Erendiz Atasü, çağların değişimlerine, yaşanan süreçlerin toplumsal izlerine her zaman duyarlı olmuş bir yazar. Özellikle toplumsal olanın, tüm toplumların en ağır işçisi, en ağır bedelleri sırtlananı olan kadınlar onun edebiyatında özel bir yere sahipler. Toplumu kadınların ağırlıklı olduğu bir yerden okumaya çalışması, durduğu yerle ilgili kendini ve ele aldığı süreci sorgularken belirleyici bir temel oluşturuyor.
Son dönem öykülerini derlediği Kızıl Kale, Erendiz Atasü’nün gerçek ile fantastik arasında yaptığı bir yolculuk. Masalların dünyasından gerçeklerin dünyasına uzanan bu öyküler aynı temel kaygıyı, çürüme karşısındaki aynı irkilmeyi ele alıyor. Erkeğin egemenleştikçe hoyratlaştığı bu dünyanın dili de, kendini gerçekleştirme konusundaki baskıcılığı da bu kitabın temel kaygısı.
KIZIL KALE
Bakırdan saray karşımda yükseliyor, şafak ışığıyla hepten ala kesmiş, kan rengine. Gözlerimi yakıyor. Gece, çiğ damlasıydı zambaklarda… Seherle uçuşmaya başlayan altın tozları, parmaklıklardan süzülen zambak kokusuyla birlikte içeri doluyor. Gece, kokulara gebedir, onun gergin esmer karnında titreşen ter damlacıklarıdır, çiğlerde gizli koku. Yasemin, hanımeli. Zambakların altın tozu kızın esmer tomurcuklarında ürperiyor. Bakırdan kalenin güneşi içmiş duvarları dalga dalga yayarken sıcaklığı gecenin tenine, al bir renk şavkıyor, yapışkan karanlığın içinde. Şafak mı bu, saydamlaşan derimde dolaşan kan mı?
İniltiler geliyor, zambak bahçesinden. Aşk iniltileri… Kız, patlamaya hazır esmer göğüslerine bastırıyor, sıcak ve terli avuçlarını, sesleri dinlerken, serin bir yüzey bulabilme umuduyla. Hayır, mümkün değil. Göğüsleri çok sıcak. Karnı da öyle, karnının altı da. Onu buraya kapattılar. Niye? Zambak bahçesinden gelen aşk kokusuyla kanayayım diye mi? Cadı diye… O bir büyücü. Ya da öyle sandılar. Oysa pek körpe bedeni, çok gençtir yaşı. Ne zaman öğrendi sihri, büyüyü? Ruhunu şeytana sattı, diyor kimi. Doğuştan kötüydü, der öteki. Çingene… Kıvrak bedeni, kement gibi kapkara saçlarıyla.
Saray bakırdan değil aslında, kerpiçten, topraktan; bilemediniz çakıltaşından, biraz kum, biraz alçı. Allah’tan korkanlar dikti Kızıl Kale’yi. Dikti, demek de doğru değil; yaydı toprağın üstüne, dar geldikçe genişleterek yapıyı. Labirentlerle. Bu yüzdendir işte, kim kavisli pencerelerden dışarı baksa kaleyi karşısında görür, kendisi içeride mahpusken bile. Genişledikçe genişledi saray, sonsuz kemerlerle, birbirine açılan kemerli koridorlarla -nereden baksan, darlık- zindanları kondurmayı ihmal etmeden, bu sonsuza yönelmiş sütun dizilerinin şurasına burasına. Kapkara ve zarif zindanlar. Kalıcılıktan ödü kopanlar inşa etti Kızıl Kale’yi, biraz kum, biraz su, biraz yumurta akından, işlevini tamamlayınca yıkılsın diye. Tanrı’yla yarışa çıkmaktır kalıcılık iddiası. Günahtır ki tövbe… Daha da beter… Tanrı’nın yarattıkları kalıcı değilken… Gene de güzellik yaratmak ister insan soyu. Tanrı koymuş olmalı ruhuna bu susuzluğu. Oya gibi işler toprak duvarları, alçıdan süslerle. İşte onun için zariftir zindanlar. İncecik girintiler, çıkıntılar, dolambaçlı çizgiler, fışkıran, çağıldayan, usulca kıvrılıp akan biçimsellikler, dolanan bir gül yaprağına, asılıp incir dalına, patlayan narın saçılan taneleri arasında kaybolup…
Kız, acıyan parmak uçlarını dolaştırır duvardaki çizgilerde. Harfleri bulur. Harfler…. bildim onları… Sarmaşıklara, geyiklere, midye kabuklarına dolanmış harfleri tanır Çingene. Belki bu yüzden kapattılar onu. Harfleri sökmüş bir Çingene kızı… Olsa olsa Şeytan öğretmiştir ona sesleri saklayan kıvrımlı biçimleri.
