Karlı bir kış gününde, İstanbul’dan Ankara’ya giden trenin yemekli vagonunda, birbirlerinin kesişen yollarından habersiz üç yabancının aklını “Ayın Kızı Şebnem”in bir dergiye verdiği çıplak pozlar meşgul eder. Kar nedeniyle trenin yolda kaldığı bu uzun ve gerilimli yolculuk sırasında üç yabancının zihinlerinden geçenler ve aralarındaki konuşmalar, kutsal ailenin dış kabuğunun ne kadar sağlam, içinin ne kadar çürük olduğunu gösterir. Şebnem’in fotoğrafları radyocu Selda ve bankacı Ersin için hayatlarını altüst eden bir travma olurken yemekli vagonun garsonu Bünyamin’i de hayat karşısında sınava çeker. Ama herkesin sınıfta kaldığı bu sınavın asıl başarısız olanı kimdir?

Kapak Kızı’nda bu üç yabancının yargıladıkları veya arzuladıkları Şebnem söz almaz.

Ayfer Tunç’un 2010’da yayımlanan Yeşil Peri Gecesi adlı romanında söz sırası Şebnem’e gelecek ve Şebnem kimin daha çıplak, kimin daha değersiz, kimin daha ikiyüzlü ve acımasız olduğunu gösterecektir.

Kapak Kızı, kutsal ailenin çürüttüğü bir kadının hangi zihinlerde nasıl çağrışımlar doğurduğunu anlatıyor.

İyi aile çocuğu olunca yanmadan öğreniyorsunuz ateşten uzak durmayı. Ama hiç değilse bir kere yanmak lazım.


KAPAK KIZI

I

Tren çelik raylar üzerinde giderken hızlanıp sağa sola yatsa da, masalardaki bardaklar, şişeler devrilse de, koridor tarafında oturanlar cama yapışan yolcuların üstüne yıkılsa, hatta çaylar, kahveler bembeyaz örtülere dökülse de; Bünyamin kulplu kâselerdeki hazır çorbaları yolcuların masalarına dökmeden taşır, ayağının altındaki zemin hareket etmiyormuş, sanki dünyanın en sabit noktasına sıkı sıkı basıyormuş gibi, köpüklü biraları bardaklara taşırmadan doldururdu.

Tren göz alabildiğine uzanan bir bozkırı düzenli tıkırtılarla geçerken, birkaç yolcu tabakları sol koluna dizmiş bu garsona hayretle bakar, diğerleri bu marifetin farkında bile olmazdı. Ama Bünyamin bütün vagon kendisini izliyormuş gibi ciddiyetle sürdürürdü işini. Bazı huysuz, asık suratlı yolcuların çorbayı döktüklerini, bifteği keseyim derken düşürdüklerini çok görmüştü. Vagonda böyle kibirli yolcular varsa gösteri yapmaktan daha bir zevk alıyordu. Beş yıl önce, işe yeni başladığında, bir defasında iki elinde birer tabağı ancak taşırken işi iyice ilerletmiş, kendi kendine kazandığı tuhaf bir denge duygusuyla beş tabağa kadar çıkmıştı. Gerçi bundan sıkılmıştı artık. Ancak keyfi yerinde olur da, birkaç yolcunun bu akrobasiyi ilgiyle izleyeceğini hissederse tabakları koluna diziyor, trenin süratinden kimse ayakta durmayı bile beceremezken, o, tembel iş arkadaşlarına ders verir gibi servisini tıkır tıkır yapıyordu.

Turuncu saçlı İzzet’in masalara örtüleri sermesine nezaret etti, çocuğa her vazoya iki karanfil koymasını söyledi. İzzet karanfillerin yığılı olduğu masaya isteksizce yanaştı, solgun çiçeklere ne yapacağını bilemezmiş gibi baktı, saplarını boğum yerlerinden kırmaya başladı.

Bünyamin “Şunları dağıt masalara,” dedi Abdülkadir’e, mönü kartlarını, TCDD’nin bastırdığı “Türk Şiirinde Trenler” başlıklı broşürleri, küllükleri, tuzlukları, peçeteleri işaret ederek. Abdülkadir ters ters baktı, Bünyamin aldırış etmedi, daha yolculuğun başıydı, şimdiden kapışırlarsa bitmezdi yol.

