Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (…) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.

George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell tarafından kaleme alınmış alegorik bir politik romandır. Hikâyesi distopik bir dünyada geçer. Distopya romanlarının ünlülerindendir. Özellikle kitapta tanımlanan Big Brother (Büyük Birader) kavramı günümüzde de sıklıkla kullanılmaktadır. Aynı zamanda kitapta geçen “düşünce polisi” gibi kavramları da George Orwell günümüze kazandırmıştır.

Orwell, romanı İskoçya’da verem ile boğuşurken 1947-1948 yılları arasında yazmıştır. Zamyatin’in Biz adlı eserinden esinlenen bu roman ilk başta “Avrupa’daki Son Adam” (The Last Man in Europe) ismiyle yazılmıştır. ABD ve Birleşik Krallık’taki yayımcısı (roman bu iki ülkede aynı anda satışa sunulmuştur) pazarlama açısından romanın adını Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’e (Nineteen Eighty-Four) çevirmiştir. Roman ilk kez 8 Haziran 1949’da basılmıştır.

Kitap sosyalizm karşıtı olarak suçlanmıştır, ancak Orwell buna karşı çıkmıştır. 16 Haziran 1949’da yaptığı açıklamada Orwell şöyle konuşmuştur: “Yeni romanımda [Bin Dokuz Yüz Seksen Dört] sosyalizme ya da (bir destekçisi olduğum) Britanya İşçi Partisi’ne bir saldırı kastetmedim, ama merkezileştirilmiş bir ekonominin yol açabileceği ve halen komünizm ve faşizmde kısmen gerçekleşmiş olan bozukluklara değindim… Kitabın konusunun Britanya’da geçmesi İngilizce konuşan ırkların doğuştan diğerlerine göre daha üstün olmadığını ve karşı konulmadığı takdirde totalitarizmin herhangi bir yerde zafer kazanabileceğini vurgulamak içindir.”

Romanın distopik dünyasında totaliter bir merkezi tek partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk ve hayatı manipüle edilmektedir. Roman daha sonra ünlenecek Büyük Birader ve Düşünce Polisi gibi kavramları içermektedir. 20. yüzyılın en etkili romanlarından biri olmasının yanı sıra satış anlamında da çok başarılı olmuştur.

Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya isimli romanıyla birlikte, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört İngilizce edebiyatın ilk ve en ünlü anti-ütopik edebi eserlerindendir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve içerdiği terminoloji mahremiyet tartışmalarında sıklıkla ortaya atılmış ve kalıplaşmıştır. Kitap birçok farklı dile çevrilmiştir. Türkiye’de Can Yayınları tarafından Türkçe olarak basılmıştır.

Bu roman aynı zamanda 1984 yılında beyaz perdeye uyarlanmıştır.

Kitaptaki çiftdüşün tekniğiyle karşıt kavramlar bir arada kullanılarak kişinin bariz gerçeğe aykırı olanı kabul etmesi beklenir. Zira, kitaptaki düzende merkezi tek partiye bağlılığını göstermesi için insanın gerekirse akla aykırı olanı bile doğru bellemesi gerekir.


984, Orwell’in sanatının tacıdır ve kuşku götürmez biçimde, dikenlerden oluşmuş bir taçtır bu.

George Orwell, edebiyat dünyasına damgasını vururken bir yandan da, çevresindeki mutsuzluğa mahkûm dünyayı düzeltmeye çalışıyordu. Gerçek bir liberal olduğundan, küçük şeyler aracılığıyla düzeltmeye çalışıyordu dünyayı. Programlar Pogromları* getiriyor. O halde, güllerle kurbağalara ya da daha anlamlı olduğunu düşünüyorsanız, sanata ve edebiyata dönün. Alçakgönüllü kurtuluşumuz işte burada, ‘gereksiz olan’da yatıyor.

Orwell bir makalesinde şöyle diyordu: “Bugün dünyada var olan dev hınç birikimini daha da genişletmek için en iyi yol, Yahudilerle Araplar, Almanlarla Çekoslovaklar vb. arasında, her maçta yüz bin kişilik karışık bir izleyici kitlesinin hazır bulunacağı bir futbol turnuvası düzenlemektir.” Kurallara uyulmasa bile, teke tek oynandığı sürece, oyunlar zararsızdır. Dünyayı yıkmaya katkıda bulunan, uluslararası ölçekteki spordur. Tek kazancı, siyasal prestij ve mali çıkarlardır. Orwell de, milliyetçilik sorununu genelinde ele alır. Birmanya’da devlet görevlisi olarak bulunduğu sırada yüz yüze geldiği İngiliz emperyalizmi kötüdür, ama onu siyaset sahnesinden silen yeni emperyalizm türleri daha da kötüdür. Tüm uluslar iğrençtir, ama bazıları ötekilerden de iğrençtir. Orwell pek de çekici olmayan, bu dolambaçlı yoldan yurtseverliğe varır. Bazılarımız için, bu en temiz yoldur. Güllere, kurbağalara, sanata inanırız ve biliriz ki, kurtuluş, kurtuluşun küçücük bir kırıntısı, ancak bu yolda bulunabilir. Siyasal alanda bulamayız kurtuluşu, aldatılmaya da niyetimiz yoktur, ama seçtiğimiz, kötüler arasında en az kötü olandır. Böylece, yüreklerimizi ve beyinlerimizi zedelemeden yurtsever oluruz.

