Sicilya Konuşmaları, İtalyan yazar Elio Vittorini’nin bir romanıdır. İlk olarak 1938-1939’da edebiyat dergisi Letteratura’da seri olarak yayınlandı ve ilk olarak 1941’de Nome e Lagrime başlığı altında kitap formunda yayınlandı. Hikaye, uzun bir aradan sonra Silvestro Ferrauto ve Sicilya’ya dönüşü ile ilgilidir.

Elio Vittorini çağdaş İtalyan edebiyatının en ilgi çekici yazarlarından biri; Sicilya Konuşmaları da Vittorini’nin en ünlü eseridir. 1908 yılında Sicilya’da Siracusa’da doğan Vittorini İngiliz dilinden yaptığı çeviriler, hikâyeler ve denemelerle tanındı. Ardından 1941 yılında kitap halinde yayınlanan Sicilya Konuşmaları/ Conversazione in Sicilia ile kısa zamanda büyük bir üne kavuştu. 1966 da ölen yazarın, günümüzün ünlü pek çok İtalyan yazarının ortaya çıkıp tanınmasında büyük emeği geçmiştir. Sicilya Konuşmaları tadına gerçekten doyulamayacak bir başeserdir.


BİRİNCİ BÖLÜM

BİR

O kış, zaman zaman, ne olduklarını iyice anlayamadığım öfke nöbetlerine tutuluyordum. Burada onları anlatmaya kalkışacak değilim, çünkü asıl anlatmak istediğim şey bunlar değil. Ama bu nöbetlerin pek öyle kahramanca bir yanı olmayan soyut, gerçeklikleri bile tartışılabilir duygular olduğunu söylemem gerek. Yok olup gitmekte olan insanlıkla ilgili bir çeşit öfkelenmeydi bu. Uzun süredir bu nöbetler yakamı bırakmıyordu, bu yüzden umutsuzluk içindeydim. Çığırtkan gazete başlıklarını gördükçe başımı önüme eğiyordum. Arkadaşlarla buluşuyor, onlarla bir iki saat sessiz ve süngüsü düşük biri gibi oturuyordum. Karımın ya da sevgilimin beni bekledikleri zamanlarda, başım önüme eğik, tek kelime konuşmadan karşılarına çıkıyordum. Bu arada günler, aylar geçiyor ve durmadan yağmur yağıyordu. Ayakkabılarım iyice eskimiş, süngere dönmüştü. Yağmurdan, gazete başlıklarındaki cinayetlerden, lime lime olmuş ayakkabılarımdaki ıslaklıktan başka bir şey yoktu. Anlamsız bir düş, sessiz bir umutsuzluktu yaşamak benim için.

İşin en korkunç yanı da buydu: umutsuzluğumun sessizliği; insanlığın yok olmaya yargılı olduğuna inanmak, ama onu kurtarmak için hiç bir istek duymamak, bunun yerine onunla birlikte yok olmayı özlemek.

Bu öfke nöbetleri beni iyice sarsmış, ama bir türlü kanıma girememişti; sakin ve isteksizdim. Sevgilimin beni bekleyip beklememesi, onunla buluşup buluşmamak, bir sözlüğün sayfalarını karıştırmak, sokağa çıkıp arkadaşlarıma gitmek ya da evde oturmak gibi şeylerin hiç biri beni ilgilendirmiyordu. Sakindim. Sanki bir gün olsun yaşamamış, mutluluğun ne demek olduğunu bilememiştim; sanki ne söyleyecek bir sözüm, ne kabul edecek, ne karşı çıkacak, ne de kaybedecek bir şeyim vardı, bütün tutkuların ötesindeydim; sanki hayatım boyunca ne bir lokma ekmek yemiş, ne şarap, ne kahve içmiş, ne bir kadınla yatmış, ne çocuk sahibi olmuş, ne de kimseyle kavga etmiştim; sanki bütün bunların olabileceğini düşünmemiş; sanki hiç adam olmamış, hiç yaşamamış, çocukluğu Sicilya’nın firavun incirleri, kükürt madenleri ve dağları arasında geçen bir bebek olmamıştım.

Gene de bu öfke nöbetleri içimi altüst edip duruyordu. Bense, başım önüme eğik, insanlığın umutsuz durumunu düşünüyordum; bütün bunlar olurken de, durmadan yağmur yağıyor, bense, ağzımı açıp kimseye bir şey söyleyemiyordum ve yağan yağmur ayakkabılarımın iyice içine geçiyordu.

