanası dünyanın güzelliklerine, bunlar yanında insanların acılarına, çaresizliklerine? Mademki, yaşıyoruz, yaşadığımız sürece mutlu olmaya, sağımızda solumuzda mutluluk yaratmaya bakmalıyız. Mutluluk, bir yerde ve her yerde, hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir, diyor Albert Camus.

İşte, Albert Camus’nün dünya görüşü bu. Saçma dünyada insan niçin yaşar? Alışkanlık dolayısıyla mı, yoksa, yaşamayı seçtiği için mi? R.M. Alberes, bu konuya şöyle bir açıklama getiriyor: “…insan ne yaptığını bilerek, talihin bütün kötülüklerini karşısına alarak, boşuna hayallere kapılmayı teperek seçmeli. İnsanın, yaşamı tam anlamıyla seçmesi demek, yaşamın saçma, dünyanın haksız, Tanrının sağır olabileceğini düşünmüş olması demektir. İnsan her şeyi kaybetmeli ki, her şeyi alabilsin. Camus, yaşamın anlamı üzerinde Descartes’ın dünyanın varlığı üzerine yürüttüğü düşünce ile önce yaşamın hiçbir anlamı olmadığını kabul ediyor. İşte, o zaman seçiyor ve yaşamdan yana oluyor… Stoik (dayançlı) bir filozof… ama vahlanmayan ve böbürlenmeyen bir filozof.”

Camus, yaşamın saçmalığı karşısında, umutsuzluğu, eylemsizliği, eli kolu bağlılığı değil, umudu, insan acısını bir yerde dindirmek, bir yerde yüceltme doğrultusunda, yine de yaşamı seçmiştir. Ünlü romanı Veba’yı okursanız görürsünüz ki, orada, bir kenti sarmış olan o korkunç salgına karşı, birbirinden kopuk iki ayrı güç, savaşım vermektedir: Bir yanda, ölüm ötesinin cennetli cehennemli (daha çok, cennetli, hurili, gılmanlı) yaşamına bel bağlamış, dolayısıyla saçmalıktan uzak tanrısal düzene, yazgıya inanan din adamları, öte yanda, ‘umutsuzluk içinde dünyayı haksız görürken bile ona karşı insanın insana, insanın haksız yazgısına olan’ yakınlığını duyan, öte-dünya masallarına inanmayan hekimler var. Yani, bir yanda din, bir yanda bilim ve teknik, sonunda hekimler kazanıyor savaşımı ve kenti vebadan kurtarıyorlar.

İşte burada, Camus’nün yaşam felsefesi, dünya görüşü bütün açıklığı ile çıkıyor ortaya.

Yaşamın, ölümle sonuçlanan yaşamın saçmalığına karşın, umutsuz değil Camus’nün dünya görüşü. Bir yazısında bakın ne diyor Camus: “Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan?.. Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Ama, yaşamak ve örneğin, yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır.”

Camus, bir edebiyat adamı, bir sanatçı, umutsuzluğa savaş açmış bir insan olarak çıkıyor karşımıza. “Ben, kendi hesabıma insanlığın yüz karasıyla savaşmaktan geri kalmadım, katı yürekli insanlardan tiksindiğim kadar hiçbir şeyden tiksinmedim,” diyor ve şunları ekliyor: “Şu var ki, en koyu umutsuzluğumuz içinde, bu umutsuzluğu (bu inkarcılığı) aşmanın yollarını aradım. Bunu da iyiliğimden, herkesten daha üstün ruhlu olduğumdan yapmış değilim. Ama ben doğuştan içimde taşıdığım bir sezgi ışığına bağlıyım. Bu sezgi ile insanlar binlerce yıldır yaşamı en büyük acılar içinde bile sevmesini bilmişlerdir.” İslâm dininin kurucusu Muhammed: “Ölmeyecekmiş gibi çalış, ölecekmiş gibi dua et,” demiş. Yirminci yüzyılın (hiç kuşkunuz olmasın) peygamberlerinden biri olan Camus şöyle demek istiyor: Ölmeyecekmiş gibi çalış, öleceğini bile bile yine de çalış.

İşte, Camus’nün bizlere peygamberce mesajı bu.

