Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, inanılmaz bir hızda seyreden, durmadan kendini çoğaltarak gelişen bir roman. Mekân ve zaman sınırı tanımayan, bir ucu 19. yüzyılda, bir ucu günümüzde, yazınsal bir Türkiye panoraması. Şaşırtıcı bir öykünün bittiğinin sanıldığı yerde, okuru olmadık bir öyküyle yeniden afallatan bir “insan manzaraları” kitabı.

Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek adlı kült kitabın yazarı Ayfer Tunç, bu kez, Karadeniz’in küçük bir kentinde denize sırtını dönmüş bir akıl hastanesinden yola çıkarak, akıllara durgunluk veren kişilerin yaşam zincirlerinden müthiş eğlenceli bir roman örüyor. Yalan Yanlış, yaklaşık yüz yıllık bir kesitte, siyasal ve toplumsal dönüm noktalarının insanların yaşamlarında bıraktığı izleri sürüyor.

Yalan Yanlış’ı soluk soluğa okurken, Türkiye’nin bütün hallerini yaşayacak, belki de insanlığın ortak hikâyesiyle yüz yüze geleceksiniz.

Sayfa Sayısı: 492
Baskı Yılı: 2016
Dili: Türkçe
Yayınevi: Can Yayınları


Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

Karadeniz şehirlerinden birinde, denize sırtını dönmüş biçimde inşa edildiği için görenlerin içinde anlamsız bir küslük duygusu yaratan bir Ruh Sağlığı Hastanesi’nin en üst katındaki konferans salonunda, konuk konuşmacı Ülkü Birinci 14 Şubat Sevgililer Günü nedeniyle, Aşk: Özveri mi? Benliği Korumak mı? başlıklı bir konferans veriyordu.

Nietzsche’den aparttığı bir cümleyi konu başlığı olarak seçen Ülkü Bey psikoloji doçentiydi, İstanbul’da uyduruk bir özel üniversitede görevliydi. Çoğunluğu mankafa olan öğrencilerine ders anlatırken kullandığı yüksek tansiyonlu üslubuyla konuşuyordu kürsüde. Avuçlarını dayadığı kürsü adi formikayla kaplıydı, bir ayağı da kısa olduğu için, sallandıkça konsantrasyonu bozuluyordu adamın. Gece hiç uyumadığı ve çok gergin bir sabah geçirdiği için sinirliydi. Şu siktiğimin kürsüsü yüzünden konuşmama fokuslanamıyorum! diye küfrediyordu içinden.

Fokuslanmak sözcüğünü yeni yeni kullanmaya başlamıştı. Eskiden odaklanmak derdi. ABD’de yürüttüğü psikoterapi çalışmalarını İngilizce yazdığı beş para etmez bir kitapla taçlandırıp yurda dönen Profesör Altay Çamur’un ikide bir fokuslanmak dediğini fark edince, hemen benimsedi bu sözcüğü; o da yerli yersiz fokuslanmak demeye başladı.

Severdi böyle yeni sözcükler kapmayı, zengin bir dağarcığı vardı. Ama herkes yalan yanlış kullanıyor diye dağarcığından sözcük ya da deyim sildiği de olurdu. Bir akşamüstü, üç kuruş maaşıyla yurtdışı tatillerine nasıl gidebildiğine akıl sır erdiremediği Fakülte Sekreteri Şenay Hanım’ın, Çok keyif alıyorum şu bisküvilerden, dediğini duyunca, tiksindi bu keyif almak deyiminden, kimin ağzından duysa batmaya başladı.

Ucuz kolejlerden yarım yamalak İngilizce’yle mezun olmuş öğrencilerle içli dışlı olmayı çok seven Şenay Hanım’ın konuşması baştan başa yanlıştı aslında. Ne kadar dil yanlışı varsa yapıyordu kadın. İşin kötüsü, bunun havalı bir konuşma tarzı olduğunu sanıyordu. Mesela, kendisiyle dalgasına flört eden kolejli piçlerin etkisiyle, İngilizce feel sözcüğünü Türkçe’ye birebir uyarlamıştı. Bayılıyordu onlar gibi Nasıl hissettin? diye sormaya. Ülkü Bey bir gün kantinci kızla konuşmasına kulak misafiri oldu. Kadının dekandan bahsederken, Bana kötü hissettirdi! dediğini duyunca, Şuna bir çaksam! dedi içinden.

Çakmadı elbette, o kadar değil, ama gene de büyük bir yanlış yaptı. Özel üniversite kantininin şımarık öğrencilerine sonsuz bir çeşitlilik sunan kantinde, Ne yesem.. ne yesem.. diye düşünen kadına, gayet üstü kapalı bir biçimde, saçları jöleli erkek öğrencilerin fakülteyle ilgili bürokratik işlerini kolayca halletmek için kendisiyle flört eder gibi yaptıklarını, bunun bir çıkar ilişkisi olduğunu söyledi. Cinsel içerikli ihsasları yanlış anlamakta Şenay Hanım’ın üstüne yoktu, yakışıklı doçentin kendisine asıldığını sandı.

Tamamen gereksiz bir konuşmaydı. Ülkü Bey odasına dönüp neden böyle saçma sapan şeyler söyleme gereği duyduğunu düşündüğünde, kadının dekandan azar işitmiş olmasına rağmen çevreye saçtığı mutluluğun sinirine dokunduğunu tespit etti.

Bu gereksiz konuşmanın Ülkü Bey’in kariyeri değil ama, aşk hayatı açısından olumsuz sonuçları oldu. Kimin kiminle yatmasının uygun olacağı konusunda sınırları sürekli genişleten bu özel üniversite camiasında, genellikle düzgün fizikli ve mümkünse seçkin kadınlarla ilişki kurduğu bilinen Ülkü Bey’in imajı zamansız bir yara aldı.

Tam da bölüme yeni gelen ve yakışıklı son sınıf öğrencileri arasında, adı kısa sürede Verecen Selcen’e çıkan genç araştırma görevlisi Selcen Akbaş’ı yemeğe çıkaracaktı. İstanbul’un en moda restoranında yer ayırtmış; kıza facebook’ta şampanya, çiçek filan göndermiş; yatacaklarına garanti gözüyle baktığı için, temizlikçi kadından sadece bu tür özel gecelerde kullanmaya kıyabildiği, o çok pahalı çarşaflarını sermesini istemişti.

Hangisiyle yatsam kariyerime daha yararlı olur? diye düşünen araştırma görevlisi güzel kız, seçkin bir doçent sandığı Ülkü Bey’in önüne gelenle yatan bir kart zampara olduğuna hükmetti; adamın günlerdir beklediği buluşmayı sudan bir sebeple iptal etti. Tek gecelik partnerlerini seçerken pek de ince eleyip sık dokumadığı halde, Şenay Hanım’ın Ülkü Birinci konulu şen kahkahasına tanık olunca, kendini bu obez kadınla aynı seviyeye düşüren adamdan bir anda soğumuştu. Fakültedeki iktidarı açısından daha kuvvetli olmakla birlikte, Ülkü Bey kadar çekici olmayan, hatta hiç çekici olmayan Altay Çamur’la yatmayı tercih etti.

Ülkesine görünmeyen bir taçla döndüğünden emin olan Altay Çamur, bu tacın kendisine meslektaşlarına tepeden bakma hakkı verdiğini düşünüyordu. Amerika’dan döndüğünden beri, akademik açıdan değersiz bulduğu kişilerin selamlarını almaz olmuştu. Ama hak ettiği halde profesörlük mertebesine bir türlü erişemeyen Ülkü Bey’in değerinden pek emin olamamıştı, ona selam vermekle vermemek arasında kararsız kalıyordu. Sonunda duruma göre, sanki Ülkü Bey’e değil de arkasındakine ya da arkasındakine değil de ona selam veriyormuş gibi yapmak türünden, bayağı beceri isteyen bir çözüm buldu. Ülkü Bey her defasında Altay Bey’in selamına karşılık veriyor, ama sonra bu kendini beğenmiş profesörün kendisine değil, arkasındakine selam vermiş olduğu duygusuna kapılıp rahatsız oluyordu.

Yurtdışı yazışmalarında ve mail adresinde soyadını Chamur biçiminde yazan Altay Bey biricik kitabının anadiline çevrilmesiyle meşguldü. Her öğle yemeğinde ya dekanla ya rektör yardımcısıyla bir araya gelmeyi başarıyor, onlara uzun uzun ülkemizin çevirmen ve redaktör sıkıntılarından söz ediyordu.

Ülkü Bey ise fokuslanmak sözcüğünü ABD’de taçlanmış bu chamur profesörden kaptığını bir fark eden olur da alay ederler korkusuyla –ki pek de gereksiz bir korku değildi, öğrencilerin adama Fokus Altay diye isim takıp alay ettiklerini kendi kulaklarıyla duymuştu– bu sözcüğü dilinin ucuna gelse bile kendi ortamında kullanmıyor, ama seyahatlerinde acısını çıkarıyordu.

Ülkü Birinci çok gezen bir adamdı, ama hep yurtiçinde. Yurtdışına çıktığı çok nadirdi. En son iki yıl önce Arnavutluk’a, Tiran Üniversitesi’nde bir sempozyuma davet edilince sevinçten uçmuştu. Gitmesine üç gün kala, acilen hemoroit ameliyatı olması gerekti, gidemedi. Şenay Hanım ise Dubai’den Mexico City’ye, Saint Petersburg’dan Venedik’e kadar gitmedik yer bırakmadı. Ülkü Bey şaşıyordu buna. Güzel bir kadın olsa anlayacak, Bir götüreni var herhalde, diye düşünecekti. Kadını yüzüne bakılır cinsten bulmuyordu. Yarım pansiyon kalınan otellerin açık büfe sabah kahvaltılarından araklayıp gün boyunca yemek için peçetelere sardığı salamlı tereyağlı sandviçleri geniş bel çantasına doldursun, tombul dizlerini örtmeyen XXL şortlar giysin, hasır şapkalar takıp mütemadiyen fotoğraf çeksin diye Şenay Hanım’a tüketici kredisi vermiş bankaların haciz işlemlerini başlatmasının an meselesi olduğunu öğrense rahatlardı, ama bilmiyordu.