İKİ

Derken babamın mektubu geldi. Zarfın üstündeki yazıyı tanıdım, ama mektubu hemen açmadım. Yazıyı tanımış olmam beni bir an için durdurdu. İşte o an, benim de bir çocukluğum olduğunu ve iyi kötü bir çocukluk dönemi geçirdiğimi anladım. Mektubu açtım.

Şunlar yazılıydı:

“Sevgili Oğlum,

Sen de, öbür kardeşlerin de bilirsiniz ki, sizlere her zaman iyi bir baba, annenize de iyi bir koca olmuşumdur. Ama şimdi başıma gelen bir şey yüzünden evi terkettim. Sakın hemen hakkımda kötü şeyler düşünmeyin. Gene eskisi gibiyim. Sizleri seven babanız, annenizin yakın dostu, üstelik buralardan birlikte ayrıldığım yeni karıma da —ona öyle diyelim— iyi bir koca olacağımı sanıyorum. Oğullarım, sizinle erkek erkeğe konuşuyorum, içimde hiç bir utanç duygusu da yok. Onun için sizlerden özür dileyecek değilim. Kimseye bir kötülük yapmadığımı biliyorum, ne de olsa baba evinden önce sizler ayrıldınız, benim gidişimle anneniz de kendisine sıkıntıdan başka bir şey vermeyen beraberliğimizden kurtulmuş oluyor. O, ister benimle, ister bensiz, evinde ıslık çalıp şarkı söylemeye devam edecektir. Böylece yeni bir yola çıkarken içimde hiç bir pişmanlık duymuyorum. Para mara konusunda da bir kaygınız olmasın. Annenizin hiç bir şeye ihtiyacı olmayacak. Her ay benim emeklilik aylığımın hepsini alacak. Ben ders vererek hayatımı kazanmayı düşünüyorum. Böylece annenizin her zaman engellediği bir düşümü gerçekleştirmiş olacağım. Ama şimdi anneniz yalnız kaldığı için, yalvarırım, arada bir gidip onu yoklayın. Sen, Silvestro, bizi bırakıp gittiğin zaman on besindeydin; o günden beri de hiç geri dönmedin, öyleyse, 8 Aralık’ta, her yıl yaptığın gibi, bir kart göndereceğine neden trene atlayıp doğum gününde onu görmeye gitmiyorsun?

Seni, sevgili karını ve çocuklarını öperim. Seni her zaman seven baban Constantino.”

Mektup Venedik’ten geliyordu. Birden, bu mektubun aynısını dünyanın değişik yerlerine dağılmış olan beş oğluna bir çeşit haber verme isteğiyle göndermiş olduğunu anladım. Olağanüstü bir şeydi bu. Mektubu yeniden okurken babam gözümün önüne geldi. Yüzü, sesi, mavi gözleri, el kol hareketleriyle San Cataldo’ dan Racalmuto’ya giden tren yolu üzerindeki küçük bir istasyonun bekleme odasında demiryolu işçilerine Macbeth i okuyor, daha küçücük bir çocuk olan ben de onu alkışlıyordum. Babamı kafamda öyle görünce, bir zamanlar küçük bir çocuk olduğumu, Sicilya’yı ve Sicilya’nın dağlarını hatırladım. Ama Abelleğim daha gerilere gitmiyordu. Babamı hatırlıyordum, küçük bir çocuk olarak kendisini o kırmızı elbisesi içinde Macbeth’i oynarken alkışladığımı hatırlıyordum; ve gözleri, o mavi gözleri, şimdi de Venedik adlı bir sahnede parlıyordu, ben de bir kere daha onu alkışlamaya hazırlanıyordum. Bütün bunlar kafamın içinde açılıp kapandıktan sonra her şey yeniden karanlığa gömüldü. Yeniden o sessiz umutsuzluk her yanımı sardı, sanki o on beş yıl süren çocukluğumu Sicilya’da, Firavun incirleri, kükürt, Macbeth ve dağlar arasında geçiren ben değildim. Hem o zamandan beri Sicilya’dan, çocukluğumdan binlerce kilometre uzakta bir on beş yıl daha geçmişti. Nerdeyse otuzuma basacaktım. Gene de başımdan hiç bir şey geçmemiş gibiydi, ne o ilk on beş yıl, ne de ondan sonraki on beş yıl. Bunca yıldır hiç ekmek yememiş, kendimin sayabileceğim nazlarla, duygularla zenginleşmemiş gibiydim. Bütün bu zaman içinde sanki hiç yaşamamıştım ve içimde bir boşluk vardı —evet, evet— tam bir boşluk vardı içimde. Sonu gelmiş insanlığın yargısını düşünmekten kendimi alamıyor, umutsuzluk içinde sessizce bekleyip duruyordum.

