“Yaşama anlam kazandıracak tek şey varsa o da sevgidir. Şöyle ki: Biz ne kadar sevebilir, ne kadar özveride bulunma gücünü gösterebilirsek, yaşamımız o ölçüde anlam kazanır” diyen Hesse’nin yapıtından oluşturulan “Sevebilen Mutludur” adlı seçkide yer alan öyküler, şiirler, masallar, notlar, aforizmalarda, Ben’den Sen’e doğru atılan adım ve iç dünyanın itici gücü olarak Sevgi, tıpkı insan yaşamının evrensel tarihindeki gibi leitmotiv olma özelliği taşıyor.

Başka başka bulgularla deneyimlenebilen, tanımlanabilen ve anlamlandırılabilen Sevgi’nin varolma biçimleri Hesse’nin sözcük paletiyle kendi rengini buluyor.

“Yumuşak güçlüdür sertten.
Su güçlüdür kayadan.
Sevgi güçlüdür şiddetten.”


Sevebilen Mutludur

Buz Üzerinde

Hayli uzun, şiddetli bir kış geçiriyorduk. Karaorman’dan çıkıp gelen güzelim ırmağımız haftalar öncesinden donmuş, üzeri sert bir buz tabakasıyla örtülmüştü. O acı soğuk ilk sabahın ayazında ırmağa ayak bastığım vakit içimde uyanıp tüylerimi diken diken eden bir tuhaf duygu aklımdan çıkmıyor bir türlü. Buz öylesine saydamdı ki, adeta ince bir cam altında ırmağın yeşil suyu, çakıl taşlarıyla kumlu zemini, birbirine dolanıp fantastik desenler oluşturan bitkileri ve zaman zaman bir balığın belli belirsiz sırtı görülebiliyordu.

Günlerin yansını arkadaşlarla buz üzerinde geçiriyordum yanak- larım ateş gibi yanarak, ellerim morarıp kalbim patenle kaymanın enerjik ve ritmik devinimiyle coşup kabararak; yaşanılan ânın zevkini çıkarma konusunda yeniyetmelik çağma özgü o düşüncelere yer vermeyen, o harikulade güçle içimiz dolup taşıyordu. Paten kaymada birbirimizle yanşıyor; uzun atlamada, yüksek atlamada, kaçmada, kovalayıp yakalamada birbirimizle boy ölçüşüyorduk. Hâlâ ayakla- rında iple çizmelere tutturulan kemikten, modası geçmiş patenler taşıyan arkadaşlarımızın hiç de paten kayanların en kötüleri olduğu söylenemezdi. Ama içimizde biri, bir fabrikatörün oğlu vardı ki “Halifax” marka bir çift patenle kayıyordu. Patenler ip ya da kayışa gerek duyulmadan çizmelere tutturulabiliyor, bir solukta takılıp çıkarılabiliyordu. Halifax sözcüğü o günden sonra yıllar yılı benim her Noel’de isteklerimi sıraladığım listede boşuna yer aldı. Aradan on iki yıl geçip bir ara kendime şöyle bir çift şık ve kaliteli paten almak için bir mağazaya girerek Halifax sözcüğünü ağzımdan çıkarıp da tezgâhtar gülümseyerek bunun eskimiş bir şey olduğunu, hanidir artık patenlerin en iyisi sayılmadığını inandırıcı sözlerle açıklayınca, ideal bildiğim bir şey, çocuklukta inandığım değerlerden biri kayıp gitti elimden, beni üzüntüye boğdu. Tek başıma paten kaymayı yeğliyor, çoğunlukla akşam olup karanlık çökene kadar buzlar üzerinden ayrılmıyordum. Bir uğultu, bir vınlamayla doludizgin kayıyor, alabildiğine bir hızla süzülüp giderken dilediğim noktada zınk diye durabiliyor ya da olduğum yerde çark edip bir başka yöne yönelebiliyordum; dengemi yitirmeksizin buz üzerinde güzelim yaylar çiziyor, tıpkı bir uçak pilotunun duyabileceği hazzı duyuyordum. Arkadaşlarımdan pek çoğu paten kaymayı fırsat bilip kızların peşinde koşuyor, onlara kur yapıyordu. Daha başkaları kızlara centilmenlik gösterilerinde bulunur, özlemle, mahcup tavırlarla kızların çevresinde dolanır ya da atılgan ve şen bir edayla onları çiftler halinde peşlerine takmış götürürken, ben paten kaymanın özgür zevkini tek başıma çıkarmaya bakıyordum. Kızlara önderlik eden bu arkadaşlara acıyor ya da alayla bakıyordum kendilerine. Çünkü içlerinden bazılarının itiraflarından, kızlarla güya yaşadıkları âşıkane ilişkilerin aslında ne kadar kuşkuyla karşılanması gerektiğini bildiğimi sanıyordum.

