İstanbul’da bir ceviz ağacıdır o, Gülhane Parkı’nı kendine mesken edinmiş, bin yıllar boyu orada kök salmış. Elleri vardır milyonlarca, uzanır insanlara, insanlığa dallarıyla. Bir hasretlik türküsüdür, bir sokak lambasının solgun ışığında bekler durur sevgiliyi; birdenbire kalkar, köpürür. Çığlık olur göğünde hışırtısı yapraklarının… İstanbul’un… Baharları ilk önce o çiçeklenir, yüzünü döner güneşe, güz gelince hüzünle yavaştan döker altın rengi yapraklarını, bir halı serer üşüyen çıplak ayaklı çocuklara…

Bir İstanbullu şairin öyküsüdür bu, bir vatan haininin. Nereye gitse memleketini yüreğinde taşımış, gittiği her yeri memleket yapmış bir vatan haininin öyküsüdür bu. Bir kanunla Anadolu’dan, yurdundan koparılmaya çalışılan ama halkının dilinde her yeni gün bambaşka bir söz olarak bayraklaşan Nâzım Hikmet’in öyküsüdür…


Tepeden Tırnağa İsyan: Nâzım Hikmet
Enver Aysever

Teşekkür

Bu kitabın yaratım sürecinde yanımda olan, emek veren Handan Aysever’e, ilk düzeltmeleri yapan Selnur Aysever’e, her tür güçlüğü benimle göğüsleyen ve çalışkanlığıyla katkı yapan Şule Aydın’a, yazım bittikten sonra metni okuyup eleştiriler yaparak destek veren Orhan Gökdemir’e, editörlüğüyle güven veren Neclâ Feroğlu’na, ilk andan itibaren kitaba inanan ve desteğini esirgemeyen Cem Erciyes’e teşekkürü borç bilirim.

Bir vatan haininin öyküsüdür bu. İstanbullu bir hain, şiire tutkun, yaşamdan alacaklı; sevdayı en güzel, en ince dile getiren, hasreti en derinden, en kederli hisseden bir hain. Kimdir bu hain? Soylu bir ailenin konforlu dünyasını elinin tersiyle itmiş mavi bulutlara özgür bakmak için, yıllar yılı demir parmaklıkların tutsaklığına katlanmış bir hain.

Garip bir memleket bizimki, bir gün el üstünde tutarlarken seni, olmadık bir anda alaşağı ederler de şaşmaz, şaşamazsın. Sevdalı bir bulutun öyküsüdür bu; şair doğmuş, tüm bir yaşamını şairce yaşamış bir hain! Buruk bir öyküdür bu; içinde özlem vardır, yosun kokulu kıyılara duyulan özlem, sonra eksik kalmış bir yaşamın solmaya yüz tutmuş izi, boynu bükük bir söz, bir türlü son dizesi yazılamamış şiir…

Hainliğiyle anılan bir yurtseverin öyküsüdür bu. Hainliği bir kader değildir elbet, tercihtir; bu memlekette, ne vakit ayaklar altına alınırsın, ne vakit baş tacı olursun bilinmez…

1

Kadıköy Emlak Kredi Bankası ikinci katta çalışıyor annem; gri, soğuk bir masası, kenarına belli saatlerde ilişen bir çay bardağı var… Bir öğle tatilinde elimden tutup Bahariye Caddesi’ndeki o çok sevdiğim küçük dönerciye götürüyor beni, köpüklü ayranı kana kana içiyoruz. Tedirginim; işyerine çocuk getirilmesi hoş karşılanmıyor. Sarkık dudaklı, o an bana bir şeytan, dev gibi görünen gestapo kılıklı müdüre yakalanmak istemiyorum… Sahi neden görünmez olmalıyım ki?