Pek huzurlu bir çözüm değildir bu, ama huzur arıyorsak, Orwell’i izleyemeyiz. Kitaplarına yaslanmak isteriz, iğne gibi battıklarını fark ederiz. Orwel’in kitapları, bizden sonraki kuşaklar için bile, her şeyin çözümlendiği bir geleceğin rahatlatıcı umudunu taşımaz. Mistik bir bakış açısı bile getirmez. Orwell’in tek getirdiği, yakınımızdaki küçük şeylere, iyiliğe, barışa ve doğruluğa olan inançtır.

Orwell, dilin, yazının duruluğu konusunda, tutkuya varan bir titizlik gösterirdi. Tehlikeli olmakla birlikte, gerekli bir oyundu oynadığı. Gerekliydi, çünkü dilin gerilemesi, düşüncenin de gerilemesidir ve bu, iletişimin zedelenmesi anlamına gelir. Orwel’e göre özgürlük, yazıyla ilintilidir ve özgürlüğü yok etmek isteyen bürokratlar kötü konuşur, kötü yazarlar; anlamın, bütün anlamın kaybolduğu cümlelere sığınırlar. Her yurttaşın, özellikle de gazetecilerin görevi, bu tür cümle ve sözcükleri yakalayıp bunlara karşı savaşmaktır. Bu kaba, kısır dile karşı savaşımında Orwell tek başına değildir, ama büyük çoğunluk, soruna estetik açıdan, alayla yaklaşır. Orwel’i başkalarından ayıran, konuya sonsuz bir ciddiyetle eğilmesi ve dille özgürlük arasında doğrudan bağlantı kurmasıdır.

E. M. FORSTER

BİRİNCİ BÖLÜM

1

Nisan ayının soğuk, ama açık bir günüydü; saatler on üçü gösteriyordu. Yıldırıcı esen rüzgârdan korunabilmek için çenesini göğsüne gömmüş olan Winston Smith, hızla Zafer Konağının camlı kap ından içeri süzüldü; ama bir toz bulutunun da kendisiyle birlikte içeri dalmasına engel olabilecek kadar çabuk davranamadı.

Hol, kaynamış lahana ve eski paçavra kilim kokuyordu. Ev için oldukça büyük, renkli bir poster, dipteki duvara asılmıştı. Posterde, özenilmeden yapılmış, bir metreden daha geniş, koskocaman bir yüz resmi vardı: Kırk beş yaşlarında, siyah gür bıyıklı, sert çizgileriyle bir erkek yüzü. Winston merdivenlere yöneldi. Asansöre binmeyi denemenin bir yararı yoktu. En iyi zamanlarda bile çalıştığı seyrekti; üstelik son günlerde elektrik kısıntısı vardı. Nefret haftasına hazırlık nedeniyle ekonomik önlemlerin bir parçasıydı bu. Daire yedinci kattaydı. Otuz dokuz yaşında olan ve sağ ayak bileğinin üstünde bir varis ülseri taşıyan Winston, yolda birkaç kez dinlenerek, ağır ağır çıktı merdivenleri. Her katta asansörün karşısında asılı olan poster, kocaman yüzüyle ona bakıyordu. Gözleriyle insanın hareketlerini izliyormuş gibi yapılmış resimlerdi bunlar. Resmin altındaki başlıkta: BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, yazılıydı.

İçeride yumuşak bir ses, ham demir üretimiyle ilgili birtakım istatistik değerleri okuyordu. Ses, sağdaki duvara yerleştirilmiş, buğulu bir aynayı andıran, dikdörtgen metal levhadan geliyordu. Winston, bir düğmeyi çevirdi. Ses azalır gibi oldu, ama sözcükler hâlâ seçilebiliyordu. Tele ekran denilen bu âletin sesi azaltılabiliyor, ama tümden kapatılamıyordu. Pencereye yaklaştı. Ufak tefek, çelimsiz bir yapısı vardı; Partinin üniforması olan mavi tulum, bedeninin inceliğini ortaya pek çıkarmıyordu. Saçlarının rengi açıktı. Yüzü doğal bir pembelikteydi. Teni ise âdi sabun ve kör jiletlerden ve yeni biten kışın soğuğundan sertleşmişti.

Kapalı pencerenin kanatlarının gerisinde, dışarıdaki dünya soğuk gibiydi. Aşağıda caddede küçük rüzgâr girdapları, tozları ve kâğıtları çevirip savuruyordu ve güneşin ışımasına, gökyüzünün koyu maviliğine karşın her yana asılmış posterlerin dışında hiçbir şeye canlılık ve renklilik göze çarpmıyordu. Bu kara bıyıklı yüz her köşeden bakmaktaydı. Posterlerden biri, hemen karşıdaki evin önüne asılmıştı. Karanlık gözleri Winston’a dikilmiş, BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, diyordu. Aşağıda, caddede köşesi yırtılmış başka bir poster rüzgârla inip kalkarken tek sözcük INGSOS bir görünüp bir kayboluyordu. Uzakta bir helikopter, damları sıyırarak alçaldı, büyük bir mavi sinek gibi bir süre havada asılı kaldı, sonra bir eğri çizerek ok gibi fırladı, insanların pencerelerini gözleyen polis devriyesiydi. Bu devriyeler pek önemli değildi, ası önemli olan Düşünce Polisiydi.