Camus, ilk kez adını ve sanını Yabana adlı romanıyla duyurdu dünyaya. Yıl 1942. Fransa, Hitler ordularının toplu tüfekli, tanklı, çizmeli mahmuzlu, hoyrat işgali altındadır. Çevresine ve de kendine yabancı düşmüş bir insancığın, sıradan, akıl-dışı, mantık-dışı bir dünyada, aklın hiçbir yardımı olmaksızın gün gün, dakika dakika yaşayışını dile getirmektedir Yabana romanı.

Bir saçma serüvendir Meursault’nun gözlerimiz önüne serilen serüveni. Sevip sevmemek, evlenip evlenmemek, Tanrıya inanıp inanmamak, bir hiç yüzünden adam öldürüp elini kana bulamak gibi sorunları kendine dert edinmeyen, saçmalıkları içinde saçma bir yaşam düzeyine kendini kaptırmış bir insancığın romanıdır Yabana.

Sartre’ın deyimiyle, saçmalık “İnsanın dünya ile ilişkilerinden başka bir şey değildir.” Meursault, bu saçmalığı yaşamaktadır, anasının ölümüne, Marie’nin sevgisine, hatta hatta kendi ölümüne duygusuz kalabilmenin saçmalığına sırtını dayayarak.

Yabana ‘da saçma duygusu ile saçma kavramı arasındaki ayrılık çıkıyor karşımıza. Meursault, saçma kavramından habersiz, saçma duygusu içinde yaşayan bir yaratıktır, örneklerini görebileceğimiz yüz binlere insan arasında.

Yine, Sartre’ın yerinde bir tanısına dayanarak diyebiliriz ki, Yabana romanı, saçma üzerine ve saçmaya karşı yazılmış, klasik değerde bir romandır.

VEDAT GÜNYOL

BİRİNCİ BÖLÜM

Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar Yurdundan bir telgraf aldım: “Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar.” Bundan bir şey anlatılmıyor. Belki de dündü.

İhtiyar Yurdu Marengo’dadır, Cezayir’den seksen kilometre uzakta. Saat ikide otobüse biner, öğleden sonra oraya varırım. Bütün gece başında bekler, yarın akşama da dönerim. Patrondan iki günlük izin istedim, ortada böyle bir mazeret varken hayır diyemezdi. Ama pek de hoşnut görünmüyordu. Hatta ona, “Bunda benim bir suçum yok,” dedim. Karşılık vermedi. O zaman, böyle söylememeliydim, diye düşündüm. Hem özür dilemek için neden de yoktu. Asıl onun bana başsağlığı dilemesi gerekirdi. Öbür gün beni yas elbisesiyle görünce, diler elbette. Şimdilik sanki anam pek ölmemiş gibi. Ama gömüldükten sonra, tam tersine, mesele kapanmış olur ve her şey daha resmî bir kılığa girer.

Saat ikide otobüse bindim. Hava çok sıcaktı. Yemeği her zamanki gibi Celeste’in lokantasında yedim. Benim adıma hepsi çok üzülüyorlardı. Celeste bana, “İnsanın bir tek anası olur,” dedi. Gideceğim zaman, beni kapıya kadar geçirdiler. Emmanuel’in odasına çıkıp siyah boyunbağıyla, siyah kol şeridini almam gerektiği için biraz telaşlıydım. Birkaç ay önce, onun da amcası ölmüştü.

Otobüsü kaçırmamak için koştum. Bu aceleden, koşuştan, üstelik bunlara eklenen sarsıntıdan, benzin kokusundan, yoldaki ve gökteki ışıkla ısı yansımasından, herhalde, bütün bunlardan olacak, sızmış kalmışım. Hemen bütün yol boyunca uyumuşum. Gözlerimi açtığımda, kendimi bir askerin üstüne abanmış buldum. Bana bakıp gülümsedi ve “Uzaktan mı geliyorsun?” diye sordu. Kısa kesmek için, “Evet,” dedim.

