Kurttan korkusu olmayan Ölmüş Eşek’in Tahtalıköy’den yeryüzündeki arkadaşı Eşekarısı’na yazdığı mektuplar.

Sevgili Eşekarısı,Mektubumu alınca şaşıracaksın. Biz onu çoktan nalları dikti biliyorduk, yine hangi ahırdan çıktı diye afallayacaksın. Hiç şaşma, Tahtalıköy’deyim. Sana bu mektubumu Tahtalıköy’den yazıyorum. Bir zamanlar yeryüzünde yaşamış bütün büyükler, ünlüler, ileri gelenler, hepsi burda. Ben de onların arasındayım. Sen şimdi, “Vah vah, sağlığında değerini bilememişiz!” diyerek ne denli dizini dövsen yeridir. Neden, “Kör ölür, badem gözlü olur!” denildiğini, o kör olası dünyada değeri anlaşılmamış olanların son umudu Tahtalıköy’e gelince çok iyi anladım. Gözlerim burnumun ucunu bile göremezken, ölümümden sonra, “Sürmeli gözlüydü”, “Bakışları üzünç doluydu” diye benim için övgüler düzüldüğünü duydum.


ÖLMÜŞ EŞEK

Aziz Nesin

“Kurttan korkusu olmayan Ölmüş Eşek ‘in, Tahtalıköy’den, yeryüzündeki arkadaşı Eşekarısı’na yazdığı mektuplar”

İLK MEKTUP

(Ölmüş Eşek’in Nasıl Öldüğünü Anlatır.)

Sevgili Eşekarısı,

Mektubumu alınca şaşıracaksın. Biz onu, çoktan nalları dikti biliyorduk, yine hangi ahırdan çıktı, diye afallayacaksın. Hiç şaşma, Tahtalıköy’deyim. Sana bu mektubumu Tahtalıköy’den yazıyorum. Bir zamanlar yeryüzünde yaşamış bütün büyükler, ünlüler, ileri gelenler, hepsi burada. Ben de onların arasmdayım. Sen şimdi “Vahvah, sağlığında değerini bilememişiz!” diyerek ne denli dizini dövsen yeridir. Neden “Kör ölür, badem gözlü olur!” denildiğini, o körolası dünyada değeri anlaşılmamış olanların son umudu Tahtalıköy’e gelince çok iyi anladım. Gözlerim, burnumun ucunu bile göremezken, ölümümden sonra “Sürmeli gözlüydü”, “Bakışları üzünç doluydu” diye benim için övgüler düzüldüğünü duydum.

Dünyada sıkıntı çektiğin için hiç boşuna üzülme, ölünce senin için de gazetelerde “Yeri doldurulmaz büyük kayıp” diye yazacaklar. Bencileyin yoksulların yaşarken yerini dolduruyorlar, kendi yerimizi bile bize bırakmıyorlar da, öldüğümüz zaman nedense bi türlü yerimizi dolduramıyor, boş bırakıyorlar.

Ölünce, sen de, geride kalanların kalbinde yaşayacaksın; Tahtalıköy’deki yerin de Eşek Cenneti olacaktır. Burada, yaşarken yaşayacak yeri olmayıp da, öldükten sonra yeri doldurulamayanlardan birisi, bir eşek kardeşin başından geçmiş şu olayı anlattı. Çok sıcak bir günmüş. Eşeğin sırtına çok ağır yükler vurmuşlar. Yüklerin altında ıhlıya pıhlıya giden eşeğin yolu bir deniz kıyısına düşmüş. Deniz kıyısında bir büyük yalının önünden geçerken, bir de bakmış ki, yalının balkonunda bir besili, bakımlı eşek şezlonga kurulmuş, elinde, içindeki buzdan dışı terleyen bir cam içki bardağı… İçkisini yudumlayıp, cıgarasını tellendiriyor.

Yük altında sıcaktan bunalmış eşek, yalının balkonunda püfür püfür esen rüzgâra karşı içkisini içen eşeğe bakmış, bakmış da,

Yani, o kurumun da ne oluyor, altyanı sen de yaşıyorsun, ben de yaşıyorum… demiş.