Aklı tıklım tıklım dolu bir adamdı Ülkü Bey. Gerçi zihinsel birikiminin çoğunluğunun çerçöp olduğunun farkındaydı. Sığ düşüncelerini çok kıymetli bulacak kadar aptal biri değildi. Ama epeydir bundan rahatsızlık duymaz olmuştu. Çalıştığı pinti üniversiteden aldığı maaşla geçinemediği için, ücret karşılığı yaptığı rutin konuşmalarda, bayatın bayatı görüşlerinin yepyeni şeylermiş gibi coşkulu bir karşılık bulmasına başlarda o da çok şaşıyordu, sonra sonra alıştı.

Sadece alıştı ama. Bayat düşünceleri coşkulu bir karşılık buluyor diye kendine hayran olmuş değildi. Neydi, ne oldu, nereye varmak istiyordu, nerede kaldı, her şeyin farkındaydı. Yine de bu coşkulu karşılıklar ona aklına estiği gibi düşünme, herhangi bir mantık silsilesi takip etmeyen düşüncelerini konuşmalarında pervasızca ortaya koyma cesareti kazandırdı.

Artık hiç kimse, dinlediği konuşmalarda mantık silsilesi aramadığı, bulacak olsa da takip etmeye üşendiği için, renkli anlatımlarla, küçük anekdotlarla, internetten indirilmiş basit resimlerle süslediği konuşmaları geniş ilgi görüyor, böylece Ülkü Bey de şehir şehir gezip ücret karşılığı konferans vermeye devam edebiliyordu. Bu konferansları vermek zorundaydı. Aksi takdirde daha nikâh masasına oturduğu anda evlendiğine pişman olduğu, ama Aman çocuk oldu.. aman boşanmanın zamanı değil.. aman kariyerim zarar görmesin.. diye diye on beş yıl birlikte yaşadığı, boşanırken ciğerini söken karısına ve annesinin avukatı kesilen kızına nafakalarını her ay çatır çatır ödeyemezdi.

Kürsü yine zangırdadı. Ülkü Bey’in mavi uçlu, stabilo kalemi tıngır tıngır yuvarlanıp yere düştü. Kendini tutmasa bir tekme savuracaktı uyduruk kürsüye. Giderek daha çabuk sinirlenen bir adam olmuştu. Ama epeydir dolu dolu öfkelenmiyor, kendine zarar verecek sınıra geldiğinde durmayı biliyordu.

En son üç yıl önce, artık yakın gözlüğü kullanmaktan kaçamayacağını öğrendiği gün çok öfkelenmişti. O sinirle kırmızı ışıkta duramadı, öndeki taksiye çarptı. Suç kendisinde olduğu halde, çarptığı taksinin şoförüne saldırdı, adamın gözünü morartınca karakolluk oldular. Öfkenin bedeli! diye düşündü; komiser, gırtlak gırtlağa geldiği, öğle yemeğinde soğanlı fasulye piyazı yemiş şoförle kendisini zorla öpüştürüp barıştırırken.

Aslında yaşlanıyor olmaktan duyduğu aczi örtmek için öfkelenmişti, yoksa gözlüklere düşman olduğundan değil. Kapıldığı yaşlanma korkusunun nedeni, Yarın başlayacağım, yakında yapacağım, daha zaman var, bugün, yarın.. diye diye ertelediği şeylerin hiçbirini yapamamış, hayallerinin birçoğu için zamanın geçmiş olduğunu, sanki zihninde bir şimşek çakmış gibi birdenbire ve kesinlikle anladığı halde, inkâr etmiş olmasıydı.

Yeni çıkan, antioksidan içerikli bir vitaminin prospektüsünü gözünden ne kadar uzaklaştırsa da okuyamayıp astigmatının maalesef ilerlediğine kendini inandırarak doktora gittiği ve böylece zihninde o şimşeğin çaktığı gün yaşlanmıştı asıl, ama bunu kabul etmek istemiyordu.

Muayenehanesinin duvarlarına, Hacettepe Tıp’tan mezun olduğunu gösteren nal gibi diplomasının, uzmanlık belgesinin ve West Virginia University’s School of Medicine’den aldığı çeşit çeşit sertifikaların büyütülmüş renkli fotokopilerini asmış olan Oftalmolog Berkay Özberk’e Yakın gözlüğü kullanmanızın zamanı gelmiş de geçiyor bile, dediği için çok kızmıştı. Genç doktor bu cümleyi astigmat şikâyetiyle gelen hastasına müstehzi bir ifadeyle kurmamış olsa, Zamanı gelmiş de geçiyor bile, demek yerine, nazikçe Çok şart değil ama.. yine de bir yakın gözlüğü kullanmayı düşünmez misiniz? dese sorun etmeyecekti. Ama ifadesi cilalı bu genç doktorun yaşlanıyor olduğunu alaycı bir tavırla anıştırmasına bozulmuştu.

Göz Doktoru Berkay Özberk’in hastalarını gıcık etmek gibi bir âdeti yoktu. Ama kırları şakaklarındaki üç-beş telden ibaret olan gür saçlarını aslan yelesi gibi dalgalandıran Ülkü Bey, dudağının ucunda müstehzi bir gülüşle dazlaklık modasından bahsedince, doktorun birden tepesi atmıştı. Gerçi Ülkü Bey’in de kötü bir niyeti yoktu, duvardaki bir poster dikkatini çekmiş, sık sık yaptığı gibi yersiz bir söz etmişti sadece. Bütün gerginlik de böyle başladı.

Devasa boyutlarda büyütülerek poster haline getirilmiş fotoğrafta, yeni açılan bu şık ve pahalı hastanenin oftalmoloji servisinin, tesadüfen tümü erkek olan ve kılık kıyafetleri, duruşları, bakışları birbirine benzeyen doktorları omuz omuza sıralanmışlar, sağlam dişlerini ışıldatan gülümsemelerle poz vermişlerdi. Hepsi birbirinden yakışıklıydı, zımba gibiydiler, her birinin yüzünden buram buram özgüven okunuyordu. Ama yine bir tesadüf sonucu, hepsinin kafaları kazınmıştı. Kimisi saçları erken kırlaştığı, kimisi de tepesi açıldığı için çözümü kafayı kazıtmakta bulan bu genç doktorların dazlak kafalarının sıralanmasıyla oluşan poster rahatsız edici bir otorite, bir üstsınıfsallık sezdiriyordu.

Bir süredir kendini yetersiz, aciz hisseden, yaşlanıyor olduğunu inkâr eden Ülkü Bey’in postere bakıp özgüvenden çatlayacak hale gelmiş bu genç doktorların kellik kompleksleri olduğunu aklından geçirerek güleceği tuttu, aynı anda elini gür saçlarının arasından geçirdi. Berkay Özberk de bu müstehzi gülüşü ve aklından geçeni belli eden hareketi anında gördü.

Ülkü Bey genç doktorun soran bakışlarına cevap verme gereği duymasa gerginlik büyümeyecekti. Ama haftanın en az üç sabahını spor salonunda geçirdiği kalın boyun kaslarından belli olan yakışıklı adama ezilmek istemedi. Dazlaklık modası yaygınlaştığından beri kim kel, kim değil anlaşılmıyor, dedi, müstehzi gülüşünü gizleme gereği duymadan. Ailesinin bütün erkekleri kellikten mustarip olan genç doktor bu hamleyi karşılıksız bırakmadı, müstehzilikte hiç de aşağı kalmayarak Ülkü Bey’e gençliğinin çoktan geçtiğini hissettirdi.

Çok gergin bir muayene oldu. Tıp fakültesini kazanamamış, hadi ondan geçti, en uyduruk üniversitede, üç aylık sıradan bir seminer programına bile razı olduğu halde, bütün girişimlerine rağmen Amerika kıtasına ayak basamamış olan Ülkü Bey genç, sportmen ve boy boy sertifikalı doktora; doktor da onun aslan yelesi saçlarına ve hak edilmemiş kibrine sinir oldular.

İlaç firmalarının talebiyle verdiği konferanslarına öyle uzun uzadıya hazırlanmıyordu artık. Sanki çok anlamlı ve bilgi dolu şeyler söylüyormuş izlenimi verecek, ilaç firmasını memnun edecek kadar bir şeyler anlatmak yeterli geliyordu. Oysa eskiden gerçekten anlamlı bir şeyler söyleyebilmek için günlerce çalışırdı, hayallerinin taze olduğu zamanlarda. Ama uzunca bir süredir boş vermişti, sadece parasına bakıyordu. Bir taşra şehrinde eli yüzü düzgün bir konuşma yapmasının hiç de şart olmadığını düşünüyordu. Dinleyicinin ilgisini canlı tutmak yetiyordu ona, zaten daha fazlasını talep eden de yoktu. Bu nedenle makalelerine kadın bacakları, uçları görünmeyen iri göğüsler gibi taşra için cesur sayılabilecek, ama muhafazakârları da galeyana getirmeyecek resimler yerleştiriyordu.

Şimdi de, ne zaman elindeki ışıklı çubukla perdeye yansıttığı resimdeki kadın göğsünü işaret etse, şehrin öbür ucundaki tıp fakültesinden hocalarının zoruyla gelmiş tıp öğrencileri ve uyumak için konferans salonunu keşfetmiş, muayene sırası bekleyen nöropsikiyatri hastaları gözlerini açıyorlardı. Ülkü Bey dinleyicinin kaybolan ilgisini diriltmenin yolunun cinsellikten geçtiğini biliyordu ve bu bilgiyi yerli yerinde kullanıyordu.