Kış sona ermek üzereydi. Bir gün bir haber çalındı kulağıma; sözde öğrenci arkadaşlardan Nordkaffer adında biri bu yakında, çizmelerinden patenlerini çıkarırken Emma Meier’i bir kez daha öpmüştü. Haberi işitince birden kanın beynime sıçradığını hisseder gibi oldum. Emma Meier’i öpmüştü demek! Bu, paten kayarken kızlara önderlik etmenin alabildiğine seçkin hazları olarak baş tacı edilen yavan söyleşilerden ve çekingen el sıkışlarından değişik bir şeydi kuşkusuz. Öpmüştü demek! Bilinmeyen, gizli kapalı, sezgilerde ürkek yaşanan bir dünyadan gelen bir sesti bu, kendisinde yaşam meyvelerinin gizli tadını barındırıyordu; saklı bir şeyleri, şiirsel, isimlendirilemeyen bir şeyleri içeriyor, o karanlık-tatlı, o ayartıcılığı tüyler ürperten bir yaşam alanının içinde kalıyordu; öyle bir alan ki hepimiz sükûtla geçiştiriyorduk ama sezgilerde aşinaydı bize, okuldan atılmış eski öğrencilerin efsanevi aşk serüvenleri bu alanı bizler için yer yer aydınlatıyordu. Nordkaffer on dört yaşında, bizim okula Tanrı bilir nasıl gelmiş Hamburglu bir oğlandı; kendisine pek değer veriyordum, okulun hayli dışarılarına taşmış ünü geceleri sıklıkla beni uyutmuyordu. Emma Meier’e gelince, Gerbersau’daki okul kızlarının hiç tartışmasız en sevimlisi, en alımlısıydı.

O gün bugün kafamda planlar kurmaya başlamıştım; yüreğim tasa ve kaygılarla dolup taşıyordu. Bir kızı öpmek, o zamana kadar içimde yaşattığım bütün idealleri gölgede bırakıyordu. Bir defa kendisinde bir olağanüstülük vardı işin; sonra, okulda yasaklanmış ve ayıp gözüyle bakılan bir şeydi. Buz pistinde kızlara vakur bir edayla kur yapmanın böyle bir öpücüğe kavuşmak için tek uygun yol olduğunu anlamakta gecikmemiştim. İlkin kılık kıyafetime elden geldiğince kibar bir görünüm vermeye çalıştım. Tıraşıma yeterince bol zaman harcayıp özen gösterdim, giysilerimin temizliği üzerinde büyük bir titizlikle durdum. Kürk kasketimi yakışık alır biçimde alnımın yarısına kadar indirdim, kız kardeşlerimden yalvar yakar gül kırmızısı bir fular alıp taktım boynuma! Öpücük için gözüme kestirdiğim kızlan buz üzerinde selamlamaya başladım ve benim bu alışılmamış iltifatımın hayretle de olsa hoş karşılandığını görür gibi oldum.

Ne var ki bir kızla ilk kez konuşmak çok daha fazla güçlük doğurdu benim için, çünkü o zamana kadar henüz bir kızı sevmiş değildim. Arkadaşlarımın konuşmalarına kulak kabartıp bu ciddi seremoniyi nasıl gerçekleştirdiklerini öğrenmeye çalıştım. Bazdan bir kızın önünde eğilip ellerini uzatmakla yetiniyordu; bazdan ise anlaşılmaz bir şeyler kekeliyor ama büyük çoğunluk şu nazik sözleri mırıldanıyordu: “Bana bu şerefi bahşeder misiniz?” Bu sözler beni hayli etkilemişti; evde odama çekiliyor, sobanın önünde eğilip bu seremoni havasını içeren sözleri yineleyerek egzersiz yapıyordum.