İhtiyarlar Yurdu köyden iki kilometre uzaktadır. Yolu yayan yürüdüm. Anamı hemen görmek istedim. Kapıcı önce müdürü görmem gerektiğini söyledi. Müdür meşgul olduğu için, biraz bekledim. Bu ara hep kapıcı konuştu, sonra müdürü gördüm, beni bürosunda kabul etti. Ufak tefek bir ihtiyardı, göğsünde Lejyon Donör nişanı vardı. Pırıl pırıl gözlerini bana dikti. Sonra elimi sıktı, uzun süre bırakmadı. Öyle ki nasıl çekeceğimi bilemiyordum. Bir dosya karıştırdı, sonra bana, “Madam Meursault buraya üç yıl önce girdi. Sizden başka bakacak kimsesi yoktu,” dedi. Beni suçlu buluyor sandım, durumu anlatmaya başladım. Ama sözümü kesti, “Kendinizi haklı çıkarmanıza gerek yok yavrum. Annenizin dosyasını okudum. Gereksinimlerini karşılayamıyormuşsunuz. Ona göz kulak olacak biri gerekliydi. Sizin ücretinizse azmış. Hem aslını ararsanız, o burada daha mutluydu,” dedi. Ben de, “Evet müdür bey,” diye karşılık verdim. “Hem burada kendi yaşıtları, arkadaşları vardı. Onlarla bir başka zamana ait mutlulukları paylaşabiliyordu. Siz gençsiniz. Yanınızda canı sıkılırdı herhalde,” diye kekeledi.

Doğruydu. Anam evdeyken, vaktini beni sessiz sessiz seyretmekle geçirirdi. Yurda girdiği ilk günlerde sık sık ağlarmış. Ama sırf alışkanlık yüzünden. Birkaç ay sonra yurttan alınsaydı, yine ağlayacaktı. Yine alışkanlık yüzünden tabii. Son yıl yurda hemen hiç gitmedimse, biraz da bu yüzden gitmedim. Hem sonra, bu bütün bir pazarımı alıyordu. Otobüse kadar gitmek, bilet almak ve iki saatlik yollara düşmek zahmeti de caba.

Müdür daha başka şeyler de söyledi. Ama, artık onu hemen hemen dinlemiyordum. Sonra: “Herhalde annenizi görmek istersiniz, sanırım?” dedi. Hiçbir şey demeden ayağa kalktım. Önümden kapıya doğru yürüdü. Merdivenlerde, “Ötekilerin yürekleri kalkmasın diye, kendisini bizim küçük morga taşıttık. Yurttakilerden biri öldü mü, ötekilerin birkaç gün siniri bozuluyor. Bu da işimizi güçleştiriyor,” dedi. Bir avludan geçtik. Birçok ihtiyar ufak ufak kümeler halinde toplanmış, çene çalıyorlardı. Biz geçerken sustular. Arkamızdan konuşmalar yine başladı. Sanki, boğuk bir papağan gürültüsüydü bu. Müdür, küçük bir kapının önünde, “Sizi bırakıyorum Bay Meursault. Büromda emrinize amadeyim. Cenaze usulen, sabahın onunda kalkacak. Böylece, geceyi merhumenin başında geçirebilirsiniz diye düşündük. Son bir söz daha: Anneniz sanırım, dinsel törenle gömülmek istediğini arkadaşlarına sık sık söylermiş. Gereken şeyleri yapmayı üzerime aldım. Yalnız, haberiniz olsun istiyordum,” dedi. Kendisine teşekkür ettim. Anacığım, dinsiz olmamakla birlikte, sağlığında hiç de dini aklına getirmiş değildi.

İçeri girdim. Burası beyaz badanalı, üstü camla örtülü, çok ışıklı bir salondu, içinde eşya olarak yalnız iskemleler ve X biçiminde sehpalar vardı. Ortada iki tanesinin üstünde kapağı kapalı bir tabut duruyordu. Ceviz rengine boyanmış tahtaların üstünde yalnız yarı çakılmış parlak vidalar göze çarpıyordu. Tabutun yanında beyaz kaputlu Arap bir hastabakıcı duruyordu. Başında parlak renkli bir başörtü vardı.

Bu sırada kapıcı arka taraftan içeriye girdi. Koşmuş olmalıydı. Biraz kekeledi: “Tabutu kapamışlar, ama ananızı görmek isterseniz açayım,” dedi. Tabuta yaklaşırken durdurdum. “İstemiyor musunuz?” dedi. “Hayır,” diye karşılık verdim. Lafı uzatmadı. Sıkıldım, çünkü bunu söylememeliydim, diye düşündüm. Az sonra bana baktı, sanki öğrenmek istiyormuş gibi, başıma kakmadan: “Niçin?” diye sordu. “Bilmiyorum,” diye karşılık verdim. O zaman beyaz bıyığını bükerek, yüzüme bakmadan: “Anlıyorum,” dedi. Açık mavi güzel gözleri ve hafif kırmızı bir teni vardı. Bana bir iskemle verdi, kendisi de biraz arkamda oturdu. Tabutun yanındaki hastabakıcı kalktı, kapıya doğru yürüdü. O sırada kapıcı: “Frengisi var,” dedi. Pek kavrayamadım, hastabakıcı kadına baktım; gözlerinin altından doğru başına dolanmış bir sargı vardı. Sargı burnunun hizasına doğru düzdü. Yüzünde sargının beyazlığından başka bir şey görünmüyordu.

