“Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. O hem herkes hem de hiç kimsedir. Dünyadan alacağını tahsil etmeye gelmiştir. Çünkü, Tanrı dahil herkesin ona borcu vardır. Vebaline girilen tüyü bitmedik yetim işte odur. Kadim zamanlardan beri hakkı yendiğine göre, sonlu ama sınırsız bir evrenin engin ve derin merkezi insan olmanın, “olmasa da olur” halini icrâ etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Romantik bir insafsızlığın bakir tacizcisi olmak sonuna kadar hakkıdır. Sıradanlığın üst insanıdır o. Asilliğiyle asilleşememesi umrunda bile değildir. Onun umrunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kainatı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur.”


“Hüüüüüûüüüüüüüüüp! liiiiiiiiiiiiiiit! Nah-ha!”

Bu zarif nidâ, Versay’da yaşayan Güneş Kral’ın, daha doğ­rusu ayın ve hânedânın on dördüncüsü olan o lunatik Kral Lui’nin taht salonunda çınlamamıştı! Cıgara dumanının tah­riş ettiği nazenin ses tellerinin ahenkle titreşip uçuklu du­dakların büzülmesinin ardından, tütünden paslanmış sa­rı bir dilin iltihabı damağa değmesi neticesinde peyda ol­muştu bu nida! Ve gönülleri mest eden bir şarkı gibi, ağız­dan pastırma ve soğan kokusu refakatinde çıkmıştı. Paris’te olsa bütün Françe, Pekin’de olsa bütün Çin, Londra’da olsa bütün İngiltere duyar, hele hele York Şehri’nin eskisi olma­sa bile yenisinde, muhabir flaşları ardı ardına pat pat patlar­dı. Ama ya bütün dünyanın kulak asması, ya anca üç beş ki­şinin omuz silkip geçmesi için bu nidânın en müsait yeri Kasımpaşa’ydı. Çünkü şimdi gayet mümtaz simaların yaşadı­ğı bu mahalle, o devirde ya hep ya hiç’in olduğu bir âlemdi.

“Hüüüüüüüûüüüüüüüp! ”

İşte bu, eski zamanlarda bazıları nazarında, Kasımpaşalılığın da kendisiydi! Mezkûr nidâyı hançeresinden, cümle alemin yaşadığı şu Dünya denilen gebergâha koyuveren zât, hâşâ, La Skala’da aynı sedayı tam on altı mezür boyunca bi­teviye haykıran züppe tenorlardan biri değildi! Tam tersi, o devrin Kasımpaşa aristokrasisinden kendi hâlinde bir jantiyom, dedesince bir kese kâğıdına yazılan şeceresi tâ o kadîm krallara ait virân sarayların ve altında küp küp altının yattı­ğı mermer mezarların civarındaki dağ köylerine uzanan bir zâdegân, namusundan mesul olduğu mahallesinin yampiri ve yılankâvi sokaklarında kol gezerken racon kesip afi salla­yan, safkan ve asil bir çeyrek çıyandı. “Hüüüüüüüüüüüüüüüp! JJJJJJJJJJJJJJJJJJt! Nah-ha!’’