İlk zor adımın atılacağı gün gelip çattı derken. Bir gün önce kızlara nasıl kur yapacağıma ilişkin düşünceleri kafamda yaşatmış, ama bu düşünceleri gerçekleştirme cesaretini gösteremeden, süklüm püklüm dönüp eve gelmiştim. Bugün özlediğim kadar korkup çekindiğim adımı ne olursa olsun atmayı kafama koymuştum. Kalbim çarparak, ölümcül bir bungunluk içinde pistin yolunu tuttum, ellerim titreyerek patenleri geçirdim ayaklanma. Ardından fırladığım gibi kalabalığın arasına karıştım, geniş geniş yaylar çizdim buz üzerinde, her zamanki güven ve doğallık ifadesinin hiç değilse birazını yüzümde yansıtmaya çalıştım. Son hızla uzun pisti iki kez gidip geldim, sert hava ve hızlı devinim bana iyi gelmişti.

Tam köprünün altına gelmiştim ki, ansızın büyük bir şiddetle birine tosladım, şaşkın halde sendeleyip bir kenara savruldum. Baktım buz üzerinde güzel Emma oturuyor; dişini sıkıp duyduğu acıyı belli etmemeye çalışıyordu anlaşılan. Sitemli sitemli bana baktı, süzdü beni. O an bütün dünya gözlerimin önünde dönmeye başladı.

Yanındaki kız arkadaşlarına, “Yardım edin de kalkayım ayağa!” dedi. Birden, yüzüm pancar gibi kızararak kasketimi çıkarıp yanı başına diz çöktüm, doğrulup kalkmasına yardım ettim.

Derken korkuyla, aptal aptal karşı karşıya dikilmeye başladık, ne o ne de ben ağzımızı açıp bir şey konuştuk. Güzel Emma’nın kürk şapkası, yüzü ve saçları o yabancı yakınlığıyla serseme çevirmişti beni. Bir şey bulup söyleyerek özür dilemek istedimse de beceremedim. Kasketimi hâlâ yumruk yapılmış elimde tutuyordum. Gözlerimin önü adeta bir tül perdeyle örtülürken ansızın eğilebildiğim kadar eğildim Emma’nın önünde, kekeleyerek, “Bana bu şerefi bahşeder misiniz?” dedim.

Emma cevap vermedi ama sıcaklığını eldiven içinden hissettiğim zarif parmaklarıyla elimi tuttu, benimle buz üzerinde kaymaya başladı. Tuhaf bir düş görüyormuşum gibi bir duyguya kapıldım. Mutluluk, utanç, sıcaklık, haz ve şaşkınlık karışımı bir duygu beni adeta soluksuz bıraktı. Sanırım on beş dakika kadar kaydık buz üzerinde. Derken mola yerlerinden birinde Emma küçük ellerini usulcacık çekip aldı ellerimden. “Teşekkür ederim! ” diyerek tek başına buz üzerinde kayıp uzaklaştı. Ben şapkamı neden sonra başımdan çıkarmış, olduğum yerde uzun süre dikilip kalmıştım. Ancak sonradan aklıma geldi, baştan sona ağzını açıp tek kelime konuşmamıştı Emma.

• • •

Buz eridi ve tekrar çaba gösteremedim. Bu benim ilk aşk maceramdı. Ancak, düşümün gerçekleşmesi ve dudaklarımın bir kızın kırmızı dudaklarıyla buluşması için yıllar geçmişti.

Çok Geç

Gençlik çaresizliği ve utanç içinde Sessiz bir dilekle sana geldiğimde,
Güldün sen
Ve benim sevgimi
Bir oyun ettin.
Şimdi yoruldun ve oynamıyorsun artık,
Koyu gözlerle bakıyorsun batık
Kendi çaresizliğinden,
Ve istiyorsun sana o zaman
Sunduğum sevgiden.
Ah, o sevgi söndü çoktan
Ve gelmez bir daha tekrardan –
Bir zaman senindi o!
Artık bir isim bilmiyor
Ve yalnız kalmak istiyor.