Banka kapısında iki jandarma, ellerinde makineli tüfekler, esneyerek etrafa bakıyorlar, ilgileri dağılmış. Memurların arasından geçiyorum, kimi içtenlikle okşuyor başımı, kimisi yalandan ilgi gösteriyor… Umurumda değil hiçbiri, annemin elleriyle buluşan ellerimle etrafa gülücük dağıtıyorum; güven veriyor bana o kadın, ilk sevdiğim, hayranlık duyduğum, sevdalandığım…

Anne masasına kuruluyorum; elimde, arkalarında çeşitli imzalar bulunan beyaz kâğıtlar var bir tomar. Onlardan gazete yapıyorum, çocuk aklımla başlıklar atıyorum, Demirel ve Ecevit’i kapıştırıyorum özenle. Kırtasiye malzemeleriyle oynamak hoşuma gidiyor. Bir ara, pek de ne aradığımı bilmeden karıştırmaya başlıyorum çekmeceleri. Son çekmecenin içinde kalın bir kitap görüyorum. Yoksul insanlar var kapağında… Sırtında yükü, yemenisi ter içinde bir kadının kavrulmuş yüzüne bakıyorum. Ardında ayakları çıplak bir çocuk, bir elinde biçimsiz paçavraya benzer bir torba tutuyor, öteki elinde yarım dilim ekmek. Dişleri dökülmüş, bıyıkları seyrek bir adam görüyorum… Sanki göç yolunda insanlar, pek benim bildiğim, gördüğüm türden kimseler değil. Açık mavi bir zemin üstüne yerleştirilmiş, üç dört parçaya ayrılmış fotoğraflar, hani rengârenk basma entariler olur ya onların canlılığında, bütünlükten yoksun… Her birinde başka bir an donmuş, farklı yazgılarda, aynı ifadede birleşen insanlar, bazı zamanlar karşıya geçmek için iskelede gördüğüm kalabalığa benziyor… Elime alıyorum kitabı çocuksu bir merakla… Annemin şimşek gibi bakışları buluyor beni ve o güne dek işitmediğim türde sert, tokat gibi bir sesle uyarıyor: “Koy onu yerine!”

Bir suç aletine dokunmuş gibi utanarak, nedense azarı ve cezayı hak ettiğimi kabullenerek bırakıyorum üstünde Memleketimden İnsan Manzaraları yazan kitabı. Toparlanıyorum, etrafa bakıyorum bizi gören, işiten var mı diye; nedense utanıyorum. Annem beni olay yerinden aceleyle uzaklaştırıyor, mesai saati sonu bile değilken, Göztepe dolmuşunda buluyoruz kendimizi; kitap, dikkatle paketlenmiş biçimde, yanımızda… Sesim çıkmıyor, pencereden dışarı bakıyorum, elimi sıkıca tutuyor annem, eve kadar bırakmıyor. Kitabı bir bez torbaya koyarak, gardırobun en üstüne, dibe, ulaşılmaz bir yere yerleştiriyor. Babam geliyor, yemek yeniyor, anneannem, ben, kız kardeşim televizyon karşısındayken, kaş göz ediyor annem. Bir ara kayboluyor annem ve babam, peşlerinden sızıyorum yan odaya…

“…Baktım kitabı almış, ortalık yere çıkarıyor, nasıl fırladım, ödüm koptu; neyse, kimseler görmeden yerleştirdim çekmeceye… Akşam da sardım getirdim eve, başımıza iş açacaktı…”

12 Eylül vahşetinin ülkeyi yangın yerine çevirdiği günlerde, tevkif edileceğini anlayan bir memur arkadaşı, anneme emanet ediyor Memleketimden İnsan Manzaraları’nı… Gözü gibi bakıyor annem emanete, Nâzım Hikmet memleketinde yasak, okuyan suçlu, karanlık alabildiğine…

İlk buluşmamız böyle talihsiz işte Nâzım Hikmet’le…

Bir çocuk, memleketinin, dünyanın en büyük şairiyle böyle mi tanışmalıydı?

