Adı Leyla’ydı. İstanbul’un en eski genelevlerini barındıran o meşum sokakta yer alan gülkurusu renkli evde bilinen adıyla Tekila Leyla. Öyle derdi ona arkadaşları, ahbapları ve müşterileri. Öyle derdi ona beş kadim dostu. Hiç istemezdi Leyla kendisinden geçmiş zaman diliminde söz edilmesini. Ama işte kalbi daha az evvel susmuş, soluk alış verişi ise hepten kesilmişti. Şehrin kenarlarında bir çöp kutusuna bırakılmıştı cansız bedeni. Gene de henüz durmamıştı beyni. Çalışıyordu hâlâ. Tastamam on dakika otuz sekiz saniye boyunca…

Adı Leyla’ydı. Tekila Leyla.

Öyle derdi ona arkadaşları, ahbapları ve müşterileri. Evde ve işyerinde -rıhtımın yakınlarında, lambacılarla kebapçıların ortasında, bir kiliseyle bir sinagogun arasına sığışmış arnavutkaldırımlı çıkmazda, yani İstanbul’un en eski genelevlerini barındıran o meşum sokakta yer alan gülkurusu renkli evde- bilinen adıyla Tekila Leyla.

Yine de böyle dediğinizi duyacak olsa vallahi bozulabilir ve ayakkabısını -yüksek topuklu pabuçlarından birini- şaka yollu kafanıza fırlatabilirdi. Benden söylemesi.

“Bi dakka. ‘Adı Leyla’ diyeceksin canikom, ‘adı Leyla’ydı’ değil, tamam mı?.. Geçmiş zamana konulacak kadın mıyım ben yahu!”

Hiç istemezdi kendisinden geçmiş zaman diliminde söz edilmesini, tüm hayatı ve varlığı adeta bir masalmışçasına ondan bahsedilmesini. Zinhar razı olmazdı buna. Böyle bir şeyin düşüncesi bile kendini önemsiz ve bitik ve yenik hissetmesine neden olurdu muhtemelen ve şu garip dünyada istediği en son şeydi böyle hissetmek. Ne yenikti o, ne bitik, ne de önemsiz.

Ama işte şu an itibariyle, ne kadar ısrar ederse etsin şimdiki zamana sımsıkı tutunmakta, Tekila Leyla’nın kalbi daha az evvel durmuş, soluk alıp verişi ise hepten kesilmişti. Nasıl inkâr edebilirdi ki öldüğünü?

Arkadaşlarının hiçbirinin haberi yoktu henüz. Sabahın bu erken saatinde hepsi horul horul uykuda olmalıydı. Her biri kendi rüyalar labirentinin çıkış yolunu arıyordu muhtemelen.

“Keşke ben de evimde olsaydım” diye düşündü Tekila Leyla, “yorganımın sıcağıyla sarmalanmış halde, ayakucumda kıvrılmış, mahmur bir mutlulukla mırıldanan kedimle birlikte.”

Kedisi, sağ olsun, hem yaşlı hem duvar gibi sağırdı. Patilerinin birindeki kar beyazı leke dışında da simsiyahtı. Tıpkı erken dönem sinema kahramanları gibi kendine ait sessiz bir evrende yaşıyordu. Zaten bu yüzden ona, Charlie Chaplin’den esinlenerek Çapkın Çarli ismini koymuştu Tekila Leyla.

Şu an evinde olmak için neler vermezdi ki. Ama orada değil, buradaydı işte; İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde, karanlık ve nemli bir futbol sahasının karşısında, tutamaçları paslanmış, boyası dökülen, metal bir çöp kutusunun içinde. Tekerlekli bir çöp kutusuydu bu; yaklaşık 1,20 metre yüksekliğinde, eni de onun yarısı kadar. Leyla’nın kendisi 1,70 boyundaydı – üstüne bir on beş santim de hâlâ ayaklarında olan arkası açık, mor parıltılı stilettoları eklemek gerek.

Merak ettiği öyle çok şey vardı ki. Hayatının son anlarını tekrar tekrar düşünmekten alamıyordu kendini. Zihninde son saniyelerini yeniden kurguluyor, nerede neyin ters gittiğini sorgulayıp duruyordu – halbuki beyhude bir çabaydı bu, zira zaman dediğin çözülmüş bir yün yumağı gibi geriye sarılamazdı. Son nefesini verdikten sonra insan, işlerin nerede tökezlediğini sormanın ne yararı vardı!