Balkondaki eşek, yük altında ıhlayıp pıhlayan eşeğe,

Evet, sen de yaşıyorsun, ben de yaşıyorum ama sen işte öyle yaşıyorsun, ben de işte böyle yaşıyorum! demiş.

Tahtalıköy’de hiç devlet dairesi olmadığı ve memur da kullanılmadığı için bütün işler çok çabuk görülüyor ve tıkırında gidiyor, insanları meraktan çıldırtmak için kurulmuş olan posta örgütü gibi bir kuruluş burada yok. Tahtalıköy’den birisi, yeryüzünde yaşayan birisine mektup göndermek isteyince, mektubunda neler yazmak istiyorsa, bunların hepsi, mektup göndereceği kişinin içine doğuyor, işte şimdi, bu mektupta söylemek istediğim herşeyi senin içinden geçirdiğin gibi…

Sevgili Eşekarısı, sana bu mektubumda nasıl öldüğümü anlatacağım. Bu anlattıklarım, artık yaşayamayacak kertede bunaldığın bir dar zamanında ve sıkışıp kaldığın bir dar yerde belki işine yarar.

Dinle!

Yok ötesi, ölmüşüm, öyle, yaz sıcağında buzlu hoşafı kaşıklaya kaşıklaya “Oooh, öldüm!” diyenlerinki gibi lâfın gelişi bir ölüm değil benimkisi. Basbayağı ölmüşüm işte!

“ölümle şaka olmaz!” diyeceksin. Bizim gibilerin yaşamı bile şakadan geçince, ölümü tüm rezillik oluyor. Arkamdan ağlayacak iki kişi var: Biri Vasil, biri de Vedat. Birine beş yüz, birine yüz lira borcum var. Borcumu ödemeden öldüğüm için kim bilir nasıl üzülmüşlerdir. Onların suratlarını her görüşümde ölüp ölüp dirilmekten, yani taksit taksit can vermektense peşin ölmeyi yeğ tuttum.

İlkin evde ölmeyi tasarladım. Sonra düşündüm, gelengiden yoksulluğumun diz boyu rezilliğini görecek, ele güne maskara olacağım, bunun üzerine evde ölmekten caydım. Yazın yazlıkta, kışın kışlıkta yaşayamadım, hiç olmazsa şu sıcaklarda, bir türlü yaşayamadığım bir yazlıkta öleyim diye, ölüsünü göstermek istemeyen soylu kediler gibi, aldım başımı, uzak, havalı, hem de güzel görünümlü bir yere gittim.

Ölmeden önce kendime,

“Son arzun nedir? Söyle bakalım!” diye sordum.

İçimden bir ses,

“Yaşamak!” dedi.

Sen onu bir kez geç bakalım, dedim, sana “son arzun nedir?” diye sorduksa, idam edileceklere sorulan “usulen” bir sorudur bu, hemen şımarma da, şöyle yapılabilecek, sana uygun düşebilecek bir isteğin varsa onu söyle!

İçimdeki ses, bir daha, boğuk boğuk,

“Yaşamak!”, diye haykırdı.

Sus!.. Bu senin isteğin “Bir sınıfın diğer sınıflar üstünde tahakkümünü kurmak” demektir ve ceza yasalarında yazılı en ağır suçtur.

İçimdeki ses susunca ekledim:

Bunca yıl at kuyruğunda sinek gibi yaşadın da ne gördün, ne buldun bu dünyadan a teres!..