Rakı, şarap veya benzeri müskirât tesiri altında olmak­sızın, İngiltere Kraliçesi’nin huzuruna kabul edildiği sıra­da ancak Suvaç Kralı’nın ağzına yakışacak bu zarif ve âsilâne nidâyı koyuveren İdris mil Efendi Hazretleri’nin valide­sinin, tâ fi tarihinde Efendimiz’i doğurmasına ramak kala, Kasımpaşa’nın Kulaksız Külhânî Çıkmazı’ndaki salaş evleri­nin kafesleri ardından sokağa hüzme hûzme nur ve fer sız­dığı, üstüne üstlük, hem Ay’ın ve hem de Güneş’in Koç Burcu’nun yigirmi yedinci derecesinde olduğu, ayrıca semada bir kuyruklu yıldızın akıp gittiği rivâyet edilegelmiştir. Ma­hallenin ebesi. Efendimiz İdris mil Hazretleri’ni doğurtup kıçına şaplak attıktan sonra zavallıcık, yaygarayı ve velvele­yi basmış, kucağa alınıp pışpışlanırken de Hazret’in sünnetli olduğu fark edilmişti. Efendimizin bilâ kusur pipisini gören hacı dedesi, hem pederine hem de mâderine bebeciğin istik­bâlde Allah dostu olacağını, Cenâb-ı Hakk’ın yolunda muaz­zam merhale kat edip yüksek bir mertebeye geleceğini müj­delemişti. İlle ve lâkin, Efendimiz’in’in pederi, hem sultanın hem de halifenin memleket haricine sürgün edildiğini, yani Allah yolunun artık engelli engebeli olduğunu hacı dedeye boş yere hatırlattı. Pedere göre postnişin olmak, postu kaptırmak demekti. Ama ihtiyarın bir kulağından giren malumat, onun yaş icâbı pelteleşmiş beynini ancak birkaç dakika kolaçan ettikten sonra hemen, diğer kulağından dışarı sız­maya başlardı. Fakat bu kesinlikle, onun zihni melekelerini kaybettiği mânâsına gelmezdi. Çünkü adam tâ tokuz yaşın­da ezberlemiş bulunduğu Kur’ân-ı Kerim’i, o mübarek hafı­zasında hâlâ koruyan ve ara sıra Piyale Paşa Camii’nde bir­kaç lira dünyalık, yahut yarım tepsi baklava mukabilinde Mevlid-i Şerif okuyan bir hâfız ve mevlithândı. Karacaoğlan’ın bütün şiirlerini ezberinden kahvede, kıraathânede ona buna durmadan okur, böylece şundan bundan avanta içtiği çayı kahveyi hak ettiğine cân-ı gönülden inanırdı.

Mâderinin sütü bol bereketli olduğu için tâ dört yaşına kadar emzirilen İdris mil Hazretleri tosun tombalak bir velet olup çıkmıştı. Neylersin ki boyu uzayacak gibi değil­di, yine de Efendimiz buna fazla ehemmiyet vermeyecek­ti. Öyle ki ileride, bir mecmüada Leonardo nâm bir sanatkâ­rın daire içine çizdiği, kollarını bacaklannı açmış o sözüm ona mükemmel insan bedenini, sırf kendisininkine benze­miyor diye kusurlu bulacak ve üstâdı, elips yerine daireyi seçmek gibi bir sanat cürmüyle ithâm edecekti. Çünkü, kâh mâderinin kâh pederinin kâh dedesinin, kâh ayın kâh güne­şin, kâh seyyarelerin kâh burçların, çevresinde döndüğü İd­ris mil Efendi Hazretleri, tâ o yaşta kutub mertebesine vâ­sıl olmuş sayılırdı. Nasıl ki denizciler Kutup Yıldızı’na bakıp istikametlerini tâyin ediyorlarsa, demoğulları’nın da Efendimize bir bakıp onu misâl ve kıstas alarak kendilerine bir çeki düzen vermeleri, hem yollarını hem de yordamları­nı bulmaları icap ederdi. Zaten Güneş’in doğudan doğduğu da palavraydı! Dünya’yı aydınlatan güneş, asıl Efendimiz’in o mübarek validesinden doğmuştu! Bu, ikinci bir Kopernik inkılâbıydı. Çünkü insanoğlu artık, merkezinde bu kez ha­kiki bir güneşin, yani asil Efendimiz’in olduğu bir kâinatta idiler. Fakat bu güneş gök kubbede ve burçlarda değil, Kasımpaşa’da ve surlarda kol geziyor, nedense müneccimlerin gözünden hep kaçıyordu. Tıpkı İsa Mesih gibi gökten yere inmiş, günahkârlara ve azap çekenlere kurtuluşu şöyle müj­deliyordu:

“Hüüüüüüüüüüüüüüüp!Jjjjjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!”