O gidince kapıcı: “Sizi yalnız bırakayım,” dedi. Ne türlü davrandığımı bilmiyorum, ama gitmedi, arkamda ayakta durdu. Onun orada, arkamda oluşundan sıkılıyordum. O da güzel bir ikindi ışığıyla doluydu, iki eşekarısı camların üstünde vızıldıyordu. Beni uyku bastırıyordu. Yüzümü çevirmeden, kapıcıya, “Çoktan beri mi buradasınız?” dedim. Ne zamandır bu soruyu bekliyormuş gibi, hemen, “Beş yıldan beri,” diye karşılık verdi.

Sonra bir sürü gevezelik etti. Hayatının Marengo Yurdunda kapıcı olarak sona ereceğini söyleselermiş, şaşarmış. Altmış dört yaşındaymış ve Parisliymiş. Bu sırada sözünü kestim, “Ya, demek buralı değilsiniz?” diye sordum. Sonra, beni müdürün yanma götürmeden önce, anamdan söz ettiğini hatırladım. Onu çabucak gömmek gerektiğini, çünkü ovada, hele bu memlekette havanın çok sıcak olduğunu söylemişti. Paris’te yaşadığını, orayı kolay kolay unutamadığını o zaman anlatmıştı. Paris’te ölünün başında üç, bazen dört gün beklerlermiş. Buradaysa vakit yokmuş ve ha demeden cenaze arabasının arkasına düşmek düşüncesine bir türlü alışamıyormuş insan. O zaman karısı, “Sus! Bunlar baya anlatılacak şeyler değil!” demişti. Ben araya girmiş: “Yok canım, yok,” demiştim. Anlattıklarını doğru ve ilgi çekici buluyordum.

Küçük morgda, yurda pek yoksul olarak girdiğini anlattı. Kendini sapasağlam hissettiği için, kapıcılığa istekli olmuş. “Artık, siz de yurttakilerden biri sayılırsınız,” dedim. “Hayır,” diye karşılık verdi. Yurttakilerden söz ederken, ‘onlar’ ‘ötekiler’, arada bir de ‘ihtiyarlar’ deyişi tuhafıma gitmişti. Oysa, onların bazıları kendinden daha yaşlı değildi. Ama, ne de olsa aynı şey sayılmazdı. Kendisi kapıcıydı ve bir bakıma, onlar üstünde birtakım haklara sahipti.

O sırada hastabakıcı içeriye girdi. Akşam birden bastınvermiş, gece camların üstünde koyulaşıvermişti. Kapıcı elektrik düğmesini çevirdi, ışık ortalığa birden saçılınca, gözlerim kamaştı. Kapıcı beni akşam yemeğine yemekhaneye buyur etti. Ama acıkmamıştım. “Eh, öyleyse size bir tas sütlü kahve getireyim,” dedi. Sütlü kahveyi çok sevdiğim için kabul ettim. Biraz sonra bir tepsi ile çıkageldi. Sütlü kahveyi içtim. Bu kez canım sigara içmek istedi. Ama duraksamadım. Çünkü anamın önünde içilip içilemeyeceğini bilmiyordum. Düşündüm taşındım, bu bana hiç de önemli gelmedi. Bir sigara verdim kapıcıya, karşılıklı içtik.

Biraz sonra kapıcı, “Biliyor musunuz, annenizin arkadaşları da gelip başında bekleyecekler. Adettir. Gidip birkaç iskemleyle kahve getireyim,” dedi. “Lambalardan biri sönebilir mi?” diye sordum. Beyaz duvarlara vuran ışığın parıltısı gözlerimi yoruyordu. Kapıcı, olamayacağını söyledi. Ya hep yanarmış, ya da hiç; tesisat böyle yapılmış. Artık ona pek dikkat etmedim. Dışarı çıktı, içeri girdi, iskemleleri sıraladı. Birinin üstüne kahve cezvesini koydu, çevresine de üst üste fincanları dizdi. Sonra, anamın öbür yanına geçti, karşıma oturdu. Hastabakıcı kadın da ta dipteydi, sırtı bize dönüktü. Ne yaptığını göremiyordum. Ama, kollarının hareketinden yün ördüğünü tahmin edebiliyordum. Hava ılıktı. Kahve içimi ısıtmıştı. Açık kapıdan içeriye gece ve çiçek kokulan giriyordu. Sanırım biraz uyuklamışım.