2

Selanik… 1902’nin soğuk kış günlerinden birinde, daha sonra hakkında binlerce sayfa yazılacak, sürgünlerde hasretle, yurduna en güzel dizeleri söyleyecek Nâzım Hikmet gelir dünyaya. Dedesi vali Nâzım Paşa ve babası Hikmet Bey’den alır adını…

Yaşamı boyunca ırkçılıktan nefret eden şairin soyunu bilmek gerekir mi? Şunca söylemek yeter: karışıktır kanı; Polonya’dan gelir bir tarafı, ötesi Alman’dır… Okumuş bir ailenin çocuğudur… Hem annesi hem babası Fransızcayı iyi konuşur. Memuriyette çok akrabası vardır; devlet görevinde, sadık, güvenilir insanlardır hepsi. Erken yaşta farklı dilleri çabuk öğrenmesi, seçkin ailenin geleneğinde vardır. Kanı, türlü kültürlerden beslenerek akar damarlarında, gülümser buna, sevinç duyar, ömrü boyunca insanlık ailesine ait olmakla övünür…

Güç zamanlardır; memleketin yüzü sonbahara dönmüş, her yanda ispiyoncular, rüşvetçiler, alabildiğine yokluk, yoksulluk… İstibdat soluğunu kesmiştir halkın, baba Hikmet bir jurnal yüzünden gözaltına alınınca, öfkelenir ve basar istifayı… Şaşkındır eşi Celile Hanım; durduk yerde, birikmiş üç beş kuruş dışında hangi gelecek vardır ki, üstelik bir de üç yaşında küçük bir oğlan dolaşmakta evin içinde.

İlkin Halep yolu görünür aileye… Vali Nâzım Pa­şa’nın yanına bir biçimde sığınmadır belli ki bu. Burada Nâzım’ın bir kardeşi olur, Ali İbrahim koyarlar adını, daha sabiyken dizanteriden ölür Ali İbrahim.

Devlette önemli görevler almış, Mevlevi tarikatından olan paşa dede, Diyarbakır valiliğine atanınca hep birlikte düşeceklerdir yine yola… Ama iklim yüzünden buralarda yaşamak güçtür Hikmet Bey ve ailesi için.

Derken İstanbul, daha doğrusu Kadıköy görünür…

Uzun, upuzun yolculuklarda geçecektir Nâzım Hikmet’in ömrü…

Nâzım’ın çocukluğu derin bir suskunluktur sanki… Anılarında hiç söz etmez çocukluğundan şair… Şiirleri içinde dolaşır, bir umut, çocukluğunu bulmaya kalkarsın, olanaksızdır bu, ses vermez. Sahi neden ömrünün ilk yıllarından, çocukluğundan söz etmez Nâzım; bir sır mı vardır, yoksa kalp kırıklığı mı?

3

Kadıköy hemen içine alır aileyi… Hikmet Bey tüccar olmayı dener, paralı bir ortak bulup bir mandıra kurar, iyi para da kazanır önceleri ama eğlence hayatı aklını çeler, iflas eder. Hikmet Bey ve Celile Hanım’ın bir bebekleri daha olur, Samiye koyarlar adını… Bu arada İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş, siyasal dengeler değişmiştir, yeniden memuriyet zamanıdır. Baba Hikmet durumdan memnun değildir ama tüccar olmayı da başaramamıştır.

Kız kardeşi Samiye çok düşkündür ağabeyine, ne biliyorsak Nâzım’ın çocukluğuna dair, onun anılarından öğreniriz.

Dünyayı merak eder küçük adam, bir gün tayyare yapmak ister, başka bir zaman gemi. İzciliğe merakı vardır, o günden bellidir bitmek bilmez yaşam sevinci, keşfetme arzusu… Bazı zaman evde başlarına iş açarlar, camı kırıp etrafı dağıtırlar, Hikmet Bey öfkelenir azarlar oğlunu. Daha o zamandan boyun eğmez Nâzım Hikmet, süzülür, kaybolur sokaklarda, peşine düşerler, saatlerce ararlar da bulamazlar onu; bir parkta beklemektedir öylece… Bir gün karşı komşularının ahşap evinde yangın çıkar. Mevlevi Nâzım Paşa yangın sırasında hemen Kuran alır eline ve karşı eve doğru tutar, başarılı olur sonunda ve yangın söner, ama geride sadece küller kalır! İki çocuk yatak altına saklanmıştır korkudan…

Nâzım okul çağına gelince önce Fransızca eğitim veren bir okula yazdırılır ama sonra oradan alınıp Göztepe’deki Numune Mektebi’ne (Taş Mektep) verilir.