Tahriş olmuş hançereden fışkıran bu asil seda gök kubbe­de tekrar tekrar aksettikten sonra arz küresine âdeta rahmet gibi çöker, işitenlerin kulağını okşar, arada bir de yürekleri­ne endişe salardı. Hazreti Davut, bas değil tenor olsaydı ve o da İdris mil Hazretleri gibi günde üç paket cigara tüttürseydi böyle bir muntazam ve muazzam bir feryat koyuverirdi. Mâşallah! iyi hoş ama, kıraathanelerde bu mübarek ni­da nazar-ı dikkati pek çekmiyordu. Galiba o devirde Kasım­paşa, kurtuluşa ermek için fazla uygun bir mıntıka değil­di. Ama yine de halâs bulmak içi yakınlarda bir Kur’ân kur­su vardı, işte İdris mil Hazretleri’ni, erenlerden olsun diye bu kursa yazdırdılar. Ama kaçıp bu kez kırklara karışmasın diye kursa onu pederi getirip götürüyordu. Çünkü Kur’ân kursunun hocası da dogma büyüme Kasımpaşalı’ydı. Böylece Efendimiz, ayınlan çatlatıp gayınlan patlatamadığı için suratında şamarlar çatlayıp tokatlar patladı. Bu, bardağı ta­şıran son damla olmuştu. Hocaya ve dedeye bakılırsa İdris mil Efendimiz, yoldan çıkmış bir zât-ı nâmuhterem olmuş gibiydi ama bu pek doğru sayılmaz. Çünkü artık kursa de­vam etmeyeceğini beyan ettiği vakit, hem dedesi hem pederi hem de hem mâderi saçını başını yolmuş, ama Hazret’in ağ­zından şu nidâ çıkmıştı:

“Nah-ha!”

Efendimiz kaba saba bir şahıs sayılmazdı. Sadece ve belki, bir büyükbaş hayvan gibi, Tabiat’ın hudutları dışına çıkmayı reddediyor ve Medeniyet’in, mektebe devam etmek, din yo­lunda ilerlemek, Mushaf’ı kıraat etmek gibi bazı nimetlerini reddediyordu. Gerçekten de İdris mil Hazretleri bir Tabi­at mucizesiydi, o Tabiat ki, onun her bir unsuru, dağlar taş­lar hayvanlar, Cenâb-ı Hakk’a secde eder dururdu. Efendi­miz madem ki Tabiat’ın bir parçasıydı, bir de kalkıp camide secde etmesi pek lüzumlu sayılmazdı. Neylersin ki, gün gel­di, Tabiat onu bir gece ikaz ediverdi!

Cins-i latif artık ona ziyâdesiyle cazip geliyor, fakat Efen­dimiz pek de haklı olarak kendisini bu kadar beğenirken, ne kadınlar ne de kızlar, onun surauna, basık burnuna, pört­lek gözlerine alıcı gözüyle bakıyordu. Kısacası evdeki hesap bir türlü çarşıya uymamaktaydı! Demek ki yanlış giden bir şeyler vardı. Apış arasındaki Tabiat kuvvetini elinden geldi­ğince zapt ettiği için, bu kez kalbi güm güm atar oldu: İdris mil Hazretleri her dâim ona buna âşık, sulu zırtlak biri ol­du çıktı. Elbette sinesinde bir kalp, kalbinde şiddetli hisler, yumulu gözlerinin önünde de âşık olduğu kızlar vardı. Gel gör ki cins-i latif, herhangi bir sahada parlayıp sivrilmedikçe ona kul kurban olacak gibi değildi. Hâl böyle olunca Efendi­miz Hazretleri’nin bir sahada terakki etmesi, pişip parladık­tan sonra da kadını kızı tâ ayağına beklemesi uygun olacak­tı. Böylece, hem Bâbıâli hem de Kasımpaşa aristokrasilerin­de kendisini adamdan saydıracak sahalar ve unvanları ihtivâ eden şöyle bir cetvel hazırladı:

Asâlet Mertebeleri

Arşidük
Dük
Prens
Marki
Kont
Vikont
Baron
Senyör
Şövalye
Centilmen
Avâm

Delikanlılık Mertebeleri

Külhânbeyi
Kabadayı
Dayı
Fedai
Raconcu
Bitirim
Bıçkın
Serkeş
Kopuk
Çıyan
Kıtıpiyoz

Kabiliyet Mertebeleri

Başmuharrir
Muharrir
Müellif
şık
Kasideci
Meddah
Münekkit
Taslııhçı
Heves, kar
Kâtip
Filistin

Kıdemlilere hitap şekli

Majesteleri! – -bi-cim! – Üstâd!