Bu Karadeniz şehrinin uzun bir tarihe sahip Ruh Sağlığı Hastanesi’nin konferans salonunda bulunan bir bacağı kısa kürsü, sahnenin sağ tarafına, hafif yan duracak biçimde yerleştirilmişti. Böylece hem dinleyicileri, hem de arkadaki duvarı boydan boya kaplayan, salonun bakım ve temizliğinden sorumlu hademe Kulaksız Ziya’nın her konferans günü açıp toplamaktan nefret ettiği beyaz perdeyi rahatlıkla görebiliyordu.

Perde Ülkü Birinci için çok önemliydi. Çünkü comic sans karakteriyle ve iyice basite indirgemek amacıyla maddeler halinde yazdığı, zaten basit makalesini ve konuyla doğrudan ilgisi olmayan resimleri power point aracılığıyla bu perdeye yansıtıyordu. Makalelerinin madde başlarına en klişe işaretleri koymak da âdetiydi. Gizemli chat odalarında yazıştığı, bol bol erotik cümleler sarf etmekten müthiş zevk aldığı, manidar nick name’ler kullanan, cinsiyetlerinden asla emin olamadığı kişilere göz kırpması, öpücük türünden basit smile’ler göndermeye de bayılıyordu. Chat dilini tümüyle kapmış durumdaydı. Birçok tuhaf internet grubuna üyeydi. Elbette sahte bir fotoğraf gönderdiği, alabildiğine erotik nick name’li bu chat arkadaşları, Reelde de buluşalım, diye ısrar ediyorlardı.

Karısından boşandığından beri, bu buluşma tekliflerinin hiç değilse bir-ikisine evet demek aklından geçmiyor değildi. Gerçi, Selcen Akbaş’ı kıl payıyla kaçırmış olsa da, yakın çevresinde bulunan, çağları geçmek üzere olan yorgun kadınların ilgisi üstünden hiç eksilmiyordu. Gizemli internet dünyasının ne idüğü belirsiz cinsel karakterlerine ihtiyacı yoktu. Ama yine de çevresindeki kadınların ilgisi, içine ne zaman girdiğini bilemediği fantezi şeytanını yatıştıramaz olmuştu. Ekran başına geçtiğinde içinde uyanan şeytan onu sürekli kışkırtsa da, gerçekliğe adım atmaya çekiniyor, geceleri saatlerce ve sınırsızca, kendi tahayyül gücüne hayret ederek sohbet ettiği bu kişilerin sanal âlemde kalmasını tercih ediyordu.

Ülkü Bey için, pek de yaratıcı olmayan, ama kendini dolaysızca ortaya koymasını sağlayan zebb sözcüğünü nick name olarak seçtiği sanal âlem, ruhsal bir yalnızlığın pençesinde kıvrandığı gecelerde (yani sık sık) girdiği ve kendi varlığından fersah fersah uzaklaşıp bastırılmış arzularının derinliklerinde kaybolduğu, orada yeni bir Ülkü bulduğu gizemli ülkeydi. Bazen gün içinde, hem de çok ciddi kişilerle bir arada olduğu sıralarda bu gece âlemlerini hatırlıyor, chat odalarında seviyesiz erotik sohbetler yapmış olmaktan duyduğu utancın yüzüne yansıdığını sanıyor, eli ayağı titriyordu. Bu sabah da benzer bir şey yaşamış, sırtından aşağı ter akmış, gömleği sırılsıklam olmuştu.

Korkuyordu çünkü. Gönderdikleri resimlerin kendilerine ait olmadığından emin olduğu, kim olabileceklerini tahmin bile edemediği bu profesyonel chat’çi arkadaşlarının Reel dedikleri gerçek dünyada, onlarla yüz yüze gelecek olursa bastırdığı arzularını çıktıkları yere tıkıştıramamaktan; bir daha gerçek varlığına, ciddi, akademisyen, güvenilir kişi kimliğine dönememekten deli gibi korkuyordu.

Sallanan kürsüden başka, eski tozlu bir hoparlör ile denize bakan tek bir penceresi olmayan bu hastanenin dura dura kararmış flamasının, yerel sponsor firmaların bez afişlerinin ve yıkanmaktan yıpranmış Türk bayrağının bulunduğu sahne, salonun büyüklüğüne oranla çok fazla dar olan kapıdan girince tam karşıdaydı. Yer yer çürümüş zemin tahtaları, budaklı parke desenli adi bir muşambayla kaplıydı. Çürük tahtaların kırılan uçları muşambayı delmeye başlamıştı artık, zemin pütür pütür olmuştu.

Hademe Kulaksız Ziya, zemin tahtalarını değiştirmenin pahalı olacağı anlaşılınca, Başhekim Demir Demir’in talimatıyla döşenen bu muşambaları silmekten nefret ediyordu. Hep konferansa beş dakika kala silmesi gerektiğini hatırladığı muşambalardaki deterjanlı su bir türlü kurumuyor, başhekimin ve konuk konuşmacıların düşme tehlikesi geçirdiği oluyordu. Hatta şehrin yerel televizyonları her etkinliği kayda almaya başladığından beri, bu konferanslara hamilik etmek konusunda yarışan Büyükşehir Belediye Başkanı Tacettin Başusta ile Vali Muavini Hikmet Keleşoğlu’nun kayıp düşme tehlikesi geçirdiği, birkaç kişinin de düştüğü oldu.

Bir keresinde konuk konuşmacı başhekimin yatakhane arkadaşı Erdem Bakırcıoğlu’ydu. Galatasaray Lisesi’nde okudukları yıllarda, aynı yatakhanede, ranzada altlı üstlü yatarlar, geceleri okuldan kaçıp Beyoğlu’nun altını üstüne getirirlermiş. Başhekim Demir Demir ne zaman o yıllardan söz edecek olsa, Beyoğlu’na şapkasız çıkılmazdı, klişesini kullanmadan edemiyordu. İstanbul’ un yüzlerce kilometre uzağındaki bu şehirde, başhekimin gençlik anılarını dinlemiş herkes, o yıllarda Beyoğlu’na şapkasız çıkılmadığını, ikisi de birbirinden meşhur Löbon ve Markiz pastanelerinde Karadeniz şehirlerinden birinde, denize sırtını dönmüş biçimde inşa edildiği için görenlerin içinde anlamsız bir küslük duygusu yaratan bir Ruh Sağlığı Hastanesi’nin en üst katındaki konferans salonunda, konuk konuşmacı Ülkü Birinci 14 Şubat Sevgililer Günü nedeniyle, Aşk: Özveri mi? Benliği Korumak mı? başlıklı bir konferans veriyordu.

Nietzsche’den aparttığı bir cümleyi konu başlığı olarak seçen Ülkü Bey psikoloji doçentiydi, İstanbul’da uyduruk bir özel üniversitede görevliydi. Çoğunluğu mankafa olan öğrencilerine ders anlatırken kullandığı yüksek tansiyonlu üslubuyla konuşuyordu kürsüde. Avuçlarını dayadığı kürsü adi formikayla kaplıydı, bir ayağı da kısa olduğu için, sallandıkça konsantrasyonu bozuluyordu adamın. Gece hiç uyumadığı ve çok gergin bir sabah geçirdiği için sinirliydi. Şu siktiğimin kürsüsü yüzünden konuşmama fokuslanamıyorum! diye küfrediyordu içinden.

Fokuslanmak sözcüğünü yeni yeni kullanmaya başlamıştı. Eskiden odaklanmak derdi. ABD’de yürüttüğü psikoterapi çalışmalarını İngilizce yazdığı beş para etmez bir kitapla taçlandırıp yurda dönen Profesör Altay Çamur’un ikide bir fokuslanmak dediğini fark edince, hemen benimsedi bu sözcüğü; o da yerli yersiz fokuslanmak demeye başladı.

Severdi böyle yeni sözcükler kapmayı, zengin bir dağarcığı vardı. Ama herkes yalan yanlış kullanıyor diye dağarcığından sözcük ya da deyim sildiği de olurdu. Bir akşamüstü, üç kuruş maaşıyla yurtdışı tatillerine nasıl gidebildiğine akıl sır erdiremediği Fakülte Sekreteri Şenay Hanım’ın, Çok keyif alıyorum şu bisküvilerden, dediğini duyunca, tiksindi bu keyif almak deyiminden, kimin ağzından duysa batmaya başladı.

Ucuz kolejlerden yarım yamalak İngilizce’yle mezun olmuş öğrencilerle içli dışlı olmayı çok seven Şenay Hanım’ın konuşması baştan başa yanlıştı aslında. Ne kadar dil yanlışı varsa yapıyordu kadın. İşin kötüsü, bunun havalı bir konuşma tarzı olduğunu sanıyordu. Mesela, kendisiyle dalgasına flört eden kolejli piçlerin etkisiyle, İngilizce feel sözcüğünü Türkçe’ye birebir uyarlamıştı. Bayılıyordu onlar gibi Nasıl hissettin? diye sormaya. Ülkü Bey bir gün kantinci kızla konuşmasına kulak misafiri oldu. Kadının dekandan bahsederken, Bana kötü hissettirdi! dediğini duyunca, Şuna bir çaksam! dedi içinden.

Çakmadı elbette, o kadar değil, ama gene de büyük bir yanlış yaptı. Özel üniversite kantininin şımarık öğrencilerine sonsuz bir çeşitlilik sunan kantinde, Ne yesem.. ne yesem.. diye düşünen kadına, gayet üstü kapalı bir biçimde, saçları jöleli erkek öğrencilerin fakülteyle ilgili bürokratik işlerini kolayca halletmek için kendisiyle flört eder gibi yaptıklarını, bunun bir çıkar ilişkisi olduğunu söyledi. Cinsel içerikli ihsasları yanlış anlamakta Şenay Hanım’ın üstüne yoktu, yakışıklı doçentin kendisine asıldığını sandı.

Tamamen gereksiz bir konuşmaydı. Ülkü Bey odasına dönüp neden böyle saçma sapan şeyler söyleme gereği duyduğunu düşündüğünde, kadının dekandan azar işitmiş olmasına rağmen çevreye saçtığı mutluluğun sinirine dokunduğunu tespit etti.