İki kız kardeştiler, ikizdiler. İkisini birden kapattılar, aslanlı avluyu çevreleyen kulelerden birine. Sonbaharda salıvermekti niyetleri, o günlere dek dayanabilirlerse. Günahlarından ve Şeytan’ın kanlarına koyduğu ateşten arınmış olurlardı o günü bulurlarsa. Birisi çabuk pes etti. Astı kendini kız kardeşim. Kement saçlarını dolayıp da boynuna, bağladı zindan penceresini kavramış demirden oymalara. Kavisli bir boşluktu pencere. Türlü biçimlerde eğilip bükülmüş demir oymalarla örülmüş. Küçük bir kapağı vardı, dıştan açılan. Oradan kuru ekmekle su bırakılırdı her sabah, nefsini körletsin diye mahpus. Diğer ihtiyaçlar için de… dedik ya, yer topraktı, emerdi insanın ayıbını. Henüz gençti dünya ve toprak tıka basa doymamıştı uygarlığın atıklarıyla; insaflıydı, çabucak yutar, kendine katardı umarsız gövdelerin hazin yaşam belirtilerini, saklardı, yüzlerine vurmazdı. Kokuya gelince… Zambakların, hanımellerinin, yaseminlerin kokuları baskındı, buram buram.
Yaz gecesi, su başlarında çiftleşirken yakalamışlardı genç Çingeneleri. Erkekleri sünnet edip askere yazdırdılar. Kızları -tuhaf şey, harflere aşinaydı ikisi de- zindana kapattılar; besbelli Şeytan’la idi onların işi. İnsaflıydı, hakan, han, sultan, her ne ise, işte o kimse! Odun alevinde yaktırabilirdi kızları, kapı komşusu ülkelerde, başka bir tanrıya tapan egemenlerin yaptığı gibi. O ise ışıksız zindanlarda, açlığa yargıladı çifte cadıyı. Kan değil ateşti dolaşan damarlarında, besbelli ikisinin de. Kuru ekmekle az su söndürürdü Şeytan ateşini, öldürürdü apışaraların- da başkaldıran yılanları. Güzellikleri de soldu mu, o esmer gül yaprağı tenleri buruşup pörsüdü mü, pul pul olup döküldü mü, kuru ekmekle su sayesinde, ondan kelli ne yapsalar boştu. Kimse yüzlerine bile bakmaz. Salıverirsin acuzeleri, istedikleri gibi fal baksınlar, sağda solda. İşte böyle merhametli hükümdar olunurdu o ellerde, eski çağlarda.