Selanik valisi olan paşa dede, şehir Yunanlıların eline geçince emekli olup İstanbul’a gelmiştir. Dede şiire düşkündür, etrafında onu saygıyla dinleyen Mevleviler vardır. Yazdıklarını okur, asla bir yerlerde yayımlamaz. Nâzım’ın yüreğinde şiir sevgisi belki böylece köklenir, sesin ne anlama geldiğini, nasıl bir ahenk peşinde koşulduğunu böylece sezer… Yalnız daha küçük yaşta içine sinmeyen bir şeyler vardır. Nâzım Paşa’nın kullandığı dil bir türlü tenine, ruhuna işlemez, yolunda gitmeyen, tangır tungur sözcüklerdir bunlar, uyumsuz… Bir gün, “Osmanlıca bir dil değil” diyecektir Nâzım Hikmet, eklektik ve yalınlıktan uzak bulacaktır yazılan, konuşulan ağdalı dili…

Çocuk yaşta başlar dizeleri ardı ardına dizmeye Nâzım. Bir zaman sonra küçük sarı defterlerine yazmaya başlar şiirlerini… Misafirlerin olduğu bir akşam oturmasında, eniştesi Samih Rifat bir şiir söylemesini ister, pek oralı olmaz Nâzım, oysa kardeşi Samiye, ağabeyinin şiirlerini söyleyerek alkış almaya, övgü işitmeye bayılmaktadır. İlk şiiri “Feryadı Vatan”ı okur, bitince alaycı bir ses işitir, hoşlanmaz, kimselere müdanası yoktur genç şairin.

Nâzım’ın çocukluğunu, şairliğini kendi ağzından dinlemek için elimizde sadece aşağıdaki satırlar vardır. O da son eşi Vera’dan bize kalır:

…Bazı olayları açık seçik anımsıyorum. Sözgelimi dedemin beni dönerek dans eden dervişlerin toplantısına nasıl götürdüğünü çok iyi anımsıyorum. Çok sayıda insan, karanlıkta küçük kandillerle toplanır kendilerine özgü dualarına başlarlardı. Yine hepsinin bana kavak ağaçları gibi uzun uzun adamlar olarak göründüklerini anımsıyorum. Hep birden şarkı söyleyip çağırışırlardı. Kuşkusuz hiçbir şey anlamaz fakat buna karşılık ben de onlar gibi, hatta küçük ve çevik bir oğlan olduğum için onlardan daha hızlı hareket ederdim. Dedem bu topluluğun yöneticisiydi ve her zaman çemberin ortasına iterdi beni. Duanın ritmine göre dönmek ve sıçramak zorundaydım. Onların tuhaf, fanatik, yükseklere çıkan seslerinden, yavaş yavaş hatta çok çabuk vecde gelir ve incecik bacaklarımın üstünde topaç gibi dönerdim. Çok uzun süre böyle dönerdim yorgunluktan yere yuvarlanıncaya kadar. Belki de ilk kez o zaman tanıştım yüreğimle. Yorulan ben değildim, oydu. Belki de tümden yitirebilirdim aklımı bu ihtiyarlarla. Tutkulu, insanı kavrayan duaları beni kendine çeker, vecde gelişleri bana da geçerdi. Çok duyarlı bir çocuktum. Bütün bu anlattıklarım geceleyin açık gökyüzünün altında olurdu. Bir gizem duyumsardım her şeyde. Korku ve merak duygusu dolardı içime.