Bu gereksiz konuşmanın Ülkü Bey’in kariyeri değil ama, aşk hayatı açısından olumsuz sonuçları oldu. Kimin kiminle yatmasının uygun olacağı konusunda sınırları sürekli genişleten bu özel üniversite camiasında, genellikle düzgün fizikli ve mümkünse seçkin kadınlarla ilişki kurduğu bilinen Ülkü Bey’in imajı zamansız bir yara aldı.

Tam da bölüme yeni gelen ve yakışıklı son sınıf öğrencileri arasında, adı kısa sürede Verecen Selcen’e çıkan genç araştırma görevlisi Selcen Akbaş’ı yemeğe çıkaracaktı. İstanbul’un en moda restoranında yer ayırtmış; kıza facebook’ta şampanya, çiçek filan göndermiş; yatacaklarına garanti gözüyle baktığı için, temizlikçi kadından sadece bu tür özel gecelerde kullanmaya kıyabildiği, o çok pahalı çarşaflarını sermesini istemişti.

Hangisiyle yatsam kariyerime daha yararlı olur? diye düşünen araştırma görevlisi güzel kız, seçkin bir doçent sandığı Ülkü Bey’in önüne gelenle yatan bir kart zampara olduğuna hükmetti; adamın günlerdir beklediği buluşmayı sudan bir sebeple iptal etti. Tek gecelik partnerlerini seçerken pek de ince eleyip sık dokumadığı halde, Şenay Hanım’ın Ülkü Birinci konulu şen kahkahasına tanık olunca, kendini bu obez kadınla aynı seviyeye düşüren adamdan bir anda soğumuştu. Fakültedeki iktidarı açısından daha kuvvetli olmakla birlikte, Ülkü Bey kadar çekici olmayan, hatta hiç çekici olmayan Altay Çamur’la yatmayı tercih etti.

Ülkesine görünmeyen bir taçla döndüğünden emin olan Altay Çamur, bu tacın kendisine meslektaşlarına tepeden bakma hakkı verdiğini düşünüyordu. Amerika’dan döndüğünden beri, akademik açıdan değersiz bulduğu kişilerin selamlarını almaz olmuştu. Ama hak ettiği halde profesörlük mertebesine bir türlü erişemeyen Ülkü Bey’in değerinden pek emin olamamıştı, ona selam vermekle vermemek arasında kararsız kalıyordu. Sonunda duruma göre, sanki Ülkü Bey’e değil de arkasındakine ya da arkasındakine değil de ona selam veriyormuş gibi yapmak türünden, bayağı beceri isteyen bir çözüm buldu. Ülkü Bey her defasında Altay Bey’in selamına karşılık veriyor, ama sonra bu kendini beğenmiş profesörün kendisine değil, arkasındakine selam vermiş olduğu duygusuna kapılıp rahatsız oluyordu.

Yurtdışı yazışmalarında ve mail adresinde soyadını Chamur biçiminde yazan Altay Bey biricik kitabının anadiline çevrilmesiyle meşguldü. Her öğle yemeğinde ya dekanla ya rektör yardımcısıyla bir araya gelmeyi başarıyor, onlara uzun uzun ülkemizin çevirmen ve redaktör sıkıntılarından söz ediyordu.

Ülkü Bey ise fokuslanmak sözcüğünü ABD’de taçlanmış bu chamur profesörden kaptığını bir fark eden olur da alay ederler korkusuyla –ki pek de gereksiz bir korku değildi, öğrencilerin adama Fokus Altay diye isim takıp alay ettiklerini kendi kulaklarıyla duymuştu– bu sözcüğü dilinin ucuna gelse bile kendi ortamında kullanmıyor, ama seyahatlerinde acısını çıkarıyordu.

Ülkü Birinci çok gezen bir adamdı, ama hep yurtiçinde. Yurtdışına çıktığı çok nadirdi. En son iki yıl önce Arnavutluk’a, Tiran Üniversitesi’nde bir sempozyuma davet edilince sevinçten uçmuştu. Gitmesine üç gün kala, acilen hemoroit ameliyatı olması gerekti, gidemedi. Şenay Hanım ise Dubai’den Mexico City’ye, Saint Petersburg’dan Venedik’e kadar gitmedik yer bırakmadı. Ülkü Bey şaşıyordu buna. Güzel bir kadın olsa anlayacak, Bir götüreni var herhalde, diye düşünecekti. Kadını yüzüne bakılır cinsten bulmuyordu. Yarım pansiyon kalınan otellerin açık büfe sabah kahvaltılarından araklayıp gün boyunca yemek için peçetelere sardığı salamlı tereyağlı sandviçleri geniş bel çantasına doldursun, tombul dizlerini örtmeyen XXL şortlar giysin, hasır şapkalar takıp mütemadiyen fotoğraf çeksin diye Şenay Hanım’a tüketici kredisi vermiş bankaların haciz işlemlerini başlatmasının an meselesi olduğunu öğrense rahatlardı, ama bilmiyordu.

Aklı tıklım tıklım dolu bir adamdı Ülkü Bey. Gerçi zihinsel birikiminin çoğunluğunun çerçöp olduğunun farkındaydı. Sığ düşüncelerini çok kıymetli bulacak kadar aptal biri değildi. Ama epeydir bundan rahatsızlık duymaz olmuştu. Çalıştığı pinti üniversiteden aldığı maaşla geçinemediği için, ücret karşılığı yaptığı rutin konuşmalarda, bayatın bayatı görüşlerinin yepyeni şeylermiş gibi coşkulu bir karşılık bulmasına başlarda o da çok şaşıyordu, sonra sonra alıştı.

Sadece alıştı ama. Bayat düşünceleri coşkulu bir karşılık buluyor diye kendine hayran olmuş değildi. Neydi, ne oldu, nereye varmak istiyordu, nerede kaldı, her şeyin farkındaydı. Yine de bu coşkulu karşılıklar ona aklına estiği gibi düşünme, herhangi bir mantık silsilesi takip etmeyen düşüncelerini konuşmalarında pervasızca ortaya koyma cesareti kazandırdı.

Artık hiç kimse, dinlediği konuşmalarda mantık silsilesi aramadığı, bulacak olsa da takip etmeye üşendiği için, renkli anlatımlarla, küçük anekdotlarla, internetten indirilmiş basit resimlerle süslediği konuşmaları geniş ilgi görüyor, böylece Ülkü Bey de şehir şehir gezip ücret karşılığı konferans vermeye devam edebiliyordu. Bu konferansları vermek zorundaydı. Aksi takdirde daha nikâh masasına oturduğu anda evlendiğine pişman olduğu, ama Aman çocuk oldu.. aman boşanmanın zamanı değil.. aman kariyerim zarar görmesin.. diye diye on beş yıl birlikte yaşadığı, boşanırken ciğerini söken karısına ve annesinin avukatı kesilen kızına nafakalarını her ay çatır çatır ödeyemezdi.

Kürsü yine zangırdadı. Ülkü Bey’in mavi uçlu, stabilo kalemi tıngır tıngır yuvarlanıp yere düştü. Kendini tutmasa bir tekme savuracaktı uyduruk kürsüye. Giderek daha çabuk sinirlenen bir adam olmuştu. Ama epeydir dolu dolu öfkelenmiyor, kendine zarar verecek sınıra geldiğinde durmayı biliyordu.

En son üç yıl önce, artık yakın gözlüğü kullanmaktan kaçamayacağını öğrendiği gün çok öfkelenmişti. O sinirle kırmızı ışıkta duramadı, öndeki taksiye çarptı. Suç kendisinde olduğu halde, çarptığı taksinin şoförüne saldırdı, adamın gözünü morartınca karakolluk oldular. Öfkenin bedeli! diye düşündü; komiser, gırtlak gırtlağa geldiği, öğle yemeğinde soğanlı fasulye piyazı yemiş şoförle kendisini zorla öpüştürüp barıştırırken.

Aslında yaşlanıyor olmaktan duyduğu aczi örtmek için öfkelenmişti, yoksa gözlüklere düşman olduğundan değil. Kapıldığı yaşlanma korkusunun nedeni, Yarın başlayacağım, yakında yapacağım, daha zaman var, bugün, yarın.. diye diye ertelediği şeylerin hiçbirini yapamamış, hayallerinin birçoğu için zamanın geçmiş olduğunu, sanki zihninde bir şimşek çakmış gibi birdenbire ve kesinlikle anladığı halde, inkâr etmiş olmasıydı.

Yeni çıkan, antioksidan içerikli bir vitaminin prospektüsünü gözünden ne kadar uzaklaştırsa da okuyamayıp astigmatının maalesef ilerlediğine kendini inandırarak doktora gittiği ve böylece zihninde o şimşeğin çaktığı gün yaşlanmıştı asıl, ama bunu kabul etmek istemiyordu.

Muayenehanesinin duvarlarına, Hacettepe Tıp’tan mezun olduğunu gösteren nal gibi diplomasının, uzmanlık belgesinin ve West Virginia University’s School of Medicine’den aldığı çeşit çeşit sertifikaların büyütülmüş renkli fotokopilerini asmış olan Oftalmolog Berkay Özberk’e Yakın gözlüğü kullanmanızın zamanı gelmiş de geçiyor bile, dediği için çok kızmıştı. Genç doktor bu cümleyi astigmat şikâyetiyle gelen hastasına müstehzi bir ifadeyle kurmamış olsa, Zamanı gelmiş de geçiyor bile, demek yerine, nazikçe Çok şart değil ama.. yine de bir yakın gözlüğü kullanmayı düşünmez misiniz? dese sorun etmeyecekti. Ama ifadesi cilalı bu genç doktorun yaşlanıyor olduğunu alaycı bir tavırla anıştırmasına bozulmuştu.