Kızlar, kırmızı topraktan, kızıl duvarlara geçen ateşe dayanabilmek için, işlemeli demirlerin arasından görünen, uzaktaki karlı dağı düşlediler. Kim inanırdı bu kan rengi, kan sıcağı toprağın az ötesinde, kayaçları buzullarla örtülü karlı dağların yükseldiğine, cıngıl mavi göğü yırtıp parçalayarak! Ama öyleydi işte. Geçitsiz, amansız dağ ile, engin sıcak denizin arasına sıkışmıştı bu kızıl sıcağı toprak. Alevini insanın tabanlarından beynine doğru püskürten bereketli, merhametli toprak. Ateş cehennemiyle buz cehennemi sırt sırta. İşte o bıçak sırtına sıkışmıştı türünün son örneği bu uygar ülke. Bekliyor boğazlanmayı. Bir yandan ipince neşterler, usulca gözlerdeki perdeleri kaldırabilirken, koca dünyada sadece orada; öte yandan Tanrı’nın yarattığı güzelliği nakışlı duvarların ölümcüllüğüyle perdeliyor.
Bu duvarların ardında bekleyen kızlar için, cennetle cehennemi birleştiren tek şey vardı, zambak kokusuyla savrulan aşk buğuları, tenden tene, terli ve tuzlu, Akdeniz gibi tuzlu. Dokunmak… Ekmekten bile aziz…
İşte ondan yoksun bırakılmışlardı, dokunulmaktan ve dokunmaktan. Ömür boyu kapatıldıklarını sanıyorlardı. Salıverileceklerini bilseler…
İki âdem, iki bilgin, haklarında bir karara varana dek tutukluydular, güzü bulurdu, bilginlerin tartışmalarının sonuçlanması. Hakanın danışmanıydı bu kişiler. Kavukları, kaftanları, sivri sakalları, dizi dizi incileri vardı, oralarına buralarına dolanmış. Ellerinde uzun kehribar tespihler. Şarap severdi biri; içmezdi, tövbeliydi öbürü. Kapı komşusu ülkelerde, tanrının anasına tapınan, boyunlarında altın haçlar asılı cengâverler, ateşle buz arasına sıkışmış bu sonuncu ülkeyi yutmak için saldırı hazırlıkları yapadursunlar, hakanın bilgili danışmanları zindandaki kızların akıbetini tartışıyorlardı. Şarap seveni, dünya görmüştü. Sonsuz Akdeniz’de yelken açmış, atalarının geldiği Afrika çöllerinde at oynatmış, seraplarla ilgilenmiş, Bağdat’tan Basra’ya, Hint’ten Çin’e bilinen dünyayı dolaşmıştı. Tövbekârın ataları da Afrikalıydı ama o, Boğaz’ı aşıp karşı kıyıya, Afrika’ya hiç geçmemişti; bu küçük ülkeden çıkmamıştı; böyle nafile işlere ayıracak zamanı yoktu; kitaplar arasında, ibadetle ve düşünerek geçirdi ömrünü, düşündüklerine hakanı inandırarak. Şarap sevene de kulak verirdi hakan, onu da severdi; hakkını yemeyelim hakanın. Gezgin bilgin, bahar nasıl açarsa taze yaşamı insanın önüne, öyle açardı korku barındırmayan düşüncelerini hakana. hakan onu zevkle dinlerdi; bahar gibi çabucak geçiverirdi bu düşünceler, ömürleri kısa olurdu hakanın bin bir ayrıntıyla uğuldayan zihninde. Komşu ülkelerin hazırlıklarından da haberdar etmişti hakanı; ama tövbekâr danışmanın Kızıl Kale’de dönen ve ardı arkası kesilmeyen entrikalar hakkında yetiştirdikleri daha ilginç gelmişti hakana.
Kızların akıbetini konuşurken, şarap seven danışman dedi ki:
“Günahtır, yazıktır, Tanrı’nın eserine hakarettir, insan vücudunu sakatlamak. Bir tomurcuktur o, kesmeyelim.”
Sonsuz sabrı vardı tövbekârın, kezlerce anlattı ki o zaman hırsızın elini de kesmemek gerekir. Ama mademki Şeytan’ın emrine verilmiştir o el, kesilmesi dinen caizdir. Öyleyse, kadının apışarasındaki yılan başı kopartılmalıdır.