Sevginin varlık nedeni, bizi mutlu etmek değildir. Kanımca sevgi acı çekmelerde, çilelere katlanmalarda ne kadar güçlü olabileceğimizi bize göstermek için vardır.

Buluğ öncesi dönemde gençliğin sevi yeteneği her iki cinsiyeti içermekle kalmaz, her şeyi, duyusal ve düşünsel her şeyi kucaklar, her şeyi bir sevi büyüsüyle, masalsı bir değişim gücüyle donatır; bu gücü seçkin kişilerin ve yazarların ancak yaşamlarının ilerki yıllarında bazen yeniden ele geçirebildiği görülür.

Sevgi uğrunda acı çekilir; ama ne kadar büyük bir teslimiyetle acılara katlanırsa, sevgi o ölçüde güçlü kılar kişiyi.

Her şeyden zor ele geçirilen şey, her şeyden çok sevilir.

Acıda üstünlüğü, anlayışı, gülümsemeyi elden bırakmayıştır sevgi. Kendimize ve yazgımıza sevgi, o bilinemez’in bize ilişkin niyet ve tasarısına, bu niyet ve tasarıyı tümüyle göremesek ve kavrayamasak da evet demek – işte ulaşmamız gereken amaç.

Hans Dierlamm’ın Çıraklık Dönemi

1

Uzun zaman önce sepiciliğe veda etmiş, kendisine artık sepici diye hitap edilemeyen deri tüccarı Ewald Dierlamm’ın Hans adında bir oğlu vardı. Boyuna eleştirip durduğu oğlu, Stuttgart’taki bir liseye gidiyordu. Güçlü kuvvetli, şen şakrak oğlan yıldan yıla bir yaş daha büyümüşse de bilgelik ve çalışkanlık konusunda yerinde saymıştı. Her sınıfı iki kez okumak zorunda kaldığı yıllarda okul dışında tiyatrolara, sinemalara koşarak, kimi akşamlar bira içerek mutlu bir hayat sürmüş, sonunda on sekizine basmış, bıyıkları henüz terlememiş öğrenci arkadaşları toy toy ortalarda dolaşırken kendisi çoktan boylu boslu, gösterişli bir delikanlı olup çıkmıştı. Ama on sekiz yaşın sınırları içinde de fazla oyalanamayarak keyfine bakıp eğlenebilmek ve aşırı isteklerini doyuma kavuşturabilmek için bilim dışındaki bir yaşamı seçip, beyler gibi yaşamada kesinlikle karar kılmıştı; bunun üzerine sağdan soldan baba Dierlamm’a, uçarı oğlunu okuldan alması salık verilmiş, oğlunun okulda hem kendini mahvedeceği hem de başkalarını mahvoluşa sürükleyeceği belirtilmişti. Dolayısıyla Hans güzelim bir bahar günü mahzun babasının peşine takılıp Gerbersau’a, eve dönmüştü. Derken aile bu hayırsız evladı ne yapacağı sorununa bir çözüm aramaya koyulmuş, toplanan aile meclisi Hans’ı en iyisi askere yollamaya karar vermişti. Ama mevsim bahardı, o yıl böyle bir şeyin vakti geçmiş bulunuyordu.