Winston’ın arkasındaki tele ekrandan gelen ses dokuzuncu üçyıllık planın hedefleri aştığı konusunda ve ham demir hakkında hâlâ bir şeyler geveleyip duruyordu. Tele ekran aynı anda hem yayın yapabiliyor, hem de kaydedebiliyordu. Winston’ın çıkardığı fısıltıyı aşan her ses, hemen kayda alınabiliyordu; üstelik Winston, metal levhanın egemen olduğu görüş alanı içinde bulunduğu sürece, işitilebildiği kadar görülebiliyordu da. Herhangi bir anda seyredilip seyredilmediğinizi anlayabilmeniz olanaksızdı. Düşünce Polisinin, ne kadar sıklıkla ya da nasıl bir sistemle kimi izlediği bilinemezdi. Her an, canları ne zaman dilerse, alıcıyı çalıştırabilirlerdi. Çıkardığınız sesin işitildiği, karanlıkta olmadığınız sürece, her hareketinizin izlendiği varsayımı, içgüdüsel bir alışkanlık haline dönüşmüştü, bununla yaşamanız gerekiyordu – yaşıyordunuz.

Winston, sırtı tele ekrana dönük durdu. Böylesi daha güvenliydi; gelgelelim, yine de bir sırtın bile bir şeylere işaret edebileceğini çok iyi biliyordu. Bir kilometre ötede çalıştığı yer olan Doğruluk Bakanlığı kirli bir görüntü olarak, geniş ve bembeyaz ayaktaydı. Bu, diye düşündü belli belirsiz tiksintiyle – bu, Londra, Birinci Havaüssünün merkez kenti. Okyanusya kentlerinin en yoğun nüfuslu üçüncü kenti. Londra’nın hep böyle mi olduğunu anımsayabilmek için bazı çocukluk anılarını belleğinden söküp çıkarmaya çalıştı. Yanları kereste kirişlerle kapatılmış, pencereleri kartonlarla yamanmış, çatıları oluklu demir levhalardan, düzensiz bahçe duvarları dört bir yana eğilmiş, çürümeye yüz tutmuş 19. yüzyıl evlerinin bu görüntüsü her zaman var olmuş muydu? Peki ya sıva tozlarının girdaplar oluşturarak uçuştuğu, moloz yığınlarının üstünde, tek tük söğüt ağaçlarını barındıran, bombardımana tutulmuş bölgeler, bombardımanların açtığı geniş alanlara serpilmiş ahşap kulübelerin bulunduğu yerler? Bir yararı yoktu, anımsayamıyordu; çocukluğundan geriye, zemini belirsiz, anlaşılmaz bir sürü anlık görüntü dışında hiçbir şey kalmamıştı.

Doğruluk Bakanlığı, Yenikonuşda* Doğrubak, görünürdeki herhangi bir nesneden çok farklıydı. Bu koskocaman piramit biçimindeki, pırıl pırıl beyaz beton 300 metre yüksekliğindeydi. Winston’m bulunduğu yerden, beyaz cephesine süslü harflerle yazılı, partinin üç sloganını okuyabilirdiniz.

SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR BİLGİSİZLİK KUVVETTİR

Söylentilere göre, Doğruluk Bakanlığının yer üstünde üç bin odası, yer altında da, bir o kadar dehlizi vardı. Londra’nın değişik yerlerinde, aynı büyüklük ve mimaride başka üç yapı daha vardı. Bunlar öteki yapıları öylesine cüceleştiriyorlardı ki, Zafer Konağının çatısından dördünü birden aynı anda görebilirdiniz. Bunlar, hükümetin tüm organlarının bölüştürülmüş olduğu dört bakanlığın barındığı yapılardı. Doğruluk Bakanlığı haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlarla ilgileniyordu. Barış Bakanlığı, savaşlarla uğraşıyordu. Sevgi Bakanlığı, yasaları ve düzeni koruyordu. Bolluk Bakanlığı, ekonomik olayların sorumluluğunu almıştı üzerine. Bunların yeni dilde adları, Doğrubak, Barışbak, Sevbak ve Bolbak’tı.

Aralarında en ürkünç olanı, Sevgi Bakanlığıydı. Bu yapıda bir tek pencere bile yoktu. Winston, oraya hiç girmemişti, hatta yarım kilometre yakınına bile sokulmamıştı. Resmi bir görev dışında, içeriye girmek olanaksızdı; o zaman bile, içeriye ulaşabilmek için, dikenli tellerin koruduğu labirentleri ve gizli makineli tüfek yuvalarını aşmak gerekiyordu. Bakanlığın dış engellerine ulaşan caddeler bile, kalın coplu, siyah üniformalı, goril yüzlü gardiyanlardan geçilmiyordu.