İzzet turuncu tüylerle kaplı iri parmaklarının arasında çıt çıt kırıyordu karanfil saplarını, hoşlanmıştı bundan. Bünyamin, İzzet’e baktı, içi acıdı. İki buçuk aydır yanında çalışan bu çocuk yüzlü genç adamın beceriksizliğiyle eğleniyorsa da, bazen haline üzülüyordu. İzzet işe başladığından beri döküp saçmadan servis yapmayı becerememişti, tren hızla giderken dengesini bulamıyordu. Birkaç defa yolcuların üstüne çay döküp ortalığı toplayayım derken her şeyi berbat edince, tren hareket halindeyken çay, kahve, çorba gibi siparişlerin servisini yapmasını yasaklamıştı. Ama çocuk bir şişe su götürmesi gerektiğinde bile “Ben dökerim abi, istersen sen götür…” demeye başlayınca Bünyamin’in tepesi attı. Bir hafta boyunca çocuğu bir saniye bile oturtmadı, lüzumlu lüzumsuz yığınla iş yaptırdı, İzzet de tren hareket halindeyken hiç değilse ayakta durmayı öğrendi.

Hesap almayı başkalarına bırakmayan Bünyamin’e göre İzzet beceriksiz, Abdülkadir tembeldi, ikisi de bahşişi hak etmiyordu. Hele Abdülkadir’e maaşı bile verilmese yeriydi. Yolculara garson gibi değil, geçerken restorana uğramış sinirli bir devlet memuru gibi davranır, herkesle kavga eder, fırsat buldukça personele ayrılmış masaya oturup sigara içer, yolcuların işaretlerini görmezden gelirdi. Her şeye itiraz etmeye hazır, öfkesi burnunda bir hali vardı.

Bünyamin üç kuruş bahşişin diğerlerinin gözüne batacağını bildiği için, tatsızlık çıkmasın diye yolculuğun sonunda herkese bir şeyler dağıtır, durumu iyi kötü idare ederdi. Zordu insan idare etmek, çok yorucuydu. Yolcular da başka bir âlemdi, hele onları idare etmek, en zoru.

Trenin kalkmasına on dakika vardı. Bünyamin pencereden gara baktı. Bir sürü insan başlarında kasketler, bereler, boyunlarında atkılar, ellerinde çanta bavul, gar binasına girip çıkıyor; peron boyunca bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Kar altında, telaşlı bir koşuşturma yaşanıyordu garda. Saatine baktı. Yolcular için acelenin, telaşın, koşuşturmanın tam vaktiydi.

İzzet karanfilleri vazolara koymayı bitirmiş, servise ilişkin en ufak bir yardımda bulunmayı düşünmeyen ve yolculuk boyunca yazarkasasının başında oturup bulmaca çözecek olan Erol’un başına dikilmişti. Erol kravatını gevşetmiş, sigarasını küçük parmağında yalancı taşlı bir yüzük parlayan sol eline almış, arada bir bıyıklarıyla oynayarak bulmaca çözüyordu.

“Soldan sağa üç…” dedi, “Arap atlıların bayramlarda yaptığı gösteri.”

İzzet’ten cevap beklemediği belliydi, ama, yine de olur da bir şey söyler diye duraksamıştı. Çocuktan ses çıkmayınca kaleminin tepesini kemirip o soruyu geçti. Bir iki kare doldurduktan sonra tekrar mırıldandı:

“Tanyerinde gün doğmadan beliren geçici aydınlık. Yalancı tan…”

İzzet saçlarının arasında parmaklarını gezdirdi. “Zormuş be,” dedi.

“Herhalde,” dedi Erol, külünü TCDD markalı kül tablasına silkelerken. Bünyamin elinde bir sürü çatal bıçakla gelip İzzet’e bir omuz attı.

“Dikilme öyle, dağıt şunları…”

Bünyamin’e bakmadan çatal bıçakları alan İzzet, boşta kalan eliyle bulmacada bir yer gösterdi Erol’a.

“Ece,” dedi, “üç harfli, kraliçe.”

Tam da ece yazmaya hazırlanan Erol kafasını kaldırıp dik dik baktı İzzet’e.