Göz Doktoru Berkay Özberk’in hastalarını gıcık etmek gibi bir âdeti yoktu. Ama kırları şakaklarındaki üç-beş telden ibaret olan gür saçlarını aslan yelesi gibi dalgalandıran Ülkü Bey, dudağının ucunda müstehzi bir gülüşle dazlaklık modasından bahsedince, doktorun birden tepesi atmıştı. Gerçi Ülkü Bey’in de kötü bir niyeti yoktu, duvardaki bir poster dikkatini çekmiş, sık sık yaptığı gibi yersiz bir söz etmişti sadece. Bütün gerginlik de böyle başladı.

Devasa boyutlarda büyütülerek poster haline getirilmiş fotoğrafta, yeni açılan bu şık ve pahalı hastanenin oftalmoloji servisinin, tesadüfen tümü erkek olan ve kılık kıyafetleri, duruşları, bakışları birbirine benzeyen doktorları omuz omuza sıralanmışlar, sağlam dişlerini ışıldatan gülümsemelerle poz vermişlerdi. Hepsi birbirinden yakışıklıydı, zımba gibiydiler, her birinin yüzünden buram buram özgüven okunuyordu. Ama yine bir tesadüf sonucu, hepsinin kafaları kazınmıştı. Kimisi saçları erken kırlaştığı, kimisi de tepesi açıldığı için çözümü kafayı kazıtmakta bulan bu genç doktorların dazlak kafalarının sıralanmasıyla oluşan poster rahatsız edici bir otorite, bir üstsınıfsallık sezdiriyordu.

Bir süredir kendini yetersiz, aciz hisseden, yaşlanıyor olduğunu inkâr eden Ülkü Bey’in postere bakıp özgüvenden çatlayacak hale gelmiş bu genç doktorların kellik kompleksleri olduğunu aklından geçirerek güleceği tuttu, aynı anda elini gür saçlarının arasından geçirdi. Berkay Özberk de bu müstehzi gülüşü ve aklından geçeni belli eden hareketi anında gördü.

Ülkü Bey genç doktorun soran bakışlarına cevap verme gereği duymasa gerginlik büyümeyecekti. Ama haftanın en az üç sabahını spor salonunda geçirdiği kalın boyun kaslarından belli olan yakışıklı adama ezilmek istemedi. Dazlaklık modası yaygınlaştığından beri kim kel, kim değil anlaşılmıyor, dedi, müstehzi gülüşünü gizleme gereği duymadan. Ailesinin bütün erkekleri kellikten mustarip olan genç doktor bu hamleyi karşılıksız bırakmadı, müstehzilikte hiç de aşağı kalmayarak Ülkü Bey’e gençliğinin çoktan geçtiğini hissettirdi.

Çok gergin bir muayene oldu. Tıp fakültesini kazanamamış, hadi ondan geçti, en uyduruk üniversitede, üç aylık sıradan bir seminer programına bile razı olduğu halde, bütün girişimlerine rağmen Amerika kıtasına ayak basamamış olan Ülkü Bey genç, sportmen ve boy boy sertifikalı doktora; doktor da onun aslan yelesi saçlarına ve hak edilmemiş kibrine sinir oldular.

İlaç firmalarının talebiyle verdiği konferanslarına öyle uzun uzadıya hazırlanmıyordu artık. Sanki çok anlamlı ve bilgi dolu şeyler söylüyormuş izlenimi verecek, ilaç firmasını memnun edecek kadar bir şeyler anlatmak yeterli geliyordu. Oysa eskiden gerçekten anlamlı bir şeyler söyleyebilmek için günlerce çalışırdı, hayallerinin taze olduğu zamanlarda. Ama uzunca bir süredir boş vermişti, sadece parasına bakıyordu. Bir taşra şehrinde eli yüzü düzgün bir konuşma yapmasının hiç de şart olmadığını düşünüyordu. Dinleyicinin ilgisini canlı tutmak yetiyordu ona, zaten daha fazlasını talep eden de yoktu. Bu nedenle makalelerine kadın bacakları, uçları görünmeyen iri göğüsler gibi taşra için cesur sayılabilecek, ama muhafazakârları da galeyana getirmeyecek resimler yerleştiriyordu.

Şimdi de, ne zaman elindeki ışıklı çubukla perdeye yansıttığı resimdeki kadın göğsünü işaret etse, şehrin öbür ucundaki tıp fakültesinden hocalarının zoruyla gelmiş tıp öğrencileri ve uyumak için konferans salonunu keşfetmiş, muayene sırası bekleyen nöropsikiyatri hastaları gözlerini açıyorlardı. Ülkü Bey dinleyicinin kaybolan ilgisini diriltmenin yolunun cinsellikten geçtiğini biliyordu ve bu bilgiyi yerli yerinde kullanıyordu.

Bu Karadeniz şehrinin uzun bir tarihe sahip Ruh Sağlığı Hastanesi’nin konferans salonunda bulunan bir bacağı kısa kürsü, sahnenin sağ tarafına, hafif yan duracak biçimde yerleştirilmişti. Böylece hem dinleyicileri, hem de arkadaki duvarı boydan boya kaplayan, salonun bakım ve temizliğinden sorumlu hademe Kulaksız Ziya’nın her konferans günü açıp toplamaktan nefret ettiği beyaz perdeyi rahatlıkla görebiliyordu.

Perde Ülkü Birinci için çok önemliydi. Çünkü comic sans karakteriyle ve iyice basite indirgemek amacıyla maddeler halinde yazdığı, zaten basit makalesini ve konuyla doğrudan ilgisi olmayan resimleri power point aracılığıyla bu perdeye yansıtıyordu. Makalelerinin madde başlarına en klişe işaretleri koymak da âdetiydi. Gizemli chat odalarında yazıştığı, bol bol erotik cümleler sarf etmekten müthiş zevk aldığı, manidar nick name’ler kullanan, cinsiyetlerinden asla emin olamadığı kişilere göz kırpması, öpücük türünden basit smile’ler göndermeye de bayılıyordu. Chat dilini tümüyle kapmış durumdaydı. Birçok tuhaf internet grubuna üyeydi. Elbette sahte bir fotoğraf gönderdiği, alabildiğine erotik nick name’li bu chat arkadaşları, Reelde de buluşalım, diye ısrar ediyorlardı.

Karısından boşandığından beri, bu buluşma tekliflerinin hiç değilse bir-ikisine evet demek aklından geçmiyor değildi. Gerçi, Selcen Akbaş’ı kıl payıyla kaçırmış olsa da, yakın çevresinde bulunan, çağları geçmek üzere olan yorgun kadınların ilgisi üstünden hiç eksilmiyordu. Gizemli internet dünyasının ne idüğü belirsiz cinsel karakterlerine ihtiyacı yoktu. Ama yine de çevresindeki kadınların ilgisi, içine ne zaman girdiğini bilemediği fantezi şeytanını yatıştıramaz olmuştu. Ekran başına geçtiğinde içinde uyanan şeytan onu sürekli kışkırtsa da, gerçekliğe adım atmaya çekiniyor, geceleri saatlerce ve sınırsızca, kendi tahayyül gücüne hayret ederek sohbet ettiği bu kişilerin sanal âlemde kalmasını tercih ediyordu.

Ülkü Bey için, pek de yaratıcı olmayan, ama kendini dolaysızca ortaya koymasını sağlayan zebb sözcüğünü nick name olarak seçtiği sanal âlem, ruhsal bir yalnızlığın pençesinde kıvrandığı gecelerde (yani sık sık) girdiği ve kendi varlığından fersah fersah uzaklaşıp bastırılmış arzularının derinliklerinde kaybolduğu, orada yeni bir Ülkü bulduğu gizemli ülkeydi. Bazen gün içinde, hem de çok ciddi kişilerle bir arada olduğu sıralarda bu gece âlemlerini hatırlıyor, chat odalarında seviyesiz erotik sohbetler yapmış olmaktan duyduğu utancın yüzüne yansıdığını sanıyor, eli ayağı titriyordu. Bu sabah da benzer bir şey yaşamış, sırtından aşağı ter akmış, gömleği sırılsıklam olmuştu.

Korkuyordu çünkü. Gönderdikleri resimlerin kendilerine ait olmadığından emin olduğu, kim olabileceklerini tahmin bile edemediği bu profesyonel chat’çi arkadaşlarının Reel dedikleri gerçek dünyada, onlarla yüz yüze gelecek olursa bastırdığı arzularını çıktıkları yere tıkıştıramamaktan; bir daha gerçek varlığına, ciddi, akademisyen, güvenilir kişi kimliğine dönememekten deli gibi korkuyordu.

Sallanan kürsüden başka, eski tozlu bir hoparlör ile denize bakan tek bir penceresi olmayan bu hastanenin dura dura kararmış flamasının, yerel sponsor firmaların bez afişlerinin ve yıkanmaktan yıpranmış Türk bayrağının bulunduğu sahne, salonun büyüklüğüne oranla çok fazla dar olan kapıdan girince tam karşıdaydı. Yer yer çürümüş zemin tahtaları, budaklı parke desenli adi bir muşambayla kaplıydı. Çürük tahtaların kırılan uçları muşambayı delmeye başlamıştı artık, zemin pütür pütür olmuştu.

Hademe Kulaksız Ziya, zemin tahtalarını değiştirmenin pahalı olacağı anlaşılınca, Başhekim Demir Demir’in talimatıyla döşenen bu muşambaları silmekten nefret ediyordu. Hep konferansa beş dakika kala silmesi gerektiğini hatırladığı muşambalardaki deterjanlı su bir türlü kurumuyor, başhekimin ve konuk konuşmacıların düşme tehlikesi geçirdiği oluyordu. Hatta şehrin yerel televizyonları her etkinliği kayda almaya başladığından beri, bu konferanslara hamilik etmek konusunda yarışan Büyükşehir Belediye Başkanı Tacettin Başusta ile Vali Muavini Hikmet Keleşoğlu’nun kayıp düşme tehlikesi geçirdiği, birkaç kişinin de düştüğü oldu.