Winston, ansızın geri döndü. Tele ekranla yüz yüze gelince, gerektiği gibi, yüzüne sakin bir iyimserlik ifadesi yerleştirdi. Odayı geçerek küçük mutfağa girdi. Bakanlıktan günün bu saatinde ayrılmakla, kantindeki yemeğini gözden çıkarmıştı; mutfakta, yarınki kahvaltıya ayırdığı bir parça siyah ekmekten başka yiyecek yoktu. Raftan, sade, beyaz etiketinde ZAFER CİNİ yazılı, içinde renksiz bir sıvı bulunan şişeyi aldı. Kapağını açınca burnuna Çinlilerin pirinç ruhuna benzer, ağır bir yağ kokusu çarptı, Winston kendisine bir çay kaşığı cin doldurdu, etkisine hazırlandı ve ilaç gibi yutuverdi.

Birden, yüzü kıpkırmızı kesildi, gözlerinden yaşlar boşandı. Bu, nitrik aside benzer bir şeydi; üstelik yutunca, insanın başının arkasına lastik bir copla vurulmuş gibi oluyordu. Ama az sonra, midesindeki yanma hissi geçti ve dünya daha neşeli görünmeye başladı. Zafer sigarası yazılı buruşmuş bir paketten bir sigara aldı, ama dikkat etmeyip sigarayı ters tutunca, bütün tütün yere döküldü. Bir sonrakinde, daha başarılıydı. Yeniden oturma odasına döndü ve tele ekranın solundaki küçük masanın başına geçti. Çekmeceden bir kalem kutusu, bir şişe mürekkep, arkası kırmızı, ön kabı ebrulu dörtköşe, kalın, boş bir defter çıkardı.

Oturma odasındaki tele ekran, nedense, bir garip yerleştirilmişti. Tüm odayı denetleyebileceği en dipteki duvar yerine, pencerenin karşısındaki uzun duvara konmuştu. Ekranın bir yanında, Winston’ın oturmakta olduğu alçak bir girinti vardı, burası daireler yapılırken, kitap raflarını barındırmak amacıyla inşa edilmişti. Girintide sırtı dönük oturan, Winston, tele ekranın görüş alanının dışında kalıyordu. Elbette sesini duyabilirlerdi, ama şu andaki konumunda kaldığı sürece, onu göremezlerdi. Az sonra yapacağı işi de aklına getiren odanın bu olağanüstü düzeni olmuştu.

Ama bunda, az önce çekmeceden çıkarmış olduğu defterin de payı vardı. İnanılmaz güzellikte bir defterdi bu. Yılların etkisiyle biraz sararmış, pürüzsüz, kaymak gibi kâğıdı, kırk yıldır üretilenlere hiç benzemiyordu. Defterin bundan bile eski olduğunu düşünüyordu. Kentin ıssız köşelerinden birinde, ıvır-zıvır satılan küçük bir dükkânın vitrininde görmüştü onu (yerini tam olarak anımsayamıyordu) ve ansızın, ona karşı yenilmez bir sahip olma tutkusu oluşmuştu. Parti üyelerinin sıradan dükkânlara girmemeleri gerekti, (buna serbest piyasada alışveriş deniyordu) ama bu kural sıkı sıkıya uygulanmıyordu, çünkü ayakkabı bağı, jilet gibi şeyleri başka yerde bulmak olanaksızdı. Caddeye şöyle bir göz atmış, sonra içeri girerek defteri iki buçuk dolara satın almıştı. O sırada, defteri istemek için herhangi bir özel nedeni yoktu. Suçluluk duygulan içinde, çantasında eve taşımıştı onu. İçinde bir şey yazılı olmamasına karşın bu, uğrunda özveride bulunulabilecek bir eşyaydı.

Şu anda yapmak üzere olduğu iş, bir günlük tutmaya başlamaktı. Bu, yasaya aykırı bir şey değildi (aslında artık yasa diye bir şey kalmadığı için, yasaya aykırılık da söz konusu değildi.) Ama durum fark edilirse, ölüm cezasına çarptırılabilir ya da en az yirmi beş yıl, zorunlu çalışma kampına gönderilebilirdi. Winston dolmakalemine uç taktı, içindeki birikintileri temizlemek için emdi. Dolmakalem eski bir araçtı artık; ancak arada sırada imza atarken kullanılıyordu. Winston uzun uğraşılardan sonra bir tane edinebilmişti, çünkü bu kaymak gibi kâğıdın tükenmezle karalanmak yerine gerçek bir dolmakalemle yazılmaya hakkı olduğu duygusu uyanmıştı içinde. Aslında, elle yazı yazmaya alışkın değildi. Aldığı çok kısa notlan dışında, her şeyi mikrofonlu daktilo ile yazıyordu, ama şu anki amacı için, elbette böyle bir araç kullanması düşünülemezdi. Kalemini mürekkebe batırdı, sonra bir an duraksadı. İçinde bir ürperti duydu. Kâğıda bir işaret koymanın karar anındaydı. Küçük, kalın harflerle yazdı:

4 Nisan 1984

Geriye yaslandı. Kendini tümden çaresiz hissetti. Her şeyden önce, yılın 1984 olduğundan emin değildi. Yaşı, tam otuz dokuz olduğuna göre, yıl 1984 olmalıydı. 1944 ya da 1945 yılında doğduğunu sanıyordu, ama bir ya da iki yılın içindeki kesin tarihleri saptamak olanaksızdı artık.