Yumdum gözlerimi, “irtihali dârı beka” eyleyip “ebedi istirahatgâh”ıma çekildim. Düpedüz şarampola uzanmıştım. Yoldan geçen biri, biriki tekmeledi, bende bir kıpırtı görmeyince üstümü başımı aradı. İç ceplerimi karıştırırken gıdıklandım ama öldüğüme göre hiç ses etmemeliydim. Adam, ceplerimde para bulamadı. Saat, dolmakalem, yüzük, çakı, çakmak gibi işe yarar bir şeyler de bulamayınca suratıma tükürdü. Yine vicdanlı adammış. Tüküreceğine daha başka bir şey de yapabilirdi. Oradan geçen birine, seslendi:

Yolda biri ölmüş ama insandan sayılmaz!.. Polise haber verdiler. Gelen polise, daha önce ceplerimi arayan adam,

“Üstünde hiçbir şey yok, kim olduğu anlaşılmaz!” dediyse de polis,

“Heheheeey… ben onun kim olduğunu şimdi anlarım…” dedi.

“Kimliği olmayınca?…”

Eliyle yaka numarasına, sonra da tabancasına vuran polis,

“Biz bunları boşuna taşımıyoruz aslanım, dedi, biz yelden nem, selden yem kaparız.”

“Ama nasıl?”

“Konuştururum”.

“ölmüş… ölü konuşur mu?”

“Orası meslek sırrı… ölmemiş olanı herkes söyletir, ben ölüyü konuşturayım da gör. Biz ölüleri değil, mezar taşlarını bile dile getiririz, ki, Boğaziçi safasında gazel okunuyor sanırsın…”

Araya taraya ceplerimde Fatih’li sıracalı kıza, bir de Bursa’lı öğretmene yazdığım aşk şiirlerini buldular. Polis, şiirleri görünce,

“Herif şairmiş, dedi, bu şairler bir konuşmaya başladılar mı, bir daha yedi devletin polisi gelse bunları susturamaz…”

Polis, şiirleri alıp beni hendeğin içinde bırakınca, bir iyiliksever adam polise neden beni bırakıp da şiirleri götürdüğünü sordu.

Polis,

“Bu şiir denilen şey, içinden çıkılmaz, karışık bir şeydir, dedi, şifre gibi bir şey olduğundan bu yeni şiirleri ne okuyan anlar, ne dinleyen… Onun için en çok şiir okuyan bizde siyasi polislerdir. Belki bu şiirlerde bir suç bulunur diye incelemeleri için siyasi şubeye götürüyorum.”

Onlar gitti, ben de hendekte kalakaldım.

İşte sevgili Eşekarısı, ölümüm böyle oldu. Ama bununla bitmiyor. Sen ölmeyi kolay bir iş mi sanıyorsun? Nerdeee!… Şuna inan; günün birinde ölünce, nasıl doğduğuna pişmansan, öldüğüne de bin pişman olacaksın. Dünyanın öyle bir yerine, öyle bir zamanına gelmişiz ki, yaşasan yaşanmaz, ölsen ölünmez. Ne yaşamaya bırakırlar, ne ölmeye… .

Gelecek mektubumda ölümümden sonra bile başıma neler geldiğini anlatırım. Arayıp soran olursa selâmlarımı söyle. Soranlar dedim de aklıma geldi; aman, gözünü seveyim, sakın alacaklılarıma yerimi söyleme! Hele içlerinde biri vardır sen onu tanırsın alacağı parayı bana ödettirmek için. hiç dinlemez ölür de buraya gelir, bana burada, yani “ebedi istirahatgâh”ımda bile rahat vermez, öyle olur olmaz insana adresimi verme.

Zehirli iğnenin ucundan öperim.

Dostun ölmüş Eşek

İKİNCİ MEKTUP

(Ölmüş Eşek’in Cankurtaran Arabasıyla Taşınmasını Anlatır.)

Sevgili dostum Eşekarısı,

Geçen mektubumda nasıl öldüğümü, daha doğrusu yol hendeğine öldüm diye nasıl yan gelip yattığımı anlatmıştım. Asıl zorluk ondan sonra başladı. Oradan gelip geçen bütün yolcular başıma toplandılar. Başımda yığılıp kalan yurttaşlardan biri,

“Yahu, biz nasıl insanlarız be!” diye bağırdı, “adam gözümüzün önünde ölüyor da, hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor.”