Bir şeyin bedenimi sıyırıp geçmesiyle uyandım. Gözlerim kapalı kaldığından odanın beyazlığı bana daha da parlak geldi. Önümde hiçbir gölge yoktu; her şey, her köşe ve bütün eğri çizgiler göz kamaştıran bir açıklıkla beliriyordu. Tam o sırada anamın arkadaşları içeri girdiler. Topu topu on kişi kadar vardılar. Bu göz kamaştıran ışık içinde içeriye süzülüyorlardı. Onları gayet iyi görüyordum; yüzlerinin ve giysilerinin hiçbir ayrıntısı gözümden kaçmıyordu. Bununla birlikte seslerini duymuyor ve gerçekten var olduklanna pek inanamıyordum. Hemen bütün kadınlar önlüklü idiler. Bellerine sıkı sıkıya sardıkları kuşaklar yuvarlak göbeklerini daha da ortaya çıkarıyordu. Yaşlı kadınların böylesine göbek saldıklarını bugüne dek hiç fark etmemiştim. Erkeklerin hemen hepsi sıskaydı. Ellerinde birer baston vardı. Yüzlerinde beni şaşırtan şey şuydu: Gözlerini fark edemiyor, yalnız buruşuklar ortasında fersiz bir ışıltı seziyordum. Oturdukları vakit çoğu bana bakıp sıkılarak başlarına salladılar. Dudakları, dişsiz ağızlarının içine kaçmıştı. Beni selamlıyorlar mıydı, yoksa bu baş hareketi bir tik miydi, anlayamadım. Bana kalırsa, selam veriyorlardı. Tam o sırada farkına vardım: hepsi karşımda, kapıcının yamacına çepeçevre oturmuştu, sanki uyuklar gibi başlan önlerine düşü düşüveriyordu. Bir an gülünç bir duygu kapladı içimi: sanki, buraya beni yargılamak için gelmişlerdi.

Az sonra, kadınlardan biri ağlamaya başladı, ikinci sırada oturuyordu, arkadaşlarından birinin arkasına düştüğü için pek göremiyordum. Kesik, düzenli bağrışmalarla durmadan ağlıyordu. Sanki hiç durmayacakmış gibi geliyordu bana. Ötekiler onu duymuyor gibiydiler. Hepsi bitkin, üzgün ve sessizdiler. Gözlerini ya tabuta, ya bastonlarına, ya da herhangi bir şeye dikip bir daha oradan ayırmıyorlardı. Kadın durmadan ağlıyordu. Onu tanımadığım için çok şaşırmıştım. Artık sesini kessin istiyordum. Ama söylemeyi göze alamıyordum. Kapıcı, kadına doğru eğilip birşeyler söyledi. Ama o başını salladı, birşeyler mırıldandı ve aynı eda ile ağlamasını sürdürdü. O zaman kapıcı yanıma geldi, yamacıma oturdu. Epeyi sonra yüzüme bakmadan, “Anneniz hanımla çok sıkı fıkıydı. O benim burada biricik dostumdu, şimdi ise kimsesiz kaldım, diyor,” dedi.

Uzun zaman böylece kaldık. Kadının iç çekişleri, hıçkırıkları seyrekleşti. Bir hayli burnunu çekti, sonra sustu. Uykum kaçmıştı, yorgundum ve belim ağrıyordu. Şimdi de bütün bu insanların sessizliği beni üzüyordu. Yalnız zaman zaman kulağıma tuhaf bir ses geliyor, ama ne olduğunu kestiremiyordum. Sonunda keşfedebildim: ihtiyarlardan birkaçı avurtlarını emiyor, bir tuhaf şapırtı çıkarıyorlardı. Hepsi kendi düşüncelerine öylesine dalmışlardı ki bunun farkında olmuyorlardı bile. Hatta bana öyle geliyordu ki, ortalarında yatan bu ölü bile onlarca hiçbir şey ifade etmiyordu. Ama, şimdi öyle sanıyorum ki, bu yanlış bir duyguydu.

"

Yabancı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?