Birden, bu günlüğü kimin için tuttuğu sorusu geldi aklına. Gelecek için mi? Henüz doğmamışlar için mi? Düşünceleri, bir an sayfanın üzerindeki belirsiz tarihte gezindi ve sonra çiftdüşün sözcüğü çaktı beyninde. İlk kez üzerine aldığı sorumluluğun büyüklüğünü fark etti. Gelecekle nasıl iletişim kurabilirdi insan? Yapısı gereği olanaksızdı bu. Gelecek ya şimdiki zamanı andıracaktı (bu halde onu dinlemeyecekti), ya da şimdikinden farklı olacaktı (o zaman önsezilerinin bir anlamı olmayacaktı).

Bir süre kâğıda aptal aptal bakarak oturdu. Tele ekranda tiz bir sesle askeri marşlar çalmaya başlamıştı. Tuhaftı, yalnızca anlatım gücünü yitirmemiş, aynı zamanda, ne söylemek istediğini bile anımsayamaz olmuştu. Kendisini dört haftadır bu âna hazırlamıştı, ama aslında cesaret dışında hiçbir şeye gereksinimi olmadığını düşünememişti. Yazma eylemi kolaydı aslında. Yapacağı iş, yıllardır kafasında sürüp giden o monologu kâğıda aktarmaktı. Ama şu anda, o monolog kurumuştu sanki. Üstelik, varis ülseri dayanılmaz biçimde kaşınıyordu. Yarasını kaşımaya cesaret edemiyordu, çünkü yara her zamanki gibi mikrop kapabilirdi. Saniyeler geçiyordu. Önündeki boş sayfanın varlığından, bileğinin üstündeki derinin kaşıntısından, müziğin bağırtısından ve cinin neden olduğu sarhoşluktan başka bir şeyin bilincinde değildi.

Birden, panik içinde yazmaya başladı, neler karaladığının pek farkında değildi. Küçük, çocuksu el yazısı, sayfa üzerinde dolaşıyor, önce büyük harflerden, sonra noktalardan vazgeçiyordu.

14 Nisan 1948. Dün gece sinemada. Hepsi savaş filmleri, iyi olan birinde, bir gemi dolusu mülteci, Akdeniz’de bir yerlerde bombalandı. Şişman, iriyarı bir adamın, ardında helikopter, yüzmeye çabalayan görüntüsü izleyicileri pek eğlendirdi, önce adamın yunus balığı gibi debelendiğini, sonra helikopterlerin silâh atış alanı içine girdiğini gördük, sonra delik deşik oldu ve çevresindeki deniz suyu pembeye bayandı ve bedenindeki delikler suyun içeri girmesine izin vermiş gibi ansızın battı. O batarken izleyiciler gülmekten katılıyorlar, sonra bir helikopterin üzerinde uçmakta olduğu, içi çocuk dolu bir kurtarma botu gördük. Önde kucağında üç yaşlarında küçük bir çocukla orta yaşlı bir kadın oturuyordu, Yahudi’ydi belki de, küçük çocuk korkuyla bağırmakta ve kendisini gömmek ister gibi başını annesinin göğüsleri arasına sokmakta, kadın kendisi korkudan mosmor olduğu halde çocuğu avutmaya çalışıyor ve kollan gelen mermilerden koruyabilecekmiş gibi oğlunu sarabildiğince sarıyor, helikopter üzerlerine yirmi kiloluk bir bomba fırlattı, müthiş bir patlama oldu ve bot küçük kıymıklara ayrıldı, sonra bir çocuk kolunun gökyüzüne doğru uçtuğu müthiş bir sahne vardı, burnunda bir kamera bulunan helikopter izlemiş olmalıydı onu, Parti üyelerinin bulunduğu sıralarda alkış koptu, ama sinemanın proleter kısmındaki bir kadın ansızın ayaklarını yere vurmaya ve bunları çocukların önünde göstermeye haklan yok diye bağırmaya başladı, polis onu durdurana dek, bunları çocukların önünde göstermeye haklan yok, hayır gösteremezler çocuklara, ona bir şey yaptıklarını sanmıyorum, kimse proleterlerin söylediklerine kulak asmaz, tipik proleter tepkisi, hiçbir zaman.

Winston yazmayı bıraktı, eline kramp girmişti. Bu saçma-sapan şeyleri niçin yazdığını bilmiyordu. Ama ilginç olan bir şey vardı; bunları yazarken, kafasında bütünüyle farklı bir anı tazelenmişti; öyle ki bu olayı artık yazabilirdi. Şimdi anımsamıştı, o olaydan dolayı, ansızın eve dönmeye ve bir günlük tutmaya karar vermişti.