Başka birisi,

“Doğru, dedi, memlekette insan kalmamış namussuzum. Surada şu kadar kişi var da, içlerinden bir insanoğlu çıkıp yardım etmiyor.”

Kalabalıktan biri sordu:

“Sen neye yardım etmiyorsun, sen insan değil misin?”

“Sen onu bana soracağına kendine sorsan daha iyi değil mi?”

“Benim işim var yoksa… Olmasa ne olacak, suradan bir koşu eczaneye gider haber verirdim.”

“İşi varmış… Hangi iş be, yarım saattir, burada dikilmiş bakıyorsun.”

Ondan sonra sesler bir gürültüuğultu olarak sürdü.

“Bir doktor yok mu, doktor? Bu kadar insan içinde bir doktor yok mu yahu?”

“Bu sabah gazetede okudum: Beyin göçü varmış… Doktorlarımız Amerika’ya, Almanya’ya göçetmişler. Memlekette doktor da kalmadı kardeşim.”

“En iyisi suradan bir yerden telefon etmek…”

“Bizim telefonları bilmez misin kardeşim, telefondan ses gelene kadar adam çoktan ölür…”

“Ölmekle kalsa iyi, telefonla konuşmayı beklersen, adamı, kurtkuş yer de parçası bile kalmaz. Şimdiki zamanda telefonla konuşmak kolay mı!..”

“Vahvah… Adam gözümüzün önünde ölüyor be!..”

“Kardeşim insaf yok ki, insaf…”

Ne demiş şair: “insaf kalmamış beni âdemde / Anam ağladı Acıbadem’de…”

Bir delikanlı yanındakine,

“Avrupa’da, Amerika’da olsa, işte böyle bir şey olmaz, dedi, oraları medeni memleket…”

“Yani şimdi sen ne demek istiyorsun, bizim memleketimiz medeni değil mi demek istedin? Ha? Erkeksen bir daha söyle bakalım bu kadar tanık önünde!”

“Ben öyle demek istemedim…”

“Yahu, bırakın tartışmayı da bir şey yapın, adam ölüyor be…”

“Avrupa’da olsa, sosyal yardım servisleri var heriflerin; diyelim bir köpek bile sokak ortasına düşüp debelense, hemen koşarlar, arabaya atar, doğru hayvan hastanesine götürürler.”

Yanındaki ona karşı çıktı:

“Yağma yok… Hiç de öyle değil işte. Avrupa’da, Amerika’da kimse kimsenin işine karışmaz. Orda herkesin kendi işi var. Yanıbaşmdaki “ölüyorum, Allah rızası için bir yudum su verin!” diye yalvarsa, kimseler su vermez. Anladın mı sen?”

“Bayım, siz Avrupa’ya gittiniz de mi böyle konuşuyorsunuz?”

“Ben kendim gitmedim…”

“Eee?”

“Gitmedikse de gidenlerden duyduk, üstelik gazetelerde okuyorum da… Sanki siz gittiniz mi?”

“Tabii… Geçen yıl bizim kurumun yardımlaşma derneği, vapurla on beş günlük Akdeniz gezisi düzenlemişti. Baştanbaşa Yunanistan’ı, İtalya’yı, İspanya’yı, sonra efendiceğizime söyleyeyim, neydi adını söyleyiver, işte orasını, hep gezip dolaştık.”

“Avrupa görmüş insanın hali bir başka oluyor…”

“Avrupa’daki gezilerimin sonunda şunu öğrendim ki…”

“Yahu, bir vicdanlı insan yok mu içinizde be? . Var, ne olacak?”

“İyi işte, gidip bir yerden telefon et de, cankurtaran çağır…”

“Avrupa’da olsun, Amerika’da olsun, ölene kalana hiçkimse karışmaz. Neden karışmaz? Çünkü oraları medeni memleketler olduğundan, her işe karışacak adam ayrıdır. Yolda düşenleri, yol hendeğine düşenleri, düşüp de ölenleri, düşüp de ölmeyenleri kaldırmak için hep ayrı ayrı örgüt vardır. Böyle bizdeki gibi adam ölürken, başında durup da nasıl ölüyor diye seyretmezler, geçip giderler.”