Bir keresinde konuk konuşmacı başhekimin yatakhane arkadaşı Erdem Bakırcıoğlu’ydu. Galatasaray Lisesi’nde okudukları yıllarda, aynı yatakhanede, ranzada altlı üstlü yatarlar, geceleri okuldan kaçıp Beyoğlu’nun altını üstüne getirirlermiş. Başhekim Demir Demir ne zaman o yıllardan söz edecek olsa, Beyoğlu’na şapkasız çıkılmazdı, klişesini kullanmadan edemiyordu. İstanbul’ un yüzlerce kilometre uzağındaki bu şehirde, başhekimin gençlik anılarını dinlemiş herkes, o yıllarda Beyoğlu’na şapkasız çıkılmadığını, ikisi de birbirinden meşhur Löbon ve Markiz pastanelerinde dönemin kültür sanat hayatına yön vermiş önemli kişilerin sanat sohbetleri yaptıklarını, hatta bir keresinde başhekimin Markiz Pastanesi’nde üstat Yahya Kemal’in elini sıkma şerefine eriştiğini, aynı gün Sait Faik’i Elhamra Sineması’ndan çıkarken gördüğünü, bir başka gün cadde boyunca yürürken adım adım takip ettiği Ayhan Işık’ın hakikaten çok janti bir adam olduğunu biliyordu artık, ama bu bilgiler kimse için bir şey ifade etmiyordu.

Zaten doğru da değildi, uydurmuştu başhekim. Gerçi Ayhan Işık’ı şöyle bir uzaktan gördüğü doğruydu. Ama Galatasaray’da talebe olduğu yıllarda, Sait Faik veya Yahya Kemal’in edebiyat tarihindeki yeri hakkında bir şey bildiği yoktu. Her ikisinin de yakın zamanlara kadar yaşadığını zanneden başhekim, Sait Faik’le Yahya Kemal’in Beyoğlu’nda boy gösterdikleri yıllarda, Anteke dediği Antakya’da ilkokulu okuyordu.

Başhekimin yatakhane arkadaşı Erdem Bey uzun yıllar TCDD Genel Müdürlüğü yapmış, emekli bir bürokrattı. Tren Yolculuklarının Ruh Sağlığına Faydaları gibi saçma sapan bir konu hakkında konuşmak için, bizzat başhekim tarafından davet edilmişti. Başhekim Demir Bey tren yolculuklarının ruh sağlığına faydalı olabileceğini aklından bile geçirmiş değildi, ama arkadaşına bu konuyu öneren bizzat kendisi oldu. Çünkü sık sık arayıp soran, ne zaman İstanbul’a yolu düşse mükemmel bir ev sahipliği yapan, her yılbaşında kart atmayı ihmal etmeyen bu vefalı yatakhane arkadaşına, Ne günlerdi azizim, Beyoğlu’na şapkasız çıkılmazdı! cümlesiyle eski günleri yâd etsinler diye, masrafları hastanenin döner sermayesinden karşılanmak üzere jest yapmak istemişti. Bir konferans konusu bulması gerekince, aklına bir demiryolcunun Ruh Sağlığı Hastanesi’nde anlatabileceği başka bir konu gelmedi.

Başhekim Demir Demir hastanenin döner sermayesine tenezzül etmeyip yatakhane arkadaşını ve değerli eşini doğrudan evine de davet edebilirdi elbette, ama karısı Sevim Demir evde yatılı misafir istemiyordu. Daha hemşirelik yüksekokulunda talebeyken Demir Bey’le evlenip mesleğini başlamadan bırakan Sevim Hanım, obsesif kompülsif kişilik bozukluğundan mustaripti. Evde yabancıların dokunduğu her yeri, Ankaralı olduğu için Ozonlu su dediği çamaşır suyuyla silmeden rahat edemiyor, bu nedenle yalnızca yatılı misafir değil, gündüzlü misafir de istemiyordu. Ama gerek başhekimin mevkii, gerek Sevim Hanım’ın geniş eş dost çevresi nedeniyle sık sık misafir ağırlamak zorunda kalıyorlardı. O zaman şehrin geleneklerine, örf ve âdetlere tümüyle aykırı olduğunu bile bile, ağır misafirlerini sahildeki beş yıldızlı Elmas Otel’in medarı iftiharı Sultan Restaurant’ ta, hafifleri sahil boyunca uzanan Atatürk Bulvarı’nın en şık mekânı olan, üstüne gülsuyu ve hindistancevizi serpilerek servis edilen sumuhallebisiyle meşhur Üçkardeşler Pastanesi’nde ağırlıyorlardı.

Sevim Hanım’ın durumu vahimdi, temizlik saplantısı giderek ilerlemişti. Başhekim her akşam evine geldiğinde, daha antrede üstünü başını çıkarıyor, çamaşırlarıyla kalıp doğru banyoya gidiyordu. Buna öyle alışmıştı ki, karısının evde olmadığı zamanlarda bile, bu alışkanlık ona engel oluyor; üstü başıyla değil yatak odasına girmek, soyunmadan içeriye bir adım bile atamıyordu. Durumun ciddiyetinin ne yazık ki o da farkında değildi. Her ne kadar dışarıdayken temizlikle ilgili bir sorun yaşamasa da, evine adım attığı anda, tıpkı karısı gibi davranıyordu. Ama bunu bir sorun olarak görmediği için, karısına tedavi falan önerdiği yoktu.

Birkaç yıl önce, ülkenin az sayıdaki ruh sağlığı hastanelerinden birinin en üst düzey yöneticisi olarak, eşiyle birlikte, İstanbul’da düzenlenen bir psikiyatri kongresine katıldı. Üç günlük kongre süresi içinde, İstanbul kazan oldu, Sevim Hanım kepçe. Elinden kolonyalı mendil düşmeyen kadının gitmediği ne Kapalıçarşı kaldı ne Ulus Pazarı. Sevim Hanım dokunduğu her nesneden sonra ellerini yıkamak için dayanılmaz bir arzu duymuş olsa da, alışveriş tutkusu benliğini ele geçirmişti, eve döndüğünde her birini parmak ucuyla tutarak makineye atıp yıkadığı bir yığın giysi, hevesini aldıktan sonra sağa sola dağıttığı ayakkabı, çanta, kemer, incik boncuk vesaire satın aldı. Başhekim Demir Bey ise oturumlarda uyukladı, aralarda eski dostlarla sohbet etti, böyle böyle oyalandı. Kongrenin, Sevim Hanım’ın Pangaltı İnci Pasajı’ndaki bir dükkândan Louis Vuitton taklidi çanta almaya gitmeyi tercih ettiği üçüncü gününü yatakhane arkadaşı Erdem Bey’e ayırdı.

Erdem Bey, başhekimi Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nin kapısından aldı, eşi sağlık sorunları nedeniyle onlara katılamadığı için özür diledi, yürüye yürüye Hilton Oteli’nin şık restoranlarından birine gittiler. Kendisini her zaman olduğu gibi çok iyi ağırlayan emekli bürokratın otelde gördüğü itibar başhekimin dikkatinden kaçmamıştı. Bu nedenle arkadaşına biraz da kendi forsunu ve inceliğini göstermek istemiş; sıradan bir odayla arasındaki fiyat farkını cebinden ödeyerek Elmas Otel’de bir süit ayırtmış; o tarihlerde elektronik bilet henüz yaygınlaşmamış olduğu için bir seyahat acentesinden aldırdığı, gidiş-dönüş uçak biletine, siyah mürekkepli dolmakalemiyle Aziz dostuma, sabırsızlıkla beklediğimi bildirerek, cümlesini yazdığı bir notu iliştirip göndermişti.

Erdem Bakırcıoğlu’nun karısı Bedia Hanım davet edildiği halde gelememişti. Çok yaşlıydı kadın, kocasından on altı yaş büyüktü, yetmiş beş yaşındaydı ve en büyük korkusu yollarda ölmekti. Bu nedenle yirmi küsur senedir oturdukları Tarabya’dan kalkıp karşıya geçemez, çocukluğunu yaşadığı o cânım Kanlıca’ya veya ömrünün en dramatik anlarını geçirdiği, kapısını saran olağanüstü sarmaşık gülü nedeniyle Sarmaşık Güllü Yalı diye bilinen, Bülbülderesi’ndeki yalıya bile gidemez olmuştu. Çok nadir dışarı çıkıyordu. Bu nedenle eşine refakat edemedi, Başhekim Demir Bey’e ve zarif eşi Sevim Hanım’a selamlarını sevgilerini iletmekle ve kabul buyurmaları ricasıyla bir hediye göndermekle yetindi.

Başhekim odacısına gıcır gıcır yıkattığı makam arabasıyla arkadaşını havaalanından aldı, oteline götürüp yerleştirdi. Emekli bürokrat, Sultan Restaurant’ta yenen ve faturası tabii ki döner sermayeye kesilen akşam yemeği sırasında, karısının gönderdiği hediyeyi Sevim Hanım’a takdim etti. Hediyenin ebadını görünce içinden gümüş bir resim çerçevesi çıkacağını sanan Sevim Hanım, sevinçle açtığı paketten solgun renkli, çerçevesiz bir Kucağında Bebek İsa’yı Taşıyan Meryem Ana ikonası çıkınca hiç de memnun olmadı, ama nezaketinden bir şey belli etmedi.

Başhekimin değerli eşine bu incelikli hediyeyi gönderen Bedia Hanım antikaya çok düşkün bir kadındı, evlerine düzenli olarak müzayede katalogları gelirdi. Antikalar ve yalılar hakkında ilmek ilmek ördüğü geniş bir kültürü vardı. Bu kültürü küçük yaşlarda edinmeye başlamıştı. Babası Kanlıca’nın meşhur yoğurtçularından Mandıracı Hulki’ydi.