O sabah Bakanlıkta gelişmişti olay, aslında bir bulut arkasında gibiydi, olanlar eğer olay sayılabilecekse…

Saat on bir sularıydı, Winston’ın çalıştığı Arşiv Dairesinde, sandalyeleri odacıklardan çıkarıyorlar ve salonun ortasına yerleştiriyorlardı. İki Dakikalık Nefrete hazırlık yapılıyordu. Winston orta sıralardan birinde yerini alırken tanıdığı, ama hiç konuşmamış, beklenmeyen iki kişi odaya girdiler. Bunlardan biri koridorda sürekli karşılaştığı bir kızdı. Adını bilmiyordu, ama Roman Dairesinde çalıştığından haberliydi. Makine yağı bulaşmış ellerine ve taşıdığı İngiliz anahtarına bakılacak olursa, roman yazan makinelerin birinde teknik bir işi vardı. Yirmi yedi yaşlarında, gür saçlı, çilli, seri, atletik hareketleri olan bir kızdı. Tulumunun beline birkaç kez dolanmış, Gençlik Anti-Seks Örgütünün amblemini taşıyan al kuşak, kalçalarının biçimliliğini ortaya çıkaracak denli sıkı sarılmıştı. Winston, ilk gördüğü andan beri ondan hoşlanmamıştı. Nedenini bilmiyordu; kızın üzerindeki o, hokey alanlarının, soğuk duşların, toplu kır yürüyüşlerinin ve genel temiz düşünürlük havasıydı buna neden olan. Winston hiçbir kadından hoşlanmazdı, özellikle genç ve güzel olanlarından. Partinin en gönüllü, kendilerini adamış elemanları hep kadınlardı; özellikle sloganları yutarcasına belleyenler, amatör ispiyoncular, Partiye taparcasına bağlı kişiler, genç olanlarıydı. Ama bu kız, onda, ötekilerden daha tehlikeli biri olduğu izlenimini uyandırıyordu. Bir kez koridorda karşılaştıklarında, kendisine yan gözle çabucak bir bakış fırlatmıştı. İçine işlemişti bu bakış ve ona karabasanlar salmıştı. Kızın, Düşünce Polisi olabileceği olasılığı geçmişti aklından. Doğrusunu söylemek gerekirse, buna pek ihtimal vermiyordu. Yine de, o çevresinde olduğu zamanlar, içinde düşmanlık ve korku karışımı garip bir tedirginlik duyuyordu.

Öteki ise, İç Partiden, O’Brien adında bir adamdı. Winston’ın hakkında en ufak bir bilgisi olmadığı önemli ve gözlerden uzak bir görevi vardı. Siyah tulumuyla İç Parti üyesinin yaklaştığı görülünce, sandalyeler çevresindeki bir küme insanın arasında geçici bir kaynaşma oldu. O’Brien, iri, sağlam yapılı bir adamdı; kalın bir boynu, çirkin, gülünç, yabanıl bir yüzü vardı. Bu korkunç görünüşüne karşın, davranışlarında insanı çeken gizli bir yön vardı. Gözlüklerini burnunun üzerine yerleştirişi, nedense çok çekici, çok uygarca bir hareket gibi görünüyordu.

Eğer hâlâ eski koşullar altında düşünülmüş olsaydı, bu hareketi insana, bir 18. yüzyıl soylusunun enfiye kutusunu sunarkenki halini anımsatabilirdi. Winston, O’Brien’ı birkaç yıl içinde belki on, on iki kez görmüştü. Ona karşı büyük bir yakınlık duyuyordu; bunun nedeni, yalnızca O’Brien’ın dövüşçü fiziğiyle kentli davranışları arasındaki çelişkinin merakını uyandırması değildi, daha çok bir inançtı bu; bir inanç değildi belki de-O’Brien’ın politik bağlılığının tam olmadığını gösteren bir umuttu. Yüzündeki bir şeyler bunu kesinlikle doğruluyordu. Yüzünden okunan, belki de hoşgörü değil, yalnızca zekâydı. Yine de, ne olursa olsun, tele ekranı atlatabilse ve insan onu yalnız yakalayabilse, konuşabilecek bir insan izlenimi uyandırıyordu. Winston bu kanısını doğrulamak için en küçük bir girişimde bulunmamıştı şimdiye dek, ayrıca bulunmasına da olanak yoktu. O sırada O’Brien kolundaki saate baktı, saat hemen hemen on bir olmuştu. Görünüşüne bakılırsa, İki Dakikalık Nefret son bulana dek Arşiv Dairesinde kalmaya niyetliydi. Winston’un bulunduğu sırada, iki sandalye ötesine oturdu. Winston’ın çalıştığı odacığın yanında çalışan, ufak tefek, kum sarısı saçlı kadın aralarında oturuyordu. Koyu saçlı kız tam arkalarında oturmaktaydı.

Az sonra, canavar gibi bir makine yağsız çalışmaya başlamış gibi, odanın sonundaki büyük ekrandan, iğrenç, gıcırtılı bir konuşma odaya yayıldı… İnsanın dişlerini kamaştıran, saçlarını ensesinde diken diken eden bir sesti bu. Nefret başlamıştı.

Her zamanki gibi, halkın düşmanı Emmanuel Goldstein’ın yüzü ekranda belirdi. İzleyiciler arasında, orada burada fısıltılar dolaştı. Kum rengi saçlı, ufak tefek kadın korku ve iğrenme belirten bir ciyaklama sesi çıkardı. Goldstein doğru yoldan sapmış bir haindi. Bir zamanlar (kimse ne kadar zaman önce olduğunu kesin anımsayamıyordu) Partinin önderlerinden biriydi; aşağı yukarı Büyük Biraderin düzeyindeydi; ama sonraları bir karşı devrim hareketine giriştiği için, ölüme mahkûm edilmiş ve sonra gizemli bir biçimde kayıplara karışmıştı. İki Dakikalık Nefret izlenceleri günden güne değişmekteydi, ama hepsinde Goldstein en önemli kişiydi. O, en büyük hain, partinin saflığını kirleten ilk adamdı. Partiye karşı olan, bunu izleyen tüm suçlar, ihanetler, sabotaj eylemleri, karşı doktrinler, sapmalar onun öğretilerinden kaynaklanıyordu. Goldstein hâlâ bir yerlerde yaşıyor ve suikastler tasarlıyordu, iletiyordu; belki de denizaşırı bir yerde yabancı efendilerinin koruması altındaydı ya da Okyanusya’nın içinde bir yerlerde gizleniyordu-en yaygın söylenti buydu.