“Demek, onlarda da hiç insanlık kalmamış yani… insan nasıl geçer gider, hiç olmazsa döner de bakar yahu…”

“Yani o işle kimler ilgiliyse, onlar alır, götürür, artık ne yapacaklarsa yaparlar.”

“Göğsünü bağrını açmalı zavallının…”

“Efendim, bu durumlarda en iyisi, masaj yapmaktır… Birisi masaj yapsa herif kurtulacak…”

“Kollarını, ayaklarını oynatsalar, göğsüne de bastırsalar biraz, belki kendine gelir.”

“Ne masajı, ne mesajı be kardeşim, adam ölmüş, sen hâlâ konuşuyorsun…”

“Ölmüş mü?.. Vay anasını…”

“Neye şaştın öyle?”

“Az önce yaşıyordu.”

“Ne var şaşacak bunda? Az sonra da öldü. Ölenlerin hepsi de, ölmeden önce yaşar.”

“Can dediğin bir kuştur, şimdi var, şimdi yok…”

“Hepimizin sonu işte bu!…”

“Biz adam olmayız kardeşim… Yani şu kadar adam şu zavallının başına toplanmış da, hiçbirinin yardım etmemesi insanlık mı?”

Dostum Eşekarısı, doğrusu başımda toplananların bu konuşmaları çok hoşuma gidiyordu. Bu işin bu denli eğlenceli olduğunu bilseydim, canım sıkıldığı zamanlar, kentin kalabalık alanlarında ikide bir düşüp ölme numarası yapardım. Ama şimdi bu hendekte numara yapamazdım; çünkü öleceğim diye söz vermiştim, hem de kalabalıkta söz verdiğimden, döneklik edemezdim.

Başımda toplananlardan telesik işi olanlar, yarım saat kadar sorup soruşturuyor, benim için sözde bilgi aldıktan sonra yollarına gidiyorlardı. Uzun incelemeden sonra artık bıkıp sıkılanlar da gidiyor, ama her gidenin yerini dört beş kişi aldığından kalabalık gittikçe artıyordu, ölümü görmek için itişip kakışıyorlar, bağrışıp çağrışıyorlardı. Bir kadın, önündeki çocuğu iterek, “Bacak kadar çocukların böyle yerlerde ne işi var! diye bağırınca”, arkasından kavradığı kadını kollarının arasına alıp korumaya çalışan bir erkek,

“Terbiye kalmamış, dedi sözde vatana çocuk yetiştiriyorlar. “Saldım bayıra, mevlâm kayıra!…””

“Ne Ana babalar var şu dünyada?” üstümdekileri, giysimi, kaşımı gözümü inceleyenlerden biri,

“Ayakkabılarına bakın, dedi, bağın biri siyah, biri kahverengi…”

Bu söz üzerine gülüşmeler oldu.

Öyle utandım ki, ayağımın birini altıma alıp aynı renkte fotinbağı kullandığımı gizlemek istedim ama ölmüş olduğum için kıpırdamam hem ayıp kaçar, hem de kurala aykırı düşerdi, işte o zaman anladım, bir işi yapmadan önce iyice düşünüp danışmak gerekiyor, ölecek misin, ölmeden önce, yerde nasıl poz alacağını hesaplamalı, ona göre yere uzanmalısın. Oysa ben, öldüm diye yol hendeğine gelişigüzel uzanırken, dikkatli yurttaşlarımın fotinbağlarımın ayrı renkte olduğunu bile inceleyeceklerini hiç düşünememiştim.

Üstümü başımı inceleyenlerden biri,

“Bahse girerim, ayakkabıları en az üç kere pençelenmiş…” dedi.