Sevgilimin yüzünü bile artık görmek istemiyordum. İçimde bir kavalın acıklı sesine benzeyen bu ağıtı duymaya başladığım zamanlar okuyabildiğim tek kitap olan sözlüğün sayfalarını karıştırmakla yetiniyordum. Her gün linotip dizgicisi olarak çalıştığım işe gidiyor, her gün, eriyen kurşunun korkunç sıcağında, gözümde korunma gözlükleri yedi saat harf diziyordum; içimde o kaval sesi durmadan yüzlerce fareyi yerinden oynatıyordu ki, bunlar da tam anlamıyla, geçmişin anıları sayılmazdı.

Fareden başka bir şey yoktu, kapkara, biçimsiz, üç yüz altmış beşi birden, sonra bir üç yüz altmış beş daha, hayatımın kara fareleri, ama yalnız dağlarda ve Sicilya’da geçirdiğim yılların fareleri. İçimde kıpırdanıp durduklarını duyuyordum, sürüyle fare, sayıları on beş kere üç yüz altmış beş eden fareler. Çocukluğumu yeniden yaşamak için belirsiz bir özlem kapladı içimi. Babamın mektubunu yeniden elime alıp okudum. Takvime baktım. Aralık’ın altısıydı. Sekizi için her zamanki tebrik kartımı göndermem gerekiyordu. Hele şimdi annem evde yalnız kaldığına göre, gön dermemek hiç olmazdı.

Kartı yazıp cebime koydum. Günlerden Cumartesiydi; on beş günde bir aldığımız ücretlerin verildiği

Cumartesi. Paramı alıp, kartı postalamak için istasyona girerken ışıklar içindeki salonun yanından geçtim. Dışarda yağmur yağmaya, ayakkabılarım da su almaya devam ediyordu.

Evime ya yağmur altında ya da merdivenlerden geçerek gidebilirdim. Onun için merdivenlerden çıktım ve orada gözüme iki afiş çarptı. Biri bir gazetenin yeni cinayetleri çığlık çığlığa haber veren afişi, öbürü de İtalyan Turizm Bürosununki: “Sicilya’yı Görün!” diyordu. “Aralık’tan Haziran’a kadar yüzde elli indirimli tarife Siracusaya üçüncü mevki gidiş – dönüş 250 liret.”

Bir an için kendimi değişik yolların kavşağında buldum. Biri beni gene eve, aklımdan çıkaramadığım öldürülen insan yığınlarına, değişmesi imkânsız umutsuzluğuma; öbürü ise, Sicilya’ya, dağlara, kavalın içimde duyulan ağıdıma, belki de daha az karanlık olan bir sessizliğe, daha az sağır olan bir umutsuzluğa çağırıyordu. Hangi yolu seçersem seçeyim, insanlık batmaya yargılıydı, ben de güneye gidecek trenin saat yedide, yani on dakika sonra kalkacağını biliyordum.

İçimdeki kavalın sesi tizleşmişti, ama benim için gitmek de, kalmak da birdi. 250 lirettik biletlerden bîr tane aldım; böylece cebimde biraz önce elime geçen iki haftalık çalışma ücretimden 100 liret kalmış oluyordu. Işıkların, makinelerin, bağırıp çağıran hamalların arasından geçerek istasyona girdim.

Böylece uzun bir gece yolculuğu başlıyordu, ama eğer evde kalıp sözlüğümün sayfalarını karıştırıyor ya da karımla yatıyor olsaydım, benim için gene aynı şey olacaktı.

ÜÇ

Gece yarısına doğru Floransa’da aktarma yaptık, sonra sabah altıda Roma’nın Terminal İstasyonunda yeniden tren değiştirdik, öğle üzeri de Napoli’ye vardık. Napoli’de yağmur yağmıyordu bende oradan telgraf havalesiyle karıma 50 liret gönderdim. Bir de telgraf çektim: “Perşembeye dönüyorum.”