Teni donuk, soluk gri-beyaz bir renge dönmeye başlamıştı bile. Ama ne ilginçtir ki hücreleri hummalı bir faaliyet içindeydi hâlâ. Bir koşuşturma ki sormayın. Organ ve uzuvlarında hayat enerjisi kesilmemişti henüz. Ne gariptir; cesetlerin devrilmiş bir ağaç ya da içi boş bir kütük kadar cansız olduğu varsayılır. “Halbuki hakikat böyle değilmiş” diye düşündü Leyla. Fırsatı olsa, sanılanın aksine, cesetlerin enerji dolu olduğunu anlatırdı bizlere.

Bir fani olarak varoluşunun sonuna gelmiş olduğuna inanamıyordu. Daha dün akşam Beyoğlu’ndan salınarak geçmiş, adlarını ya askeri liderlerden ya milli kahramanlardan -hep ama hep erkeklerden- alan sokaklarda gezdirmişti gölgesini. Daha bu hafta, Galata ve Kurtuluş’un alçak tavanlı tavernalarında, Tophane’nin basık, boğucu batakhanelerinde, yani turist rehberlerinde katiyen yer almayan mekânlarda kahkahası yankılanmıştı doya doya. Tekila Leyla’nın bildiği ve yaşadığı ve sırtlandığı İstanbul, Turizm ve Kültür Bakanlığının yaban-cılara göstermek istediği İstanbul değildi zaten.

Dün gece, lüks bir otelin en üst katındaki süitte, bir viski bardağının etrafında bırakmıştı parmak izlerini. Parfüm kokusu da yabancı bir adamın yatağının üstüne atıverdiği ipek fularda kalmıştı. Beş can dostunun yaş günü hediyesiydi ona bu parfüm – Paloma Picasso. Gökyüzünde, ta yukarılarda, geceden kalma ayın silueti görünüyordu hâlâ; incecik bir dilim şeklinde ve mutlu bir anın yadigârı gibi parlak ve ulaşılmazdı.

Madem hâlâ bu dünyanın bir parçasıydı Tekila Leyla ve madem içinde hâlâ hayat vardı, enerji vardı, o halde nasıl yitip gitmiş olabilirdi? Günün ilk ışıklarıyla silinen bir rüya değildi ki “var” iken “yok” olsun böyle birdenbire? Daha birkaç saat önce şarkı söylüyor, sigara içiyor, yürüyor, küfrediyor, düşünüyordu… gerçi hâlâ düşünüyordu ya. ilginç! Zihninin gene de tıkır tıkır çalışıyor olması fevkalade bir şeydi – tabii bunun ne kadar süreceği belli değildi. “Keşke geri gidebilsem de herkese ölülerin hemen ölmediğini, hiç değilse bir süre daha birtakım şeylere kafa yorabildiklerini anlatabilsem…” diye geçirdi aklından. Ama bunu bilseler kesin korkarlardı. Kendisi de hayattayken ürkerdi muhtemelen böyle bir bilgiden. Ama bu hakikatin bilinmesinin önemli olduğuna kanaat getirdi. Ah keşke yaşayanlara bunu anlatabilseydi.

Âdemoğulları Havvakızları nedense varoluşlarının dönüm noktalarıyla ilgili bitimsiz bir sabırsızlık içindelerdi. Mesela zannediyorlardı ki evlilik defterine imza atar atmaz insan hemen “koca” olur, “eş” olur. Oysa işin aslı şuydu ki, evlilik denilen müesseseyi anlamak uzun yıllar sürüyordu. Benzer şekilde, herkes zannediyordu ki insanın çocuğu doğduğu an anne olunur ya da baba olunur. Gerçekteyse, ebeveyn olmayı öğrenmek hayli zaman alıyordu. Keza anneanne babaanne olmayı öğrenmek de öyle. Aynısı emeklilik ve yaşlılık için de geçerliydi. Hayatının yansını geçirip uğruna hayallerinin çoğunu heba ettiğin bir ofisten çıktığın anda nasıl birdenbire vites değiştirebilirdin ki? O kadar kolay değildi değişime ayak uydurmak, bir sonraki aşamaya geçiş yapmak. Hâlâ saat yedide kalkıp duşunu alan, tıraş olup düzgünce giyinen ama kahvaltı masasına oturunca gidecek bir vazifeleri olmadığını hatırlayarak oracığa çöküveren emekli öğretmenler tanıyordu mesela. Alışmaya çalışıyorlardı hayatlarının bu yeni safhasına. Velhasıl hayat birbirinden kopuk ve kesik kategorilerden değil, birbirine iplik iplik dolanan süreçlerden örülüydü.