Bana en çok acıyan, yaşlı bir kadındı, yaşlı ama “mihrabı yerinde”, boyası, badanası kat kat bir kadın,

“Vah vah… Ne de uzun, kıvırkıvır kirpikleri varmış maşallah, yazık olmuş gence… “dedi.

Şu insanlar birbirine hiç benzemiyor, kimisi saça, kimisi de kirpiğe meraklı. Şu yaşlı kadının uzun kirpikli erkek meraklısı olduğu kimin aklına gelir!

“Pantalonunun paçaları liğme liğme…”

“Ceket kollan da iyice tirfillenmiş…”

“Pantalonunun dizkapakları eprimiş.”

“Yahu, ne duruyorsunuz?”

“Ya ne yapalım?”

“Birisine haber verin. Doktor filan gelsin…”

“Göz göre göre ölüyor.”

“Bakalım yaşıyor mu ki…”

“Dostum, o yaşasın, yaşamasın, biz insanlığımızı gösterelim de…”

“Kaç yaşında var dersiniz?”

“Eh, kırk, kırkbeş…”

“Sanmam… Olsun olsun da otuz olsun.”

“Ben insan sarrafıyraıdır. Bir baktım mı suratına, şıp diye ne mal olduğunu anlarım insanın… Bu adam yüzdeyüz bir küçük memur ve çok dargelirli.”

“Bence de öyle… Hem de hep masada oturup çalışan biri…”

“Nerden anladınız?”

“Baksanıza ceket dirseklerinin havı dökülmüş…”

“Boyu da pek kısa…”

“Ondan yaşını göstermiyor ya…”

“Ben sana bir şey söyleyeyim mi, böyle eceliyle ölmüş olanı seyir hiç bir şeye benzemiyor, bunun hiç heyecanı yok, herif asılacak ki, işte o zaman seyret, ne zevk…”

Sevgili Eşekarısı altı saatten çok o hendekte kaldırımı sanıyorum, çünkü artık güneş batmak üzereydi. Yurttaşlar bölük bölük gelip ölümü seyrettiler. Hepsi de üzüldü, acıdı Birbirimize yardım etmeyen kötü insanlar oluşumuzdan yakındılar. Daha da ileri gidip, yardım elini uzatmayanlara ilenenler, şovenler bile oldu. Tam beni oradan kaldıracakları sırada, öğretmen olduğunu sandığım biri,

“Haberim olsaydı, öğrencilerimi getirir de gösterirdim, uygulama yaparlar, insanın nasıl öldüğünü görürlerdi…” dedi.

Bir yurttaş,

“Yahu hayatınızda hiç ölü görmediniz mi, ne yığılıp duruyorsunuz!” diye bağırıp kalabalığı dağıtmaya çalışırken başka biri de,

“Kuyruğa girelim yurttaşlar, sırayla… itişip kakışmayalım… Kuyruğa girersek hepimiz görürüz…” diye seslenerek düzen kurmaya çalışıyordu,

Beni cankurtaran arabasına atarlarken, meraklı bir yurttaş da,

“Bir dakika durun, ne olur, taaa nerden koşup görmeye geldim…” diyerek beni görmek için kalabalığı yarmaya çalışıyordu.

Adama

“Tanıdığınız, akrabanız filan mı yoksa?” diye sordular.

“Yok canım, haber verdiler de merak edip geldim…” dedi.

Çok yazık, meraklı yurttaşların hepsi ölümü göremedi. Araba kalktı. Çocuklarla bir kaç da delikanlı, bir zaman arabanın arkasından koştular. Sonra herhalde, insan gücünün makine gücüyle yanşamayacağını anlamış olacaklar ki, bu yarıştan caydılar.

Sevgili Eşekarısı, cankurtaran arabasındaki gezimi de evet, bu bir geziydi gelecek mektubumda anlatırım. Selâmlar eder, iğnenden ve gözlerinden öperim.

Dostun Ölmüş Eşek

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Ölmüş Eşek kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Ölmüş Eşek

Ölmüş Eşek

Öykü
Yazar: Aziz Nesin  
Yayınevi: Nesin Yayınevi