Derken Hans kendi arzusunu açığa vurmuş, onu bir makine atölyesine çırak vermelerini istemiş, mühendisliğe heves ettiğini, bunun için de gerekli yeteneğe sahip olduğunu söyleyerek anne ve babasını şaşırtmıştı. Aslında bu arzusunda büsbütün ciddi sayılırdı Hans; ayrıca ailesinin kendisini en iyi fabrikaların bulunduğu büyük kentlerden birine yollayacağını içten içe umuyor, böyle bir kentte meslek öğrenimi dışında zamanı gülüp eğlenerek geçirmek için güzel fırsatların çıkacağını aklından geçiriyordu. Ne var ki aile meclisinde konunun gereği gibi görüşülmesinden sonra babası Hans’a isteğini yerine getireceğini, ama şimdilik kendisini bulundukları kentte alıkoymayı uygun gördüğünü açıkladı. Her ne kadar kentlerindeki makine atölyeleri ve çıraklık eğitiminin başka yerlerdekilere kıyasla en iyisi sayılacağı söylenemese de, hiç değilse burada baştan çıkmayacak, kötü yola sapmayacaktı. Düşüncenin, ileride anlaşılacağı üzere, pek doğru sayılacağı söylenemese de bir iyi niyetin ürünüydü. Böylece Hans Dierlamm’ın, doğup büyüdüğü kentte, babasının gözetimi altında yeni yaşam yolunu izlemeye karar vermesi gerekiyordu. Makine ustası Haager, Hans’ı yanına çırak almaya razı olmuştu. Bunun üzerine uçarı Hans bütün tesviyeciler gibi sırtına mavi bir keten tulum geçirip her gün atölyenin yolunu tuttu. Münz Sokağı’ndan Aşağı Adaya geldi. Başlangıçta işyerine bu gidiş gelişler biraz sıktı Hans’ı çünkü o zamana kadar kent sakinlerinin karşısına şık giysiler içinde çıkmaya alışmıştı. Ama çok geçmeden kabullendi durumu, sanki maskeli baloda giyilen bir kostüm gibi keten giysiyi eğlence için sırtına geçirmişti. Atölyedeki iş, hayli zaman okullarda eli boş oturmuş onun gibi birine çok iyi geldi, hatta hoşuna gitti Hans’ın, ilkin içinde bir merak, sonra bir hırs uyandırdı, en sonunda da gerçekten keyif almaya başladı bu işten.

Bay Haager’in atölyesi ırmağın hemen yanı başında, büyücek bir fabrikanın burnunun dibindeydi. Genç usta Haager’in başlıca işi ve gelir kaynağı fabrikadaki makinelerin bakım ve onarımıydı. Atölye küçük ve eskiydi, bir iki yıl öncesine kadar genç ustanın babası Haager burasını yönetmiş ve zamanla yüklü bir servetin sahibi olmuştu, okul yüzü görmemiş, azimli ve sebatkâr bir adamdı. Atölye sonradan oğluna geçmişti, şimdi oğlu yönetmekteydi burasını; oğlu atölyeyi büyütmeyi planlıyor, birtakım yenilikler yapmayı tasarlıyorsa da modası geçmiş katı bir tutumla işleri yürümüş bir babanın oğlu olarak ölçülü davranıp ufaktan işe koyulmuştu. Her ne kadar buhar gücünden yararlanmaktan, motorlardan ve makine galerilerinden söz açmayı seviyorsa da atölyede eski düzene sadık kalarak harıl harıl çalışmasını sürdürüyordu. Satın aldığı İngiliz marka torna tezgâhından başka atölyede sözü edilmeye değer bir yeniliği gerçekleştirmiş değildi. Yanında iki kalfa ve bir çırak çalıştırıyordu, yeni gelen gönüllü çırak Hans’a tezgâhtaki son kalan boş yeri vermiş, onu bir mengenenin başına geçirmişti. Beş kişi atölyenin dar mekânını fazlasıyla doldurmaktaydı, kentten geçen meslektaşların iş için Bay Haager’e başvurduklarında ciddiye alınacaklarından korkmaları gereksizdi.

Aşağıdan başlarsak, atölyedeki çırak on dört yaşında ürkek, iyi niyet sahibi bir oğlandı; atölyeye yeni gelen gönüllü çırak Hans’ı önemseme gereğini pek hissetmiyordu. Kalfalardan biri —Johann Schömbeck idi adı- siyah saçlı, çelimsiz, tutumlu ve gözü bir an önce yükselmekte olan hırslı biriydi. Öbür kalfaya gelince, yirmi sekiz yaşında, yakışıklı, güçlü kuvvetli bir adamdı, İsmi de Niklas Trefz idi; ustanın okul arkadaşıydı, dolayısıyla ustayla konuşurken kendisine sen diye seslenebiliyordu. Niklas, başka türlüsü olanaksızmış gibi alabildiğine dost bir tutumla atölyeyi genç ustayla birlikte çekip çeviriyordu çünkü yalnızca güçlü kuvvetli, boylu boslu ve davranışlarına kusur bulunamayacak biri değildi, aynı zamanda zeki ve çalışkandı, usta olmak için ne gibi bir özellik gerekiyorsa hepsi vardı kendisinde. Atölyenin sahibi Bay Haager ise başkalarının yanında dertli, işi başından aşkın bir görünüm sergiliyorsa da aslında halinden oldukça memnundu. Ayrıca Hans’ı yanında çalıştırmakla kârlı bir iş yapmıştı, yaşlı Dierlamm’dan oğlu Hans için hayli yüklü bir çıraklık parası alacaktı çünkü.