Dedemle, herkesin saydığı, biraz da korktuğu böyle büyük ve sert bir ihtiyarla yan yana olmak hoşuma giderdi. Çünkü bu anlarda hiç korku duymazdım ondan. Severdi beni, ben de çok ustalıkla yararlanırım bu sevgiden. Oldukça kurnaz bir delikanlıydım. Kocaman, ak bir sakalı vardı dedemin. Şiir okumayı çok sever ve ben yanında olduğum sıralarda sık sık şiir okurdu. Nasıl okuduğunu anımsamıyorum. Olağanüstü güzel ve duygu ile okuduğunu biliyorum. Dedemden söz ettiğimde, ne sesi, ne de resmi canlanıyor zihnimde. Fakat ona ilişkin, bana dokunuşuna ilişkin duyumsamalarımı anımsıyorum. Anlıyor musunuz, şu anda bile başımın üzerinde elinin ağırlığını ya da üzerinde oturduğum dizlerini duyumsuyorum. Sivriydi dizleri, üstlerine oturmanın hiç de hoş bir şey olmadığını anımsıyorum.

Bir gün aksakallı dervişler toplanmışlardı dedemde. Oturmuş, onun ortaya çıkacağı zamanı bekliyorlardı. Törenleri böyleydi. Dedem göründüğünde, harika şiiri kendilerinden gizlediği için hep birden sitemle yüklendiler ona. Dedem ilk satırları duyunca kendisinin olmadığını söyledi şiirin, o zaman dervişler yeni gazeteyi açıp dedemin burnunun dibine uzattılar. Belki bilmezsiniz, bizde bütün dervişler şiir yazarlardı fakat yayınlamaları uygun olmazdı, ayıp sayılırdı.

Dedem:

Ben şiir miir yayınlamadım! diye bağırdı.

Nasıl olur diye karşı çıktı dervişler. İşte adınız.

Pencerenin altında top oynuyordum o sırada ben. Bağırışları duydum, bakmaya gittim koşarak.

Ben yazdım o şiiri dedim.

Dervişler afalladılar. Bir mucizeye bakar gibi, hayran bakakaldılar bana. Dedemin şaşkınlığı da az değildi. Sonunda, bende, Celaleddin Rumi’nin ruhunun canlandığına karar verdiler. Ve önümde secde edeceklerdi neredeyse.

Onların ne dininden, şiirinden anladığım yoktu. Fakat kulağımda kalan bu şiirlerden etkilenmiş, öykünmüş olmalıydım onlara.

Sonunda kendilerini toplayarak:

Bu güzel şiiri siz yazdınız demek küçük bey diye sordular.

Evet, ben yazdım. Daha da yazacağım! Zaten büyük bir şair olacağım ben, diye bağırarak karşılık verdim. Yine koşarak top oynamaya döndüm.

Nâzım şairliğinden söz etmek istemez, ömrü boyunca belki sadece bir kez kendine şair der Kahire’de, mecbur kalmıştır bir kongrede kürsüden haykırmaya, bunun dışında kendine kolayca “şair” diyenlere hayret eder, güç iştir…

Sarı bir defter… Dostu ve suç ortağı…

Sesi bulmadan dize olmaz hiçbir söz. Her sayfa tek bir dize için… Ne eksik, ne fazla… Konağın bahçesinde şair adımları ve mırıldandığı sözler yan yana, kol kola akar. Sesi duymadan, müziğini işitmeden güvenmez sözüne şair. Yine bir gün yüksek sesle tekrarlarken dizeleri, hasta bir meczup gibi dolanırken bahçede, konu komşu telaşa kapılır aniden… “Vah yazık, iyi saatte olsunlar geldi” diye haber ederler evdekilere… Oysa şiir yazmakta Nâzım. Sarı defterin ikinci sayfasında başka dize, bir diğerinde başka dize… Hep başa döner, sesine bakar, ne eksik olacaktır söz ne fazla… Şiir tastamam olmadan yürek ağrısı dinmez.

"

Tepeden Tırnağa İsyan Nazım Hikmet kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Tepeden Tırnağa İsyan Nazım Hikmet (2018)

Tepeden Tırnağa İsyan Nazım Hikmet

Anı Biyografi
Yazar: Enver Aysever  
İlk Basım: 2018
Yayınevi: Doğan Kitap