îş ölüme gelince de durum pek farklı değildi belki. İnsanlar sanıyordu ki, son nefesini verdiğin an otomatik olarak bir cesede dönüşürsün. Vallahi o kadar mekanik değildi bu dönüşüm. Nasıl kömür karasıyla pırıl pırıl beyazın arasında sayısız renk tonu mevcutsa, “hayat” ve “daimi istirahat” denilen mertebeler arasında da birtakım farklı geçişlilikler vardı.

Güneşin doğmasını bekliyordu sabırla. O zaman bilileri onu görüp bu pis çöp kutusundan çıkaracaktı muhakkak. Kimliğini aydınlatmak yetkililerin fazla zamanını almazdı herhalde. Bütün yapmaları gereken Tekila Leyla’nın bir hayli kabarık dosyasını bulup çıkarmaktı tozlu arşivlerinden. Yıllar içinde haddinden fazla kere durdurulmuş, aranmış, fotoğraflanmış, parmak izi vermiş ve gözaltına alınmıştı. Arka sokaklardaki polis karakollarının kendilerine has kokusu ne kadar da tanıdıktı ona: bir gün önceden kalma izmaritlerle tepeleme dolu küllükler, kenarı kırık fincanlarda kahve telveleri, ekşi nefesler, ıslak bezler ve ne kadar çamaşır suyu kullanılsa da bastırılamayan o keskin tuvalet kokusu. Polis memurları ile sabıkalı suçlular daracık mekânları paylaşırlardı eninde sonunda. Saçları, ölü deri hücreleri aynı zemine dökülürdü, insan gözünün göremediği bir boyutta, zıt unsurlar en beklenmedik şekillerde birbirine karışabiliyordu. Ne tuhaf!

Yetkililer kimliğini tespit edince ilk iş ailesine haber verirlerdi herhalde. Annesiyle babası bin altı yüz küsur kilometre uzakta, Van’da yaşıyorlardı. Ama onu çok zaman önce reddettikleri düşünülürse, kalkıp cenazesini almaya geleceklerine ihtimal vermiyordu Leyla.

Bizi rezil rüsva ettin cümle âleme. Herkes arkamızdan konuşuyor.

O nedenle polis, ailesi yerine arkadaşlarına gitmek zorunda kalacaktı. Beş can dostu vardı Tekila Leyla’nın: Sabotaj Sinan, Nostalji Nalan, Cemile, Zeynepl22 ve Hollywood Hümeyra.

Arkadaşlarının her şeyi bırakıp koşa koşa geleceklerinden hiç kuşkusu yoktu. Gözleri şoktan kocaman açılmış, yüreklerinde ağır bir üzüntü ve henüz tam olarak büyüklüğünü kavrayamadıkları bir matemle, telaşlı ve mütereddit adımlarla ona doğru koşarken görebiliyordu neredeyse onları. Arkadaşlarını üzeceği için kötü hissetti kendini, istemezdi onları böyle yaralamak. Ama biliyordu ki beş dostu ona harika bir cenaze töreni yapacaklardı. Bunu düşünmek içini rahatlattı. Mademki gidiyordu bu âlemden, tantanayla, aşkla gitmeliydi. Ona da bu yakışırdı! Kâfuru ve tütsü. Müzik ve çiçekler – bilhassa güller. Ateş kırmızısı, canlı sarı, koyu bordo… Klasik, zamana meydan okuyan, rakipsiz. Lale fazla ihtişamlı, nergis fazla narindi, zambaksa oldum olası Leyla’yı hapşırtırdı. En iyisi güldü her zaman; albenisi ve sivri dikenleriyle gül kadar bir kadına yakışan çiçek var mıydı?

Usul usul şafak söküyordu. Rengârenk ışık huzmeleri -şef-talili bellimler, portakallı martiniler, çilekli margaritalar, buzlu negroniler- ufkun üstünde uzanıyorlardı doğudan batıya.