“O başka,” dedi, hoşgörülü gezgin bilgin. “El bir kötülüğe alet olmuş; harama sahip çıkmış. Asıl önemlisi başka bir kulu hakkından mahrum bırakmış. Aziz dostum, sizin yılan başı dediğiniz bir tomurcuktur, gizli kapının ağzında. Kimseye zararı yoktur.”
Dudaklarında hissetti, tomurcuğun küçük, ıslak yapısını, meme başı gibi emilmeyi bekleyen. İçi bir hoş oldu.
Öfkelendi beriki:
“Ne tomurcuğu! Yılanın başı! Gövdesi de o gizli kapı dediğinizin ardındaki kıvrımlar! Yılanın başı kopartılırsa, bırakınız ölü bedeni nereye çöreklenirse çöreklensin.”
“Aman aziz dostum, ne yapıyorsunuz! İsteseniz yılanın gövdesi dediğinizi de kopartıp alalım da insan soyu kurusun. Tövbe tövbe, vallahi günaha giriyorsunuz. Tanrı’nın eserine saygılı olmalıyız. Tanrı kadın bedenini bir mabet gibi yaratmıştır, erkek için.”
“Saçma! Âdem’in kaburga kemiğinden yarattı kadını, erkeğin başına bela diye. Hikmetinden sual olmaz.”’ “Aziz dostum, kapı komşumuz ülkeden esen rüzgârın etkisindesiniz.”
“Bana kâfir mi diyorsunuz?”’
“Estağfurullah, sadece komşularımız kadın konusunda çok bağnazlar; daha doğrusu ikiyüzlüler. Hem anaya tap, hem analığa giden yolları lanetle. Kadının apışarası olmazsa insan soyu olamaz; ben sadece bunu söylüyorum.”’ “Analığa bir şey dediğimiz yok. Analığa giden yolda kıvrılıp yatan yılandan söz ediyoruz. Onun başı ezilmeli.” “Niçin? Kadının zevki sizi neden bu kadar sinirlendiriyor? Anlamıyorum ki.”’
Mahpus kız hücrenin toprak zemininde yüzükoyun uzanmıştı; kulağını yere yapıştırmış. Zambak bahçesinden gelen aşk iniltilerini dinliyorum, böyle daha iyi işitebiliyorum.
“Zevk için kuduruyorlar; erkekleri baştan çıkartıyorlar.”’
“Ama erkek hazır değilse baştan çıkması mümkün değildir ki. Bütün erkekler bunu bilir. Arada sırada hepimizin başına gelir. Kadın ne kadar çabalasa boştur. Öyle değil mi?”
Hoşgörülü danışman birden sustu. Feci bir pot kırmış, baltayı taşa vurmuştu. Arkadaşının yüzünü cinai bir öfke kasıp kavuruyordu. Anlaşılan, arada sırada her erkeğin başına gelen, tövbekârın başından hiç gitmiyordu. Tomurcuğun tadını bilmiyordu, belki ona dokunmamıştı bile; gizli kapının ardındaki kıvrımlı tüneli tanıdığı bile kuşkuluydu. Şimdiye kadar bunları nasıl akıl edememişti!
Hoşgörülü danışman, bu tartışmayı asla kazanamayacağını anlıyordu; ne bu konuda ne başka konularda hakanı asla kendi görüşlerinden yana çekemeyeceğini… Ne kadın bedeninin bir mabet olduğuna inanacaktı hakan ne de haçlı cengâverlerin saldırı hazırlıklarına… Dudaklarında duyumsadığı diri tomurcuk soluverdi; döküldü yaprakları. Kendi bedeninin en değerli organı kırılmış gibi bir acı kaplamıştı, hoşgörülü akil adamın tüm canını. Sustu… kaldı…
Mahpus kız hücrenin toprak zemininde yüzükoyun uzanmıştı; kulağını yere yapıştırmış. Zambak bahçesinden gelen aşk iniltilerini dinliyorum, böyle daha iyi işitebiliyorum.