Hans’ın çalışma arkadaşları işte böyle kişilerdi, ya da en azından ona öyle görünmüştü. Başlangıçta yeni işi, çevresindeki yeni yüzlerden daha çok oyaladı Hans’ı. Testere kullanmasını, biley taşı ve mengeneyle düşüp kalkmasını, çeşitli madenleri birbirinden ayırt etmesini belledi zamanla ocağı yakmasını, varyoz sallamasını, yapılan bir işi ilk kaba eğelemeden geçirmesini öğrendi. Matkaplar ve keskiler kırdı, eğeyle berbat demir üzerinde uğraşıp durdu; isle, eğe talaşı ve makine yağıyla üstünü başını kirletti, çekiçle parmağım yaraladı, torna tezgâhına sıkışıp kaldı bir ara ve bütün bunlar olurken çevresindekiler seslerini çıkarmadan alaylı alaylı kendisine baktılar, varlıklı bir adamın yetişkin evladının söz konusu acemiliğini keyifle izlediler. Ama hiç istifini bozmadı Hans, kalfalar çalışırken onları izledi, ikindi kahvaltısı için verilen molalarda ustasına çeşitli sorular yöneltti, denedi her şeyi, durmadı çalıştı, çok geçmeden de basit işleri kusursuz ve düzgün bir şekilde yapıp çıkararak ustasına teslim edecek aşamaya ulaştı; yeni çırağının becerisine pek güven duymamış ustasını şaşırttı, öte yandan onun işine yarayacak biri sayılacağını gösterdi.
Ustası bir ara Hans’ın değerini takdir eden bir edayla, “Ben sanmıştım ki şöyle biraz tesviyecilik oyunu oynayacaksın, o kadar” dedi. “İleride de böyle çalışırsan gerçekten bir tesviyeci olup çıkman işten değil.”

Okul günlerinde öğretmenlerinin övücü ya da yerici sözlerine boş lakırdı gözüyle bakan Hans, ustasının bu ilk övücü konuşmasından nefis bir lokma karşısındaki aç bir insan gibi büyük bir sevinç duydu. Öte yandan kalfalar da onu yavaş yavaş kabullenmiş, ona bir soytarı gözüyle bakıp durmaktan vazgeçmişlerdi; dolayısıyla Hans atölyede kendini özgür ve rahat hissetmeye başladı, gözlerini insancıl bir paylaşım duygusu ve merakla çevresinde gezdirmeye koyuldu.

En çok birinci kalfa Niklas Trefz’den, zekâ okunan gri gözleri durgun bu kişiden, koyu sarışın bu iriyarı adamdan hoşlanıyordu. Ama birinci kalfa ancak aradan bir süre geçtikten sonra, atölyeye yeni kapılanmış Hans’ın yanma yaklaşmasına izin verecekti. Şimdilik susuyor, beyzade Hans’a kuşkuyla bakıyordu. İkinci kalfa Johann Schömbeck ise aksine sıcak bir yakınlık gösteriyor Hans’a, zaman zaman onun ikram ettiği bir sigarayı ya da bir bardak birayı geri çevirmiyordu; bazen Hans’a iş sırasında küçük yardımlarda bulunuyor, kendi kalfalık payesine gölge düşürmeden bu delikanlının gönlünü kazanmak istiyordu.