Çevredeki camilerden yükselen birbiriyle senkronize olmayan ezan sesleri çoktan dağılmıştı. Turkuaz uykusundan uyanan İstanbul Boğazı esniyordu. Duman tıksıran motoruyla bir balıkçı teknesi limana dönüyordu. Ağır bir dalga kıyıya vurdu nazlı nazlı. Zamanında buraları bezeyen zeytinlikler ve incir bahçeleri daha fazla binaya ve otoparka yer açmak için buldozerlerce dümdüz edilmişti. Yarı karanlığın içinde bir yerlerde, bir köpek havladı – bitimsiz bir sadakat ve görev duygusuyla. Yakınlarda bir kuş öttü yüksek sesle ve bir başkası da ona yanıt verdi, kim bilir neler diyerek. Bir şafak korosu. Delik deşik yolda bir çukurdan çıkıp diğerine düşen bir sevkıyat kamyonunun gümbürtüsünü duyuyordu şimdi Leyla. Birazdan, sabah trafiğinin uğultusu kulakları sağır eder hale gelecekti. Yaşam tüm gücüyle bastıracaktı her gün olduğu gibi.

Tekila Leyla hayattayken, ha bire dünyanın sonu hakkında atıp tutanlara bir türlü akıl sır erdiremezdi. Kıyametle ilgili tahminlerde bulunmaktan adeta zevk alan bu tiplere şaşını-, hatta onları tedirgin edici bulurdu, ilk bakışta aklı başında görünen insanlar nasıl oluyordu da gezegeni tarumar eden göktaşları, ateş toplan ve kuyrukluyıldızlar hakkındaki bütün o çılgın senaryolara kafayı takabiliyorlardı öyle? Leyla’ya kalsa, insanlığın başına gelebilecek en kötü şey kıyamet değildi. Medeniyetin bir anda toptan silinip gitmesi ihtimali ürkütücüydü, doğru. Ama çok daha ürkütücü olan bir şey vardı: tek tek bizim kendi bireysel ölümlerimizin dünyanın düzenine zerre kadar etkisi olmadığını ve hayatın bizle ya da bizsiz ertesi sabah aynı şekilde devam edeceğini kavramak. En korkutucu olan bu değil miydi?

Meltemin yönü değişti birden, futbol sahasının kuzeyinden esmeye başladı.

Ve derken, ayak sesleri. Yaklaşmakta olan dört gölge. Dört ergen oğlan. Çöpleri karıştırıp bir şeyler bulmak için erkenden yola düşmüş yoksul, yoksun çocuklar. İkisi plastik şişeler ve ezilmiş teneke kutularla dolu bir el arabasını itiyordu. Omuzları düşmüş, dizleri bükülmüş bir başka oğlan, ağır mı ağır pis bir çuvalı sırtlamış, arkalarından geliyordu. Besbelli elebaşları olan dördüncü ise, kemikli göğsünü bir dövüş horozu gibi şişirmiş, kendisine özgü bir çalımla kasıla kasıla yürüyordu önlerinden. Aralarında şakalaşarak, itişerek Tekila Leyla’nın içinde bulunduğu çöp kutusuna doğru yaklaşıyorlardı.

Yürümeye devam edin.

Yolun karşı tarafındaki bir çöp kutusunun önünde durup içini karıştırmaya giriştiler. Şampuan şişeleri, meyve suyu kutuları, salça kavanozları, yoğurt kâseleri, yumurta kartonları… ganimetlerini bir bir seçip el arabasına yığmaya başladılar. Hareketleri becerikli, ustacaydı. içlerinden biri eski bir deri şapka buldu. Gülerek başına taktı ve muhtemelen bir filmde gördüğü bir gangsteri taklit ederek ellerini arka ceplerine sokup, abartılı, mağrur bir edayla yürümeye başladı. Elebaşı, ceberut bir havayla anında şapkayı çocuktan kaptığı gibi kendi başına taktı. Kimse itiraz etmedi. Kimse ona diklenmedi.

Çöpü yeterince temizlemiş, gitmeye hazırdılar şimdi. Tekila Leyla, çocukların geriye dönüp ters yöne yürümeye başladıklarım fark etti dehşetle.

Şşt, baksanıza, buradayım ben! Hey!

Elebaşı, sanki Leyla’nın yalvarışını duymuş gibi, çenesini ağır ağır kaldırıp gözlerini kıstı ve yükselen güneşe baktı. Değişen ışığın altında, bakışları ufku taradı. Derken birdenbire durdu. Kaşları kalktı, dudakları hafifçe titredi.

Lütfen kaçma.

Kaçmadı. Onun yerine, diğerlerine dönüp duyulmayan bir şeyler söyledi. Şimdi onlar da yüzlerinde aynı afallamış ifadeyle Leyla’ya bakıyorlardı. Ne kadar genç olduklarını fark etti Leyla. Büyük adam gibi davranmaya çalışsalar da daha ufacık, ana kuzusu veletlerdi aslında.