Winston’ın göğsü daraldı. Goldstein’ın yüzünü her gördüğünde karışık duygular yüreğini sıkıştırırdı. Bu ince bir Yahudi çehresiydi. Beyaz kabarık saçlarla çevrelenmiş, küçük, keçi sakallı, zeki, ama yine de ince, uzun burnundaki o bunak sersemlikle, küçümsenen bir yüzdü bu. Burnunun ucunda bir çift gözlük vardı. Bu çehre bir koyununkini andırıyordu; sesi de öyle, koyun melemesine benzer bir tondaydı. Goldstein, Partinin doktrinlerine karşı alışılmış, kin dolu, diş bileyici saldırısına başlamıştı. Bu öylesine abartıyla dolu ve rayından çıkmış bir saldırıydı ki, bir çocuk bile onun sahte olduğunu anlayabilirdi, ama tümüyle mantıksız da değildi; insan anlayışı biraz kıt olanların kanacağını düşünerek kaygılanıyordu. Büyük Biradere sövüp sayıyor, Partinin diktatör düzenini açığa vuruyordu. Avrasya ile ivedi barış anlaşması yapılmasını buyuruyor; konuşma özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, toplantı özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü savunuyor, devrime ihanet edildiğini çılgınca haykırıyordu. Bu çok heceli, hızlı söylev, Parti konuşmacılarının alışılagelmiş stilinin abartılı bir taklidi gibiydi, içerdiği yeni dildeki sözcük sayısı, herhangi bir parti üyesinin günlük yaşamda kullanacağı sözcük sayısından çok fazlaydı. Goldstein’ın yapmacıklı sözlerinin gizlediği gerçek hakkında kimsenin bir kuşkusu kalmasın diye, tele ekranda arka plandan, sonu gelmeyen bir Avrasya ordusu geçiyordu; Asyalı yüzlerinde sert bir anlamsızlık taşıyan adamlar birbirlerinin ardı sıra ekranda beliriyor ve kayboluyorlardı; biri öbürünün tıpkısı gibiydi. Asker potinlerinin sıkıcı, düzenli yürüyüş sesleri, Goldstein’ın melemeye benzer sesinin arka fonunu oluşturuyordu.

Odadaki insanların yarısından, dizginlenmesi güç öfke ünlemeleri yükselmeye başladığında, Nefret henüz otuz saniyesini doldurmamıştı. Ekrandaki, güvenli, koyuna benzer yüzün gerisindeki Avrasya ordusunun ürkünç gücü, giderek katlanılmaz oluyordu; üstelik Goldstein’ın görüntüsü ya da düşüncesi bile, otomatik olarak korku ve öfke yaratmak için yeterliydi. O, Avrasya ya da Doğu Asya’ya karşı duyulan nefretten daha sürekli bir nefret hedefiydi, çünkü Okyanusya, bu kuvvetlerden biriyle savaş halindeyken diğeriyle genellikle barış ilişkileri içinde olurdu. Ama garip olan bir şey vardı: Goldstein herkes tarafından nefretle karşılandığı, küçümsendiği, her gün binlerce kez platformlarda, tele ekranda, gazetelerde, kitaplarda kuramları yadsındığı, parçalandığı, alaya alındığı, acınacak paçavralar olarak sergilendiği halde, yine de Goldstein etkisinin azaldığı söylenemezdi. Onun tarafından kandırılmaya hazır yeni aptallar her an vardı. Aldıkları emirlerle eylemlerde bulunan casuslar, sabotajcılar, sürekli olarak Düşünce Polisi tarafından açığa çıkarılıyorlardı. Goldstein, büyük bir karanlık ordunun, kendilerini devleti yıkmaya adamış gizli bir suikastçılar örgütünün başıydı. Kardeşlik adıyla anılıyordu örgüt. Ayrıca bir de, el altından orada burada dolaştırılan, yazarının Goldstein olduğu, egemen siyasal doktrinlerin karşıtı olan düşüncelerin özetlendiği müthiş bir kitabın öyküsü kulaktan kulağa dolaşıyordu. Bu kitabın bir adı yoktu. Herkes ona yalnızca kitap diyordu. Tüm bunlar, ancak belli belirsiz söylentiler aracılığıyla öğrenilebiliyordu. Eğer kaçınabilirlerse, Parti üyeleri ne Kardeşlikten, ne de kitap’tan söz ederlerdi.