Hans’ın bir akşamı birlikte geçirmeleri için yaptığı daveti, Schömbeck alçakgönüllülük gösterip kabul etti; saat sekizde Hans’ı orta köprü yanındaki küçük havuzlu gazinoya çağırdı, burada buluşup bir masaya oturdular. Açık pencereden ırmaktaki su bendinden akan suyun gümbür gümbür sesi duyuluyordu. İçilen ikinci litre kırmızı Unterlander şarabından sonra kalfanın dili çözüldü. Sert sayılmayacak ışıl ışıl şarabın yanı sıra iyi cins bir puro tüttürüyor, kısık bir sesle usta Bay Haager’in ticari ve ailevi sırlarına Hans’ı ortak ediyordu: Niklas Trefz karşısında ustanın sinik, süklüm püklüm halini görmek doğrusu üzüyormuş kendisini. Adam zorbanın biriymiş, bir vakit atölyeyi ustanın babası işletiyor, usta da babasının yanında çalışıyormuş. Bir ara aralarında bir patırtı çıkmış, Trefz de döve döve usta Haager’in pestilini çıkarmış. Çalışmasına doğrusu diyecek yokmuş kalfanın; en azından canı istedi mi, işini iyi yapan biriymiş; gelgeldim bütün atölyedekilere kan kusturuyormuş; adamdaki gurur, adamdaki çalım bir ustada yokmuş; bir köşede birkaç kuruş parası olsaymış bari, yine gam yemezmiş insan.

“Ama aldığı ücret hayli yüksek olmalı?” diye atıldı Hans.

Schömbeck, ellerini dizlerine vura vura güldü; gözlerini kırpıştırarak, “Ne gezer!” dedi. “Benden bir mark daha fazla alıyor, o kadar. Bu da hiç nedensiz değil. Siz Maria Testolini’yi tanıyor musunuz?”

“Ada semtindeki İtalyan ailelerin kızlarından biri mi?”

“Evet, oradaki İtalyan kızlarından. Anlayacağınız, bu Maria hanidir Trefz’le konuşuyor. Bizim atölyenin karşısındaki bir dokuma fabrikasında çalışıyor kendisi. Ben kızın Trefz’e o kadar tutkun olduğuna da inanmıyorum ya neyse. Kalfa Trefz boylu boslu, güçlü kuvvetli biri, böylelerinden de hoşlanır kızlar ama kalfayla arasındaki ilişkiyi Maria’nın pek de ciddiye aldığını sanmam.”

“İyi ama, kalfanın aldığı ücretle bunun ne ilgisi var?”

“Ücretle mi dedin? Ha evet. Kalfa Trefz söylediğim gibi seviyor Maria’yı, onu bırakıp buradan gidemiyor, yoksa bir başka yerde kendine daha iyi bir iş ayarlayabilirdi. Burada kalması da tabii bizim ustanın işine yarıyor, kalfaya daha yüksek bir ücret ödemekten kurtarıyor onu; Maria’dan ayrılmak istemediği için Niklas da atölyedeki işi bırakıp gidemiyor. Gerbersau, bir tesviyeci için öyle fazla parlak bir gelecek vaat eden bir yer değil. Bu yılı geçireyim, ben de artık bağlasan durmam Gerbersau’da. Ama Trefz ister istemez burada pinekleyecek.”

Hans daha başka şeyler de öğrendi kalfa Schömbeck’ten ama bunlar kendisi için o kadar ilginç değildi. Ustanın genç karısı Bayan Haager’le onun drahoması hakkında pek çok şey biliyordu Schömbeck. Evlendiklerinde Bayan Haager’in babası drahomanın tamamını ustaya vermemiş, kalan bölümünü de şimdi vermeye bir türlü yanaşmıyormuş, bu da kan koca arasında bir anlaşmazlığın patlak vermesine yol açmış. Anlatılanları Hans sabırla dinledi. Derken eve dönme zamanının geldiğini görerek kalktı, kalfa Schömbeck’i kalan şarapla masada baş başa bırakarak çıkıp gitti.

Ilık bir mayıs akşamıydı; evin yolunu tutmuş giderken az önce birinci kalfa Niklas Trefz hakkında Schömbeck’ten duyup işittiklerini düşündü.

"

Sevebilen Mutludur kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Sevebilen Mutludur