Mutfak kısmını restorandan ayıran tezgâhta dizili pırasa tabaklarını görünce yüzünü buruşturdu Bünyamin. Hiç sevmezdi pırasayı. Ona duvarları ıslak ve kömür kokan bir kapıcı dairesinde geçen ilkgençlik yıllarını hatırlatıyordu. Rahmetli annesiyle Çemberlitaş’ta bir apartmanın kapıcı dairesinde oturdukları sırada, sık sık pırasa pişerdi evde. Döküntü sebzelerden başka ne pişerdi ki zaten? Annesi öldükten sonra kardeşi Metin’le Samatya’da bir eve taşındıklarında “Bu eve pırasa girmesin,” demişti Bünyamin. Sırtını devlete dayamasını sağlayacak adamları olduğunu iddia eden amcasını, vaktiyle “Boşversene amca ya, bu devlete sırt dayanır mı?” diye tersleyen Metin, “Biz sanki bayılıyoruz pırasaya,” demişti. Her tarakta bezi vardı, bin türlü iş yapardı. Samatya’da oturdukları sırada Bünyamin TCDD’de çalışmaya yeni başlamıştı, aldığı para ahım şahım değildi, ama Metin’in yaptığı ne idüğü belirsiz işler sayesinde ne pırasa ne lahana pişmişti evde. Cennet ise bu acayip, kaygan sebzeyi Bünyamin’in sevmediğini bile bile pişirir, televizyonun karşısına geçer, üstüne limonu sıkıp yerdi. Sanki nadir bir meyve yiyordu, öyle bir zevk yüzünde. Bünyamin Cennet’in bacaklarını altına almış, çekyata kurulmuş, televizyon seyrederkenki halini hatırladı. Karısını hatırlamak hoşuna gitmedi. İncecik limon dilimleriyle süslenmiş pırasalardan uzaklaşıp Abdülkadir’e baktı. Elinde sigarayla Erol’un karşısına oturmaya hazırlandığını görünce pırasa tabaklarını gösterip “Şunları servis masasına taşı,” dedi sertçe, olabildiğince.

Vagon restoranın ilk müşterisi trenin kalkmasına beş dakika kala içeri girdi. Orta yaşlı, tıknaz, rakıcı olduğu sabırsızlığından ve girer girmez tezgâhın üstündekilere bir göz atmasından belli olan, pardösülü, bakalit bond çantalı bir adamdı.

Bünyamin “Daha açılmadık,” diye seslendi. Adam anlamamış gözlerle baktı. “Tren kalktıktan beş dakika sonra gelin, şimdi kapalıyız.”

Adam sinirlenir gibi oldu, Bünyamin’in istifini bozmadığını görünce çantasını alıp söylenerek çıktı.

Şöyle bir masalara baktı Bünyamin, bir eksik bulamayınca Erol’un karşısına oturdu.

“Sarı renkte ve cam parlaklığında, doğal demir ve…” dedi Erol, gerisi heceledi. “Mag-nez-yum sül-fat… Kri-zalit.”

Bünyamin’e baktı. Arkadaşının yüzünde cevap vereceğine dair bir işaret göremeyince, başka karelere geçti. Bünyamin insanların gürültülerini, uğultularını duymak ister gibi dışarıya kulak kabarttı. Sonra trenin düdüğü öttü.

Bu düdük sesi birçok düdük sesine karıştı; soğuk, gürültülü bir cumartesi gününde, kar altındaki başkentin öğle saatleri telaşında dağıldı. Sanki başkentte saatler vurdu, gri apartmanlarda oturanlar, bu düdük sesini işaret kabul ettiler, giyinip kendilerini şehrin caddelerine, pastanelerine, sinemalarına, tiyatrolarına, alışveriş merkezlerine atmaya hazırlandılar.

Bünyamin, her zamankinden farklı bir havanın ağırlığını hissetti üzerinde. Gardaki insanlar, her gün gördüğü kalabalık, başka bir dünyanın insanlarıymış gibi yabancı geldi. Kafasında dolaşan düşüncelerden sıyrılıp dışarı bakarken bir an kendini unuttu. Ne yapıyordu bu insanlar? Bu düdük sesi Ankaralıların bir kısmına, İstanbul’daki vapurların treninkine hiç benzemeyen kalın ve uzun düdük seslerini hatırlattı. Bünyamin İstanbul’da evlerinin biraz ilerisindeki demiryolundan geçen trenleri, birkaç sokak sonra birdenbire karşısına çıkan denizi düşündü. Yazın Cennet’le deniz kenarındaki çay bahçelerinde oturmalarını hatırladı, ardından yine bir yorgunluk geldi üstüne.