Sonra Calabria trenine bindim. Yağmur gene başlamıştı, az sonra da hava karardı. Her şey yeniden gözümün önünde canlanmaya başladı. Yolculuk, çocukluğumda evden ve Sicilyadan on kere kaçışım, tünel ve duman dolu yollarda gidip gelişim, geceleyin bir dağın yamacında ya da deniz kıyısında durup bekleyen trenlerin anlatılmaz düdük sesleri, Amantea, Maratea, Gioia Tauro gibi eski düşleri hatırlatan adlar. Böylece içimdeki fare, fare olmaktan çıktı, koku, tat ve gökyüzü oldu. Kaval da artık acıklı değil, neşeli bir hava tutturdu. Uyudum, uyandım, yeniden uyudum, bir kere daha uyandım, en sonunda kendimi Sicilyaya yolcu götüren bir vapurda buldum.

Deniz karanlık bir kış deniziydi, üst güvertede, geminin en yüksek yerinde durup havayı içine çeken, yüzünü bir kıyıdan öbürüne çeviren, yağmurla yıkanmış sabah saatlerinde bütün o kıyıdaki köy ve kasabaların çöpleri ayaklarının altında, denize doymayan gözlerle bakan bir çocuk olarak gördüm kendimi. Hava soğuktu. Kendimi soğuktan titreyen, ama gene de altından denizin hızla akıp gittiği o rüzgârlı yükseklikte inatla duran bir çocuk olarak hatırladım.

İyice kalabalıktık. Vapur üçüncü mevkide yolculuk eden aç, donmuş, paltosuz, ama yumuşak görünüşlü, ceketlerinin yakaları yukarı kalkık, elleri pantolonlarının ceplerinde ufak tefek görünüşlü Sicilyalılarla doluydu. Villa San Giovanni’den biraz peynir ekmek almıştım; ekmeği, bu temiz havayı ve peyniri güvertede büyük bir iştah ve istekle çiğneyip duruyordum, çünkü bu peynir bana dağlarımın eski tadını ve kokusunu hatırlatmıştı — keçi sürülerinin ve pelinlerin kokularını. Çelimsiz Sicilyalılar, arkaları rüzgâra dönük, elleri ceplerinde yemek yiyişimi seyrediyorlardı. Dört günlük traşsız yüzleri kapkara, ama yumuşak görünüşlüydü. Ya portakal bahçelerinde çalışan ırgatlar, ya da demiryollarında çalışan işçilerdi bunlar, başlarındaki gri kasketlerin ön taraflarında ince, kırmızı bir çizgi hangi gurupta çalıştıklarını gösteriyordu. Ağzım dolu, onlara bakıp gülümsedim, onlar da bana gülümsemeden baktılar.

“Bizim peynir gibisi hiç bir yerde yoktur,” dedim.

Kimse cevap vermedi. Kadınlar kocaman çocuklarının ve eşyalarının üstüne kadınlıklarının bütün iriliğiyle oturmuş, elleri ceplerinde sanki rüzgârda kavrulmuş ufak tefek erkekler ayakta, hepsi bana bakıyorlardı.

Ben yeniden, “Bizim peynir hiç bir yerin peynirine benzemez,” dedim.

Çünkü birden beni heyecanlandıran bir şeyin farkına varmıştım: ağzımdaki peynirin ekmek ve sert havayla karışmış tadıydı bu, belirli ama aynı zamanda acı, ağzına aldığın zaman içindeki biber tanecikleri birden insanın dilini kor gibi yakan o eski tattı.

“Bizim peynir başka hiç bir yerin peynirine benzemez”, dedim üçüncü kere.

O zaman Sicilyalıların en ufak tefeği, en yumuşağı, en esmeri ve rüzgârdan en çok kavrulmuşu sordu;

“Yoksa sen de Sicilyalı mısın?”

“Neden olmayayım?” dedim.