Kadîm Yunanların medenî olmayan başka milletlere ‘bar­bar’ dedikleri gibi, o devirde de Kasımpaşalılar diğer mahal­lelerin sakinlerine ‘kıtıpiyoz’ derlerdi, İdris mil Hazretleri, doğma büyüme Kasımpaşalı olduğu için, yeraltı aristokrasi­sine centilmen unvanıyla zaten dâhil sayılırdı. Ama yazık­lar olsun ki bu rütbe, cins-i latif gözünde fazla makbûl sa­yılmazdı! Çünkü cam başında sokağı seyredip gün boyu ko­ca bekleyen kadın kız dâima, kendilerini kurtaracak bir şö­valye peşinde olurdu, işte bu yüzden Efendimiz, yeraltı ca­miası içinde terfi edip makam mertebe kapmanın bir yolu­nu bulmalıydı. Yoksa Kasımpaşa’da ismi ve lâkabı ağza abdestle alınan ‘o kişi’ye, yani mûstemlekeci ve istilacı gayeler­le bu koca şehirdeki bütün hanı hamamı haraca bağlayan ve kıtıpiyozlann en sonunda huzurunda diz çöktüğü o ‘Emperyal Külhânî’ye, yani Yarma İskender’e mi müracaat etseydi? O devirde şehrin yeraltı camiası iki sancak altında toplan­mıştı. Üsküdar’da ‘Anadolu Külhânbeyi’ yani Remiz ve Ka­sımpaşa’da ise ‘Rumeli Külhânbeyi’, başka deyişle Yarma İs­kender hüküm sürer, bu güzide ve asîl şahısların, kendileri­ne mahsûs görkemli sarayları sayılabilecek cezaevinden çık­tıkları pek nadir görülürdü. İşte bu nedenle, onlarla görüş­mek isteyen şahsın, bir hâl çaresi bulup cezaevine girme­si icap ederdi! Bu da zor bir iş sayılmazdı, çünkü cezaevine girmenin değil, çıkmanın zor olduğunu cümle alem bilirdi!

O devirde Kasımpaşa’nın yeraltı elitleri cami yanındaki Babalar Kıraathânesi’nde toplanırlardı. Silmesi de edep er­kân bilir, etiket sahibi, kibar ve görgülü şahıslardı. Öyle ki, kıdemlilere hürmetle ‘â-bi-cim’ denirken, onlar da astları­na gayet zarif bir şekilde “ulan’ diye hitap ederlerdi. Kısacası bunlar klâs adamlardı ve ayrıca, elden ayaktan düşmüş yaşlı kabadayılardan bir ihtiyar heyeti de burada toplanırdı ki, iş­te bu grup, bir nevi yeraltı senatosu sayılabilirdi. Her şey bir yana, kıraathanenin bir duvarında kadim ve mümtâz kaba­dayılara ait, maddi ve manevi kıymeti fazlaca ustura, gaddâre, piştov, saldırma, yatağan gibi pekmez akıtmaya mahsûs cins cins emanet demir ile, bunların kendi uğurlarında kul­lanıldığı hanımların fotoğrafları asılıydı. Bu duvarın yanın­da ise, onları giyip kuşanan sahipleri artık hayatta olmayan, üzerindeki saldırma ve kurşun deliklerinden akan pekme­zin kızıla boyadığı cakalı paltoların asılı bulunduğu bir elbi­se askısı vardı. Bu duvarın hemen dibinde ise, kıraathane çırağının her gün cilalayıp fırçalayarak parlattığı, polisten kaç­tıkları esnada hızlı koşmak için merhum sahipleri tarafın­dan ayaklardan daha kolay fırlatılmak muradıyla topukları­na basılmış, otuz çift kadar sivri burunlu ayakkabı göze çar­pıyordu. Sözün kısası bu duvar mütevâzı bir müze sayılabi­lirdi. Ama eğri oturup doğru konuşalım, kıraathane ahalisi nezdinde kıymeti, Luvr’dan ve Ermitaj’dan daha ziyâdeydi.