İkinci dakikasında Nefret, çılgınlık düzeyine ulaşmıştı. Seyirciler yerlerinden zıplıyor; ekrandan gelen, insanı çıldırtan koyun sesini bastırma çabasıyla, avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Kum rengi saçlı, ufak tefek kadının yüzü kıpkırmızı kesilmişti, ağzı, karaya vurmuş bir balığınki gibi açılıp kapanıyordu. O’Brien’ın kocaman yüzü bile kızarmıştı. Sandalyesinde dimdik oturuyor, güçlü göğsü bir dalganın saldırısına karşı koyuyormuş gibi şişiyor, inip kalkıyordu. Winston’m arkasındaki kız ‘Domuz! Domuz! Domuz!’ diye bağırmaya başlamıştı; ansızın ağır bir yenidil sözlüğü alarak ekrana fırlattı. Sözlük Goldstein’ın burnuna çarptı, geri tepti; ses hâlâ amansızca sürüyordu. Aklının başına geldiği bir an, Winston kendisinin de öbürleri gibi bağırmakta olduğunu, topuklarını sandalyesine şiddetle vurduğunu fark etti. Nefretin en ürkünç yanı, katılma zorunluluğu olmamasına karşın, aksini yapmanın, insanın elinde olmamasıydı. Otuz saniye içinde, herhangi bir zorlayıcı tutuma gerek kalmıyordu. Seyircilerin tümünü, bir elektrik akımı gibi, korkunç bir nefret ve kin taşkınlığı, öldürme, işkence etme, yüzleri balyozlarla parçalama arzusu dolduruyor, onları istekleri dışında, yüzleri buruşmuş, bağırıp çağıran deliler haline dönüştürüyordu. Ama yine de, duydukları kin soyut bir şeydi, hedefsiz bir duyguydu, bir gaz lambasının alevi gibi, bir nesneden öbürüne kolayca yöneltilebiliyordu. İşte bu nedenle, Winston’ın duyduğu nefret, bir anda Goldstein’a yönelik olmaktan çıktı ve tam tersine nefreti, Büyük Biradere, Partiye, Düşünce Polisine çevrildi; o anda gönlü, ekrandaki yalnız ve alaya alınan, oysa yalanlarla dolu dünyada, gerçeğin aklı başındaki biricik bekçisinin yanındaydı. Ama yine de, bir süre sonra, o da çevresindeki insanlarla bütünleşmiş, artık Goldstein hakkında söylenmiş olanlar, onun için de gerçek olmuştu. Böyle zamanlarda, Büyük Biradere beslediği gizli nefret hayranlığa dönüşüyordu. Büyük Birader, gözünde yüceliyor, Asya’dan gelecek düşman sellerinin karşısında, bir kaya gibi yükselen, yenilmez, korkusuz bir koruyucu oluyordu. Goldstein, bütün yalnızlığına, umarsızlığına ve varlığı hakkındaki tüm kuşkulara karşın, yalnızca sesinin gücüyle bile, uygarlığı yıkabilecek güçte, uğursuz bir büyücü gibi görünüyordu gözüne.

Bazen bilinçli olarak, duyulan nefreti bir başkasına yöneltmek olasıydı. Winston, kâbustan kurtulmak üzere sert bir hareketle, başını yastıktan kaldıran bir insanın çabasıyla, ekrandaki yüze olan nefretini esmer kıza yöneltmeyi başardı. Capcanlı, şahane sanrılar dolaştı kafasında. Onu bir copla döve döve öldürecekti. Çırılçıplak bir kazığa bağlayacak, Aziz Sebastian gibi, oklarla delik deşik edecekti. Irzına geçecek, zevkin doruğunda da boğazını kesecekti. Ondan niçin nefret ettiğini, şimdi her zamankinden daha iyi anlıyordu. Genç, güzel ve cinsiyetsiz olduğu, onunla yatmak istediği ve bunu hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceği, o gel bana sarıl diyen davetkâr incecik belinde, iffetin saldırgan imgesi, o iğrenç kırmızı kemer olduğu için nefret ediyordu ondan.

Nefret şimdi doruk noktasındaydı. Goldstein’ın sesi tam bir koyun melemesine, yüzü bir an için bir koyun yüzüne dönüştü. Sonra koyuna benzer yüzü, durmadan büyüyen, korkunç bir Avrasya askeri oldu; elindeki makinelisi homurdanıp duruyordu, sanki ekrandan fırlayıverecekmiş gibiydi, öyle ki, öndeki birkaç sırada oturanlar, irkilerek geriye doğru çekildiler. Ama aynı anda, düşman yüz, herkese derin bir nefes aldırarak, Büyük Biraderinkine dönüştü. Esmer, siyah bıyıklı, güçlü, gizemli, sakin yüz, tüm ekranı doldurmuştu. Kimse, Büyük Biraderin söylediklerini işitmiyordu. Zaten bunlar, savaş anlarında söylenenler gibi, tek tek anlaşılmayan, ancak söylenmiş oldukları için, güven ve cesaret veren sözlerdi. Sonra, Büyük Biraderin yüzü de ortadan kayboldu ve yerine Partinin üç sloganı iri, süssüz harflerle ekranda belirdi.


Merhaba bu sayfayı daha önce ziyaret ettiğin için bu kitabı okumuş olabileceğini düşündük. Dilerseniz yeni kitaplara göz atabilir ya da rastgele bir kitap seçebilirsin. Aşağıdaki kutucuğu kullanarak hızlı bir arama da yapabilirsin.


"

1984 kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?