Kanlıca sırtlarında on beş inekten oluşan bir ahırı, denize inen sokaklardan birinde yoğurt ve peynir imalathanesi bulunan Mandıracı Hulki, bu işe daha çocuk sayılacak bir yaştayken, İngiliz işgali sırasında başlamıştı. Anadolu’nun ateş içinde yandığı zamanlarda bile, Osmanlı’nın burnu yere düşse katiyen almaz ailelerinin süt, yoğurt, peynir ihtiyacını eksiksiz karşılamış; hatırı sayılır miktarda para kazanmış; Varlık Vergisi sırasında devlete borcunu ödeyemeyince malları haraç mezat satılan azınlıklardan, Sirkeci Nemlizade Han’da, tek göz bir odada, damla sakızından kapı menteşesine, tarım ilacından dantel kukasına kadar her türlü dikkat çekmez malın ithalatını yapan Sefarad Yahudisi Rıfat Mustaki’nin ufak ama şirin yalısını kapmayı başarmıştı.

Bay Mustaki tutumlu bir adamdı, hatta cimri bile denilebilirdi. Çevre halkının Kostak Yalı dediği yapı, kalorifer tesisatı bulunan nadir yalılardandı. Ama kışın diz boyu kar olsa bile, kullanılmayan odalar lüzumsuz yere ısınıyor diye kaloriferi yakmaz; beş kişilik aile odun sobası kurulan küçücük bir odada koca kışı geçirir; yazın yalının önündeki minicik taşlık ezkaza deniz suyuyla değil de musluk suyuyla, şöyle bir sulanacak olsa, kıyameti koparırdı. Vergi borcunu ödeyemeyecek durumda değildi. Ama atalarından kalan kadim bir alışkanlıkla kuruş kuruş biriktirdiği parasını düzenli olarak yurtdışına çıkarıyor, elinin altında pek az nakit bulunduruyordu.

Adına Varlık Vergisi denen bu vahim ve adaletsiz vergiden vazgeçileceğine, yanlıştan kesinlikle dönüleceğine inandığı için tedbir almamış, son ana kadar beklemişti. Ama son gün gelip çatınca acilen bir çözüm bulması gerekti. Ya Aşkale’ye demiryolu inşaatında çalışmaya gidecek ya da n’apıp yapıp borcunu ödeyecekti.

Parasını kısa süre içinde yurtdışından getirtmesi mümkün olmayınca, yalısını geri almak şartıyla Bedia Hanım’ın babasına sattı. Yaptıkları anlaşmaya göre Bay Mustaki ailesiyle birlikte yalıda yaşamaya devam edecek, karşılığında Mandıracı Hulki’ye her ay makul bir kira, yalıyı geri alınca da hatırı sayılır bir miktar faiz bedeli ödeyecekti.

Birkaç ay sonra en güvenilir İsviçre bankasında kuzu kuzu yatan parasını getirtti. Ama Mandıracı Hulki yalıyı geri vermeye yanaşmadığı gibi, eğer bir ay içinde binayı tahliye etmezse mahkemeye gitmekle tehdit edince, adamcağız neye uğradığını şaşırdı.

Mustaki ailesi gözyaşları içinde, apar topar yalıyı terk etti. Peynir imalathanesinin hemen arkasında, iki katlı kâgir bir evde oturan Hulki karısını çocuklarını toplayıp hızla yalıya taşındı. Rıfat Mustaki bunca yıllık yoğurtçusunun kendisini fena halde tongaya bastırmış olmasını hazmedemedi. Neyi var neyi yoksa satıp savdı, çoluk çocuğunu kaptığı gibi, Hayfa’ya, akrabalarının yanına göç etti.

Bedia dokuz yaşındaydı. İlk geceyi bundan böyle bir yalıda yaşayacağına inanamayarak geçirdi. Derken yalıya da, yalı hayatına da alıştı. Hatta öyle alıştı ki, lodoslu havalarda camlarına deniz serpintileri vuran bu küçük ama kostak yalıda değil; her adım atışlarında inim inim inleyen, pencere kenarlarına gaz tenekesi çakılmış, kağşamış bir ahşap evde doğduğunu, altı yaşındayken taşındıkları iki katlı kâgir evi saray zannettiğini hatırlamaz oldu.

Ama durumları tuhaftı. Yalıda oturmalarına rağmen, babası her akşam eve ekşi ekşi peynir kokarak geliyor; genç cumhuriyetin başkenti Ankara’da yükselen yeni hayata rağmen, siyasette de, iktisatta da, sosyal hayatta da İstanbul dükalığını kaygısızca ve kuvvetle sürdüren konaklara, yalılara süt-yoğurt dağıtmaya, erkek çocuğu olmadığı için, kızını gönderiyordu. Henüz yalılarda yaşayanlar sınıfına mensup olmadığını bilen Bedia, tatlı dili ve keskin zekâsıyla üst sınıftan arkadaşlar edindi; onlardan nezaket, adap ve incelik; kendini yerden yere atmak suretiyle, babasını ikna ederek gittiği Notre Dame de Sion Lisesi’nde de Fransızca öğrendi.

Güzel kızdı, çok alımlıydı. Edebiyat Fakültesi’nde Fransız Filolojisi okurken, bir yandan dönemin ünlü terzilerinin defilelerinde mankenlik yapıyordu. Hilton Oteli’nde yapılan bir defile sonrasında defter imalatçısı ve kırtasiyeci Tarık Bey’le tanıştı. Adam Bedia’dan yirmi yaş büyüktü, ama çok karizmatik biriydi, yakışıklıydı, tam bir salon adamıydı. Zevk sahibi olduğunu ortaya koyan hali tavrı ve bilhassa bakanı mıknatıs gibi kendine çeken siyah gözleri ile dönem sosyetesinin kadınlarının gözdesiydi. Tarık Bey’in, güzel olan her şeye düşkünlüğü hemen anlaşılan Bedia’yı tavlaması uzun sürmedi, birkaç ay içinde evlendiler.

Ama genç kadın evlendiklerinin daha haftasında büyük bir şok geçirdi. Tarık Bey’in ikide bir çoluk çocuk yalıya gelen, gelince de gitmek bilmeyen kız kardeşlerinden, kocasının altı yaşında bir oğlu olduğunu öğrenmiş; bu yetmiyormuş gibi, Hilaliahmer Caddesi’ndeki kırtasiye mağazasıyla Piyalepaşa’daki defter imalathanesinin büyük patronu değil, küçük hisseli ortağı olduğu meydana çıkmıştı. En kötüsü, Bülbülderesi’nde, kapısını saran sarmaşık gülüne bayıldığı Sarmaşık Güllü Yalı’da da kiracıydı.

Balayı dönüşü şiddetli bir kavga ettiler. Tarık Bey oğlunun varlığını gizlemek gibi bir niyeti olmadığını, ilk karısının ayrıldıklarından beri oğlunu göstermediğini, bu nedenle kendini baba gibi hissetmediğini iddia ediyor, oturdukları yalı için de Sana yalıda oturuyorum dedim, yalı kendi mülküm demedim ki! diyordu.

Gece boyunca süren kavga sonunda Bedia, Tarık Bey’in oğlundan bahsetmemesine çok kızmakla birlikte, adamın kendisine tek kelime yalan söylememiş olduğunu, bütün bu servetin varlığını kendisinin vehmettiğini anladı; durumun kendi kabahati olduğunu kabul etti. Zaten adama zil zurna âşıktı, hadiseleri büyütmedi; bu sefa pezevengi, yakışıklı kocayla hayatın tadını çıkarmaya karar verdi. Zaten aynen iddia ettiği gibi oluyor, oğlu ve ilk karısı hayatlarının kenarından bile geçmiyordu. Tarık Bey oğlunun yüzünü görmüyor, bir kere daha baba olmayı hiç istemiyordu. Bu nedenle Bedia sözü çocuğa getirecek diye ödü kopuyordu.

Ama çok sürmedi, Bedia kesin bir kararla çocuk istemediği belirtti, Tarık Bey çok rahatladı. Tatlı tatlı gülen, nurtopu gibi bebekleri gördüğü zaman kadının içinde bir yarım saat kadar annelik içgüdüsü uyanıyorsa da, hamilelik denen durumdan nefret ettiği için anne olmayı hiç istemiyordu. Ayrıca hayatları da şahaneydi. Tamam, yalı Tarık Bey’in kendi mülkü değildi, ama adam çok şükür iyi kazanıyordu. Arzuları ve yaşama keyifleri birbirlerine denkti. Vur patlasın çal oynasın bir hayat yaşamaya başladılar. İstanbul’un en kalburüstü mekânlarında geçen mutlu beraberlikleri yirmi yıla yakın sürdü. Sonrasında çok acı şeyler yaşandı, derken hiç beklenmedik bir şekilde ayrıldılar. Bu evlilikten Bedia Hanım’a beş kuruş para kalmasa da, göz kamaştıran bir burjuva yaşam tarzı kaldı.

Antika bilgisi hayret uyandıran bu zarif hanımefendi başhekimin eşine gönderilecek iyi bir hediye ararken kataloglardan birinde Kucağında Bebek İsa’yı Taşıyan Meryem Ana ikonasını görmüş ve sırf kocasının değerli dostu başhekimin hatırına, taksiye binip ta Nişantaşı Bronz Sokak’a gitmişti. Erdem Bakırcıoğlu karısının gönderdiği bu incelikli hediyeyi takdim ettikten sonra, ikona hakkında konuştular. Sevim Hanım söze hiç karışmadı, ama başhekim Bedia Hanım’ın ince zevkini hayranlıkla övdü. Geceyi tam da başhekimin istediği gibi Ne günlerdi azizim, Beyoğlu’na şapkasız çıkılmazdı! diyerek, birbirlerine yatakhane anılarını hatırlatarak geçirdiler.