Kendini bir süredir çok yorgun hissediyordu. Uyumakla, dinlenmekle geçmeyen bir yorgunluk. Bu soğuk ve karlı günü de yolda geçirecekti. Oysa sobanın başında ayaklarını uzatıp oturmak, biraz televizyon seyretmek, sonra uyumak istiyordu. Bütün bu basit istekler, ona yıllar öncesinden kalmış gibi göründü. Kafası çok yorgundu. Bir karar vermesi gerekiyordu artık. Oysa bugüne kadar Bünyamin’in hayatında karar vermesini gerektirecek kadar önemli bir şey olmamıştı. O karar vermezdi, olacak olan olurdu.

Kaloriferler az önce yanmaya başladığı için tren henüz ısınmamıştı. Ankara’nın soğuk havası kompartımanlarda hâlâ hüküm sürüyordu. Oysa yarım saat içinde o sert, iddialı soğuktan eser kalmayacak, yolcular ceketlerini, kazaklarını bir bir çıkaracaklardı. Mustafa sıcağa hiç dayanamıyordu. Daha şimdiden mutfağın penceresini açmış, ocak sonu havasını derin derin içine çekiyor, bir yandan da salataları kayık tabaklara koyuyordu. Şükrü içinde havuç rendelediği kabı çalkalayıp kaldırdı.

Bünyamin İzzet’e baktı, yine tedirgindi çocuk. Zengininden fakirine, görgülüsünden şımarığına herkesin hizmet beklediği bu restoranda çalışmaya başladığı o ilk gün nasıl da neşeliydi. Ama yığınla bardak kırdıktan, müşterileri sıcak çayla haşladıktan, dünyanın azarını işittikten ve yolculuğa doyduktan sonra işin hiç de kolay olmadığını görmüştü. Bünyamin, bir sakarlık yaptığı zaman bir vagon dolusu insanın haline gülmesinin çocuğun ağırına gittiğini biliyor, elinden geldiğince kollamaya çalışıyordu. Ama olmuyordu, üstü kızıl tüylerle kaplı o kalın, küt parmaklar iyi işlemiyordu.

Kalın paltolu, kasketli, iriyarı, orta yaşlı iki adam soğuktan morarmış ellerini hohlayarak içeri girdiler. En iyi masayı seçerek oturdular. Bünyamin tren kalkmadan önce vagonun penceresinden adamları görmüş, doğru restorana geleceklerini tahmin etmişti. Rakı içecek, ama kılık kıyafetlerine bakılırsa pek az mezeyle idare edip, ancak para üstü denk gelirse bahşiş bırakacak tipten olduklarını anladı. Mutfağın sıcağında biraz sonra pişmeye başlayacak ve bu daracık yerde sigara içtiği için Şükrü’yle kavga edecek olan Mustafa’ya yaklaşarak adamları işaret etti.

“Rakıları hazırla,” dedi, “bak, iki ayı teşrif etti.”

Adamlar girer girmez paltolarını çıkarmışlardı, uzun sürecek bir rakı masasının tadını çıkarmaya hazırlanıyorlardı. Bünyamin birinin mönü kartını incelediğini görünce, gelecek hesabı şimdiden tahmin etmeye çalıştığını düşündü. Bunlara hem kasa fişi, hem adisyon mutlaka götürülmeli, adisyon açık seçik yazılmalıydı. Ne istediklerini sorarken, içi kürklü deri mont giymiş, gençten bir adam içeri girdi ve henüz boş olan cam kenarı yerlerden birini kapıp oturdu. Rakıcılardan biri Bünyamin’e “Rakılar buzlu olsun. Biraz çerez getir, mezeleri sonra söyleriz,” dedi. Bünyamin içinden alay etti adamlarla, duyan da sofra donatacaklar sanır.