Onun ekmeği, suyu ve felaketi bu iniltilerdi. Kimi kez iniltilerin ritmine uydurup da gövdesini, hayalin kucağına bırakabiliyordu tüm benliğini. Zambak bahçesinde sevişen kendisiydi, su başında karayağız Çingene delikanlıyla oynaşmış bedeni işte gene kavuşmayı yaşıyordu, derinden gelen sarsıntılarla ıslana ıslana. O an, onu tutsak kılan bütün mekânlar, araçlar ve zulüm hükümsüzdür! Mutludur bedeni ve özgürdür ruhu sonsuzca!
Ama kimi kez yakalayamaz ritmi; aşk iniltileri onu dışlar. Mahpusluğun çifte demir kapısı bir kere daha mühürlenir. Hücre büsbütün daralır. İçsel uyumunu yitirmiş beden, kendi içinde hapishane hücrelerine bölünür. Arzu mahpus kalmıştır, düğümlenen ette. Beden kıvrımlarının birbirine ve sonsuzluğa açılan labirentleri tıkanmıştır bir kez! Kıvranır zavallı arzu, çaresiz acıyla, bedeninden özgürleşemez.
İşte gene iniltiler yükseliyor, zambak bahçesinden. İşte mahpus kız, kapılıyor gene iniltinin ritmine. Özgürlük yakın, sonsuzluk da…
Fakat, o ne! İşitebiliyorum adım seslerini, sinsice yaklaşıyorlar. Kim bunlar? Aşk iniltileri aniden sustu, sanki bıçakla kesildi. Kopkoyu, kapkara uğursuz bir sessizlik kapladı her yanı. Ve sonra… Boğuk bir feryat! Sürüklenen bedenlerin umarsız sesi, toprağın boğduğu o garip ses…
Elbette kulağıma geldi söylentiler. Bu kalenin her kilidi, her kafesi, her demir parmaklığı fısıldar gizlide olup biteni. Demir parmaklıklar sıklaştıkça ve kalınlaştıkça fısıltılar artar; ve dile getirdikleri hikâyeler gerçeğe daha da yaklaşır. Hakanın hareminden bir kız, muhafızın birine yangındır, kuytudaki zambak bahçesinde buluşup sevişirler. Ayak sesleri neyin işaretiydi, anladım… Kaçak sevda yakalanmıştır. Müneccim olmak gerekmez, kesilecek cezayı bilebilmek için. Ölüm… Ölüm…
Mahpus kız, buraya kapatılmakla neyi yitirdiğini daha derinden duyumsar sızıyla, acıyla, umarsızlıkla. Uğrunda ölümün göze alındığı…
Yitenin yerini biraz olsun dolduran aşk iniltileri de yok, bundan böyle… Sevdalıların kara kaderi unutulmadan, kim cesaret edebilir, yeni bir kaçak sevdayı göze almaya, zambak bahçesinin kuytularında!
Son inilti de sustu… Bundan kelli boşluk ki ne boşluk…
Kız soncul çabayla doğrulur yerinden. Kara saçlarını boynuna ve pencere demirlerine dolar.
Ondan kalan son şey, rüzgârda salınan nazlı bir serviyi andıran gölgesi…
Rivayet olunur ki, kızın bedeni götürüldükten çok sonra bile, gölgesi terk etmemiş toprak zemini.
Hakanın danışmanı iki akil adamın -biri rind meşrep, biri tövbekâr- kızın akıbetini, daha doğrusu bacak arasında gizli tomurcuğun akıbetini tartışmalarına gerek kalmamıştır. Kız canına kıymıştır nasılsa.
Kızıl Kale kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Kızıl Kale
Öykü
Yazar: Erendiz Atasü