İkonanın mikrop kaynadığını düşünen Sevim Hanım’ın içi içini yiyordu. Gece geç saatte eve döndüklerinde, ikonayı çamaşır suyu ile defalarca sildi. Hediyeyi ne yapacağını bilmiyordu. O duvara koydu olmadı, bu duvara koydu hiç olmadı. Bir köşeye bıraktı. Ertesi sabah alelacele kahvaltı sofrasını hazırlarken porselen nihaleyi yere düşürüp kırınca, elindeki sıcak çaydanlığı ikonanın üstüne koyuverdi. Meryem Ana’nın yüzünün ve kucağındaki Bebek İsa’nın tam üstünde sıcak çaydanlığın izi çıktı, resim daire şeklinde soldu. Meryem Ana’nın ve İsa’nın başlarındaki haleler bu geniş yanık izinin altında kayboldu. O andan sonra Sevim Hanım cânım ikonayı nihale olarak kullandı. Sıcak tencereleri üstüne her koyuşunda binlerce mikrobun daha öldüğünü düşünüyor, mutlu oluyordu.

Başhekimin talimatı üzerine, hastane çalışanlarının büyük bir kısmı salon boş kalmasın, başhekim arkadaşına rezil olmasın diye salonda yerini almıştı. Herkes sıkıntıyla bu kıymetli gençlik arkadaşının konuşmasını bekliyordu. Emekli bürokrat, başhekimin duygulu takdiminden sonra, tren yolculuklarının ruh sağlığına faydalarından çok, Bir demiryolcunun anıları denebilecek konuşmasını yapmak üzere sahneye çıktı.

İstanbul’un ünlü erkek terzilerinden birine diktirilmiş, füme rengi, çok şık bir takım elbise giymiş olan emekli bürokrat sahneye çıkıp bir-iki adım atmıştı ki, tam erimemiş bir deterjan birikintisine bastığı gibi, muşamba kaplı sahnenin bir ucundan öbür ucuna kadar kıçının üstünde kaydı; kayarken, kılıç gibi ütülenmiş pantolonunun paçaları dizlerine kadar sıyrıldı; dinleyiciler başhekimin yatakhane arkadaşının sahne boyunca kaymasına değil, adamın ipekli çoraplarını tutan çorap jartiyerlerine hayretle baktılar.

Bu garip aksesuarı ilk kez görüyorlardı. Dinleyicilerden bazıları emekli bürokratı sakat, jartiyeri de bir tür tıbbi cihaz zannetti. Buna, ihtiyar Hekim Nurettin Kozanlı’nın, görünen tuhaf şeyin, kaval kemiklerinin eğriliğini düzeltmek için kullanılan, yeni icat edilmiş bir ortopedik cihaz olduğunu söylemesi neden oldu. Rahmetli karısı Ebe Mualla Kozanlı’nın kısaca Norttin diye hitap ettiği Nurettin Bey çok samimiydi, dalga geçmiyordu. Sadece okuma yazma bilenlerin düzeyine hitap edebilen günlük gazetelerden birinde, Artık çarpık bacaklara mahkûm değilsiniz türünden bir haber başlığı okuduğunu hayal meyal hatırlamış, Gazetenin yazdığı alet bu herhalde, diye geçirmişti aklından.

Altmışını aşan Nurettin Bey enteresan bir adamdı. Yüzü yaradılıştan dokunaklıydı. Kaşlarının uçları aşağıya, dudaklarının uçları ise yukarıya bakıyordu. Kıvrık dudakların fazlasıyla masum ve çocuksu bir ifade kazandırdığı bu ihtiyar yüze, kadere yenilmiş hissi uyandıran hüzünlü kaşlar dayanılmaz bir eziklik veriyor, hüzün ile gülümsemenin birleşerek içli bir manzara oluşturduğu bu buruk ifade başhekimin içini eziyordu.

Öyle aman aman yufka yürekli biri olmayan başhekim, bu buruk ve hüzünlü ifadenin sahibi Nurettin Bey’i elinde olmadan, içi acıyarak sever, sevmekle kalmayıp başarısız hekim için samimiyetle üzülür, sağlık sorunlarının çok ciddi olmadığını düşündüğü hastaları ona gönderirdi. Adamın hekimliğine güvense ciddi olanları da gönderirdi, ama Nurettin Bey basit bir anjine veya bağırsak enfeksiyonuna bile teşhis koymaktan acizdi. İhtiyar hekim, yıllardır başhekimin tavsiyesiyle gelen, sosyal seviyesi düşük hastalar sayesinde muayenehanesini ayakta tutabiliyordu.

Nurettin Bey ne yazık ki başhekimin dostu değildi artık. Çok fena papaz olmuşlardı. Başhekimin yatakhane arkadaşının kayıp düşmesine rağmen yaptığı konuşmadan dört-beş ay önce, Sevim Hanım’ın dışarı çıkıp hava almak yerine, kahvaltıda yumurtalı ekmek kızarttıkları için yağlanan mutfak fayanslarını ovmayı tercih ettiği bir pazar günü Millet Çay Bahçesi’nde karşılaştılar.

Başhekimle birkaç arkadaşı oturmuşlar, tatlı bir sonbahar esintisi altında pişti oynuyorlardı. Nurettin Bey’in geldiğini görünce, başhekimin içinde önleyemediği o acıma hissi yine uyandı, adamı içtenlikle masaya davet etti. Nurettin Bey teklifi ikiletmedi, hemen oturdu, oyunun son elini izledi. Sonra havadan sudan, son yıllarda sık sık yaşanan sel felaketleri sonrası çöken ve bir şeridi denize karışan sahil yolundan konuştular.

Derken söz, karısı Asiye Tibuk tarafından, şehrin göbeğindeki bir otelde, bir yetmiş sekiz boyunda, hakiki sarışın Moldovalı Anya’yla basıldığı; Asiye Hanım peşine taktığı televizyoncularla birlikte Anya’yı otelin koridorlarında kovaladığı; nihayet yarı çıplak kızı saçlarından yakalayıp yerlerde sürüklediği; bu büyük rezalet günlerce yerel bir televizyon olan Kanal SS’de gösterildiği halde, görevinden istifa etmeye yanaşmayan Belediye Meclis Üyesi Latif Tibuk’a geldi.

Olayın üstünden yaklaşık yirmi gün geçmiş olmasına rağmen, şehir halkı hâlâ, yüzü daire içine alınmış görüntülerde ayan beyan ortada olduğu halde, O şahıs ben değilim! diyebilen meclis üyesini konuşuyor, rezalet dillerden düşmek bilmiyordu. Latif Tibuk sonunda O şahıs olduğunu kabul etmek zorunda kalmış, ama bir süre de, Bu olay siyasi hasımlarımın bana kurduğu bir komplodur, teziyle kamuoyunu oyalamıştı.

Kendi kocalarının da birer Anyası olduğundan şüphelenen kadınlar Asiye’den ilham almış durumdaydılar. Kimseye bir zararı olmayan diğer Rus kadınlarına her an saldıracakmış gibi yaşıyorlar, kocalarının bir falsosunu yakalamak için fırsat kolluyorlardı. Kendilerinin de birer Anyası, Tanyası, Nataşası, Vera, Elena, Olga, Luba veya Tatyanası olan Karadenizli kocalar ise yakalanmayacaklarından, yakalansalar bile karılarının Asiye Tibuk kadar dişli çıkmayacağından emin; Latif Tibuk’un nasıl olup da tongaya bastığını kendi aralarında konuşuyorlar; sözlerini gevrek gevrek gülerek, Karda yürüyecesun, izini belli etmeyecesun, diye noktalıyorlardı.

Henüz on sekiz yaşındaki Anya çok pişkin çıkmış; Asiye’ye saçlarını kaptırmadan önce, otel koridorlarında köşe kapmaca oynarken peşine düşen kameralara el sallamış, öpücük göndermişti. Kameramanlardan biri kızın boyu bir metreyi bulan bacaklarına takmıştı. Sanki bu Karadeniz şehrinin erkekleri yeterince güzel sarışın görmüyorlarmış gibi, bir de yarı çıplak vücudunu çekebilmek için kendini paralamış; ama beceriksizliği nedeniyle, ekranı ya otel görevlilerinin görüntü almasını istemeyen elleri ya da Asiye’nin yapılı vücudunu örten ayrı ayrı desenli uzun eteğiyle bluzu doldurmuştu.

Şehrin meşhur çiçekçisi Önder’in teyzesinin oğlu olan uyanık kameraman Tolga ise akıllılık etmiş; Moldovalı Anya’nın peşine düşeceğine, göğüs kılları bembeyaz olmuş, göbeğini götüremeyen, ellisini aşmış meclis üyesini berbat otel odasındaki küçücük dolaba saklanmaya çalışırken görüntülemişti. Hem suçlu hem güçlü Latif Tibuk, çekime engel olmak için, kendisini dolapta yakalayan Tolga’nın apışarasına bir tekme atmış, Tolga acıyla bağırarak yere düşmüştü. Televizyonlar canı yanan çocuğun bağırtılarını da, yere düşen kameranın çekmeye devam ettiği, alelacele pantolonunu giymeye çalışan Latif Tibuk’un şaşırtıcı şekilde kılsız bacaklarının görüntüsünü de günlerce verdi. Zaman içinde konuşulacak ana olaylar bittikten sonra, sıra meclis üyesinin bacaklarına geldi, adamın bacaklarının süt gibi beyaz ve ağda çekilmiş gibi kılsız oluşu bir dolaşım hastalığına yoruldu.

Bir elli iki boyunda, yetmiş dört kilo ağırlığında, kırk yedi yaşında, biri kız dört çocuk annesi Asiye Tibuk, kilosuna rağmen, yılın bir bölümünü Rize Kalkandere’deki bahçelerinden çay, dik yamaçlardaki ağaçlarından fındık toplayarak geçirmenin mükâfatını görmüş, sütun bacaklı Anya’yı otel koridorlarında kovalarken bir kez bile nefesi kesilmemişti. Anya tam kameraya zafer işareti yapacaktı ki, kızın uzun sarı saçlarına yapışmayı başardı, yıktığı gibi çeke çeke yerlerde sürükledi. Otel görevlileri Anya’yı Asiye’nin elinden zor aldılar.

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi (2009)

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

Roman
Yazar: Ayfer Tunç  
İlk Basım: 2009
Yayınevi: Can Yayınları