Adam omuzlarını silkti ve başka bir şey söylemedi. Ayakları dibindeki bir çantanın üzerine oturmuş genç kız görünüşlü biri vardı. Ona doğru eğilip cebinden çıkardığı iri kırmızı eliyle üşümesin diye şalını düzeltirken bir yandan da onu okşuyor gibiydi. Nedense bu el hareketi oturan insanın o adamın kızı değil, karısı olduğunu ortaya çıkardı. Bu arada Messina’ya yaklaşıyorduk. Messina artık denizin kıyısında bir çöp yığını değil, evlerin ve dalgakıranların, beyaz tramvayların, rıhtımdaki demiryolu boyunca koyu renkli vagonların sıralandığı bir yerdi. Yağmur yağmıyordu, ama sabah sabah hava gene de ıslaktı, üst güvertede her şey ıslaktı, rüzgâr ıslak esiyordu, gemilerin düdükleri ıslak ötüyordu, kıyıdaki trenlerin lokomotiflerinden ıslak bir ses yükseliyordu; ama havada yağmur yoktu. Sonra birden, yükseklerde, kış denizinin içinde dalgalanan Villa San Giovanni’ye dönük fener kulesini gördük.

“Bizim peynir gibisi yoktur,” dedim.

Ayaktaki bütün erkekler şehri seyretmek için güvertenin korkuluğuna yaslanmışlardı, çantalarının üstünde oturmakta olan kadınlar da başlarını o yana çevirdiler. Ama kimse vapurdan çıkmak için alt güverteye doğru inmeye kalkmadı. Daha vakit vardı. Fenerden iskeleye en aşağı on beş dakika tuttuğunu hatırladım.

“Bizim peynirin üstüne yoktur” dedim. Bu arada yemeğimi de bitirmiştim. Karısı çocuğa benzeyen adam yeniden eğildi; daha doğrusu diz çöktü; ayağının yanında bir sepet duruyordu, karısı kendisini seyrederken o da sepeti karıştırmaya başladı. Sepetin üstü, kenarlarından sicimle tutturulmuş bir bez parçası ile örtülmüştü. Yavaş yavaş bir parça sicimi söktü, elini bezin altına sokup bir portakal çıkardı.

Çok büyük, çok gösterişli ya da parlak renkli bir portakal değildi bu, ama gene de bir portakaldı ve adam hiç bir şey söylemeden ve dizlerini yerden kaldırmadan portakalı çocuk karısına uzattı. Çocuk-kadın bana baktı, başına sardığı atkının aralığından gözlerini seçebiliyordum, derken başını salladığını gördüm.

Ufak Sicilyalı ne yapacağını şaşırmıştı, dizüstü, bir eli cebinde, öbür elinde portakal öylece kalakalmıştı. Sonra ayağa kalktı, kasketinin yumuşak siperliği rüzgârda burnuna vuruyordu, elinde portakal, paltosuz, büyümemiş gövdesi soğuktan kavruluyordu. Çileden çıkmış gibiydi. Altımızdaysa deniz ve şehir ıslak sabahın içinden akıp gidiyordu.

Bir kadın kederli bir sesle “Messina” dedi. Sebepsiz yere, yalnızca yakınmak için söylenmiş bir sözdü bu. Çocuk-kadın kocası kavruk Sicilyalının çaresizlik içinde portakalı soyup, çaresizlik içinde, öfkeyle ve kendini kaybetmişçesine, ama hiç canı çekmeden yemesini seyrediyordu. Portakalı olduğu gibi çiğnemeden yutup küfürü bastı gibi geldi bana. Soğuk havada parmaklarından portakal suyu damlıyordu, rüzgârdan korunmak için hafifçe iki büklüm duruyor, kasketinin siperliği burnuna çarpıyordu.

Birden, “Sicilyalılar sabahlan hiç yemek yemezler,” dedi. “Amerikalı mısın?” diye ekledi.

Üzüntülü ama gene de yumuşak bir konuşması vardı, tıpkı o portakalı çaresizlik içinde soyup yerken olduğu gibi hareketleri yumuşaktı. Son kelimeleri heyecanlı bir şekilde sesini incelterek gergin bir tonda söylemişti. Sanki içinin rahatlaması için Amerikalı olup olmadığımı bilmesi gerekiyordu.

Bunu gördüğüm için, “Evet,” dedim. “Son on beş yıldır Amerikalıyım.”

"

Sicilya Konuşmaları kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Sicilya Konuşmaları (1941)

Sicilya Konuşmaları

Roman
Yazar: Elio Vittorini  
İlk Basım: 1941
Yayınevi: Varlık Yayınları