Elebaşı, atılabilecek en küçük adımlarla ona doğru ilerledi. Bir fare yere düşmüş bir elmaya nasıl yaklaşırsa -ürkek ve tedirgin ama bir o kadar da kararlı ve hızlı- öyle yürüyordu çocuk Leyla’ya doğru. Yaklaşıp da Leyla’nın halini görünce çehresi karardı oğlanın.

Korkma ne olur.

Çocuk biraz daha sokuldu ve durdu. O kadar yakındaydı ki şimdi kanlanmış gözlerinin sarıya çalan aklarını görebiliyordu Leyla. Bali kokluyordu besbelli. İstanbul’un kucak açıp bağrına basar gibi yaptığı ama en beklenmedik anda eski bir bez bebek gibi fırlatıp kenara atacağı yüzlerce, binlerce gariban çocuktan biriydi o da; taş çatlasa on beş yaşındaydı daha.

Polisi ara oğlum.

Polisi ara ki sevgili arkadaşlarıma haber verebilsinler.

Kimsenin onu izlemediğinden emin olmak için sağa sola bakındı oğlan, ileri doğru atılarak Leyla’nın kolyesine uzandı – ortasında minicik bir zümrüt taş olan kapaklı, altın kaplama bir madalyondu bu. Elinde patlayacağından korkuyormuş gibi dikkatle dokundu kolyeye, metalin serinliğini hissetti avucunda. Madalyonu açtı, içinde bir fotoğraf vardı. Fotoğrafı çıkarıp bir an dikkatle inceledi. Kadını -daha genç halini- tanıdı hemen; kadının yanında ise saçları eski moda uzun ve bambaşka bir devrin tarzında taranmış, yeşil gözlü, yumuşak gülüşlü bir adam vardı. Mutlu görünüyorlardı beraber. birbirlerine âşık görünüyorlardı.

Fotoğrafın arkasında bir yazı vardı: D!Ali ve ben… 1976 baharında.

Oğlan ilgisizce burnunu çekti. Fotoğraf değildi derdi. Hızlıca asılıp kopardı kolyeyi ve ganimetini cebine sokuşturdu. Şayet arkasında sessizce duran diğerleri onun ne yaptığını fark ettilerse bile görmezden gelmeyi tercih ettiler. Henüz küçüktüler belki ama ne zaman uyanıklık edip ne zaman aptal taklidi yapmaları gerektiğini bilecek kadar deneyimleri vardı bu zor şehirde.

Oğlanlardan en ufağı bir adım öne gelip, ancak bir fısıltı kadar çıkan sesiyle sormaya cesaret edebildi:

“Sence şey mi?”

“Ney mi?”

“Yani yaşıyor mu?”

“Saçmalama” dedi elebaşı. “Çoktan nalları dikmiş karı, baksana.”

“Zavallı, yazık. Kimmiş acaba?”

Elebaşı kafasını yana eğip sanki ilk kez fark ediyormuş gibi dikkatle inceledi Tekila Leyla’yı- Onu baştan aşağı süzerken, tıpkı dökülen mürekkebin sayfaya yayılması gibi pis bir sıntış yüzüne yayıldı.

“Görmüyor musun ulan geri zekâlı? Orospunun teki.”

“öyle mi dersin?” diye sordu en genç oğlan – böyle bir kelimeyi ağzına almayacak kadar utangaç ve masumdu.

“Ben demiyorum salak. Ortada işte.”

Elebaşı gruba doğru dönerek yüksek ve kesin bir sesle konuştu ardından:

“Bütün gazetelere çıkar bu valla. Televizyonlara da! Meşhur olacağız! Gazeteciler gelince onlarla konuşma işini bana bırakın, tamam mı?”

Uzakta bir yerlerde, ara gazını alan bir araba çevre yoluna doğru kükrercesine atıldı ve virajda patinajlar yaparak uzaklaştı. Egzoz kokusu tuzlu rüzgârın yakıcılığına karıştı. Gün ışığının minarelere, çatılara ve erguvan ağaçlarının en üst dallarına ancak dokunmaya başladığı bu erken saatte, körpe demde bile insanların acelesi vardı bu şehirde, sanki daha şimdiden gecikmişlerdi bir yerlere.

"

On Dakika Otuz Sekiz Saniye kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

On Dakika Otuz Sekiz Saniye