Abdülkadir vagonlardaki yolculara götürmek üzere, tekerlekli çay kahve masasını hazırlamaya başladı. Plastik bardakları iç içe geçirdi, plastik kaşıkları, pet şişelerdeki suları, meyveli gazozları, küçük paketlerdeki tozşekerleri, süttozlarını hiç acele etmeden masaya koyuyordu. Onun bu ağırdan alışı Bünyamin’i sinir etti, ama sesini çıkarmadı. Emekliliğine az kalmıştı Abdülkadir’in, gün sayıyordu. Yakında kurtulacaktı bu heriften.

Restorandaki yolculara göz gezdirdi. Trenden trene, saatten saate fark vardı. Gece trenlerinin yolcusu başka, gündüz trenlerininki başka olurdu. Gündüz trenlerinin hemen her saatinde emekli karı kocalara, yalnız yolculuk yapan yaşlı kadınlara rastlanırdı. Avukatlar, iş takipçileri hangi saati seçeceği belli olmayan yolculardandı. Cumartesi günleri öğrenciler az olurdu trende. Tatsız olaylar en çok gece trenlerinde çıkardı. Yolcular pencereden baktıklarında sadece karanlığı gördükleri için oyalanamazlar, bu yüzden sinirli olurlardı. İçki içerler, sarhoş olurlar, olay çıkarırlar, hesaba itiraz ederlerdi.

Demin rakı isteyen iki adam, bira içen altın künyeli, çorba söylemiş yaşlı bir karı koca, ızgara köftesini beklerken kolasını bitiren gençle orta yaşlı, süslü bir kadın… Vagon henüz boştu. Abdülkadir tekerlekli masayı iterek, “Çay! Neskahve! Çay! Neskahve!” diye bağırarak servise çıktı. Bünyamin arkasından baktı. Bu geçimsiz ve tembel adamın daha ilk vagona girmeden bir sigara yakacağını, en az on beş dakika boş boş dışarı bakacağını biliyordu. İzzet masaları dolaşıp sipariş alıyordu. Bünyamin İzzet’in kibar olmaya çalışan bir sesle yemekleri saymasını ve not almasını izledi. Pencereden baktı sonra. Dün gece başlayan kar hızını artırmış, sabah bazı doğu trenlerinin seferleri iptal edilmişti.

Birkaç sipariş götürdükten sonra Erol’un karşısına oturdu, sigarasını onunkinden yaktı. Diğer gazetenin bulmacasına geçmişti Erol, dudaklarını kıpırdata kıpırdata okuyordu. Başını kaldırmadan, “Senin komşun gâvurdu değil mi?” diye sordu. “Sen bilirsin…”

“Neyi?”

“İsa, Meryem ya da ermişlerin tahta üzerine mumlu, yumurtalı boyalarla yapılmış resimlerine verilen ad.”

Sözünü bitirmeden, daha İsa, Meryem derken Bünyamin’in aklına komşusu Garo ve Garo’nun ablası Anahit geldi. Garo’nun ince, esmer, güzel yüzü zihninde belirince unutmak istediği görüntüyü ona hatırlatan Erol’a sinirlendi.

“Ne bileyim kardeşim?” dedi. “Komşumuz gâvursa biz değiliz ya!”

Garo’nun güzel olduğunu kendine bir türlü itiraf etmek istemediği hoş hayalini zihninden silebilmek için başka şeyler düşünmeye çalıştı. Onu hatırlamak istemiyordu. Onu hatırlayınca ne kadar çaresiz olduğunu fark ediyordu. Ama her şey onu ve onunla birlikte başka şeyleri de hatırlamasına neden oluyordu.

Gazeteye bir göz attı. Arka sayfada üçüncü sınıf bir pavyon şarkıcısının verdiği pozu görünce, aklına yine sabah baktığı dergideki kadın geldi. Sabahtan beri durup durup o dergiyi, derginin kapağındaki kadını hatırlıyordu. “Ayın Kızı Şebnem”.

Bünyamin bu “Ayın Kızı” sözünü okuyunca, içinde bulundukları ocak ayını değil, çocukluğunda karpuz tarlasını beklerken, sırtüstü yatıp seyrettiği, bu uzun seyredişler sonunda ona canlanmış, güzel sözler söylüyormuş gibi gelen ve parlaklığına, tuhaflığına hep şaştığı ayı düşünmüştü. Kadın ona dolunayı hatırlatmıştı. Çocukluğunun en tuhaf arkadaşı. Ayın bir yanıyla kızarık, bir yanıyla gümüş gibi parlak oluşuna ve çok uzaklardan gönderdiği o esrarlı ışıklara hayranlıkla bakardı.

“Ayın Kızı Şebnem”in beyaz saten çarşaflara sarınmış, gümüşsü ışıklar saçan çıplak vücudunu gösteren fotoğraflara bakarken, çocukluğunda kapıldığı duyguların benzerine kapılmıştı. Şebnem’in, aynı ay gibi ona güzel sözler söylediğini, ürpertili bir âleme çağırdığını düşünmüştü. Şimdi elindeki bu bol fotoğraflı adi gazetedeki havuzun kenarına uzanmış çıplak kadın ona basit, çirkin, tiksindirici görünüyor, Şebnem’in buğulu, uzak, erişilmez halini hatırlıyordu. “Ayın Kızı Şebnem” bir başka fotoğrafında gülüyor, çekik kara gözleri yumuluyordu. Bir diğerinde mahzun bir çocuk gibiydi. Yüzünde bir şeffaflık, saçlarında belli belirsiz bir uçuşma. Vücudunun en çekici noktalarında bile her defasında hayranlık uyandıran bir değişkenlik. Bütün fotoğrafların aynı kadına ait olduğuna inanmakta güçlük çekmişti. Ne çok değişiyordu kadın, nasıl da farklıydı her birinde. Ama fotoğraflara uzun uzun baktıktan sonra ona kalan duygu, sanki kadınla bir kez tanışsa, konuşsa, ona içini açsa, kadının onu anlayacağı, kelimelere gerek kalmadan ruhuna sızacağı ve onu kucaklayıp sisli, sıcak bir belirsizlik içine sürükleyeceği olmuştu.

İzzet’in “Abi, çorba istiyorlar…” diyen ürkek sesiyle ayın kızının siyah, ışıltılı saçlarından koptu, buğulu mahzun yüz kayboldu. Bir çorbayı bile dökmeden götüremiyor olmanın verdiği eziklikle süklüm püklüm duran İzzet’in seğiren yüzüne ve turuncu saçlarına, onu bu güzel rüyadan uyandırdığı için öfkeyle baktıktan sonra, Mustafa’ya seslendi:

“Kâseyi çok doldurma da, dökmeden götürsün!”

Şaşkın bakan adamı bütün korkuları, beceriksizliği ve küçük düşmüşlüğüyle Mustafa’nın ellerine bıraktıktan sonra, Şebnem’in o güzelim saçlarına yeniden dönebilmek için sigarasından uzun bir nefes çekti.

Eskiden paraya kıydıkça çıplak kadın resimleri basan hallice dergilerden satın alırdı. Dergilerdeki kadınlar çevresinde giyinik olarak gördüğü bazı kadınlara benzeyen, çıplak, tahrik edici, ama sıradan kadınlardı. Onların fotoğraflarına kanlı canlı kadınlarmış gibi bakmazdı. Gerçekte yaşadıklarını, giyindiklerini, soyunduklarını, soluk aldıklarını aklına getirmezdi. Ama ilk kez farklı bir şey olmuş, o dergilerdeki kadınlardan birini canlıymış gibi, sadece kendisininmiş gibi hissetmişti.

Evliliğinin ilk aylarında, hâlâ o dergilerden alabilecek parası varken arada bir alır, karısı bozulmasın diye kardeşinin evinde bakar ve orada bırakırdı. O zamanlar Cennet’i çok seviyordu, ama yine de alıyordu o dergileri. Kadınların çıplak fotoğraflarına uzun uzun baktıktan, onlarla kısaca seviştikten sonra evine geldiğinde, karısının da o kadınlar kadar güzel olduğunu düşünür, mutlu olurdu. Zamanla bu duygu kayboldu. Artık ne karısını o kadınlar kadar güzel buluyordu ne de biraz suçluluk hissederek Cennet böyle pozlar vermeye kalksa nasıl olur, …

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Kapak Kızı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Kapak Kızı (1992)

Kapak Kızı

Roman
Yazar: Ayfer Tunç  
İlk Basım: 1992
Yayınevi: Can Yayınları