Ancak yeraltı âleminde kararlar süratle verilir, dörtna­la icrâ edilir, meselelerin tekmili yıldırım gibi halledilir­di! Bu sebepten, Babalar Kıraathânesi’ne müracaat eden İdris mil Efendimiz Hazretleri’nin hemen oracıkta, kabada­yılar tarafından ruhunun ve ciğerinin okunup imtihan edil­mesi ve çıyanlık bakaloryası alması uzun sürmedi. Gel gör ki, daha fazlası için, Rumeli Külhânbeyi olan Yarma İskender Abimiz’in tasdiki icap ediyordu. Ne iş ki, şehri Karaca bağlayan bu ekstra ekstra külhânt de, huzuruna varmak iste­yenleri, yeraltı aristokrasisinin Versay’ı sayılan Sultanahmet Cezaevi’nde kabul etmekteydi. Efendimiz in buraya girmesi için bir cürüm işlemesi, mesela pos bıyıklı mahalle bekçisi­nin mabadına, Yaradan’a sığınıp bir tekme atması gerekiyordu. Attı da! Aferin! Pir olsun! Karakolda dayak yemesi gere­kiyordu. Yedi de! Bravo! Can kurban! Hey! Hey! Hey! Böylece, arası soğumadan Sultanahmet Cezaevi’ne yollandı. Kı­demi az olduğu için cezası da henüz azdı. Ama bu süre zar­fında pekâlâ, bilinen âlemin fatihi Yarma İskender bimiz’in huzuruna kabul edilebilirdi. Ne var ki daha ikinci günde Efendimiz Hazretleri’nin, hâşâ, maçası sıkmamış, gardiyan sopasından ve idamlık pandiğinden usandığı için gizli giz­li ağlar olmuştu. Olsun, yine de can kurban! Bununla birlik­te, İdris Amil Hazretleri’nin bu mekâna ne murad ile geldi­ğinden oradakiler bihaber değildi. Nitekim bir gece, paltola­rını sırtlarına kartal kanat geçirmiş yedi esrarengiz kabada­yı onu uyandırdı. İşte o gece Yarma İskender Abimiz’in hu­zuruna varacaktı.

O karanlık gecede Efendimiz’e refâkat eden kabadayılar önlerinde birbiri ardına açılan demir kapılardan geçerler­ken, kilitleri tıngırtıyla döndüren gardiyanlar ellerini göğüs­lerine götürüp onların önünde hürmetle eğiliyorlardı. Der­ken merdivenlerden aşağı inmeye başladılar. Bu yetmedi, daha daha aşağılara indiler. Çünkü Rumeli Külhanbeyi, şânına yaraşır bir şekilde, bodrumun bile altındaki hücresin­de kalıyordu. Burada elektrik düğmesi yoktu. O yüzden ka­badayılar, daha önceden dürüp neft yağına batırarak hazırla­dıkları gazeteleri yaktılar ve bu meşalelerin ışığı altında, dar geçitlerden yürüyüp en sonunda bimiz’in hücresine, ya­ni Rumeli Külhânbeyi’nin taht salonuna vardılar, İdris mil Efendimiz’de, hâşâ, ciğer olup olmadığı belli olacaktı. Kara paltolarını kartal kanat sırtlarına atmış yedi kabadayı hücre­nin önünde bir durduktan sonra kapıyı aklattılar ve eğilmiş vaziyette hürmetle geri geri çekildiler. Ne hikmetse, tıkla­nan kapı gıcır gıcır gıcırdayarak açddı. İdris mil Hazretle­ri, açılan demir kapıdan içeriyi görünce, hayatındaki en kor­kusuz, mangal yürekli ve husyeleri altı okka çeken külhânîyi gördü. O anda yüreği yerinden oynayıverdi!

Bütün korkulan yanı sıra nihayet teofobisine karşı da za­fer kazanan külhanbeyi, etrafındaki parıl parıl yanan mum­lar tarafından aydınlatılan üç meş’um kız heykelinin bulun­duğu sehpanın önünde diz çökmüş, neüzübillâh, Lât, Uzzâ ve Menât isimli bu putlara, ibâdet ediyordu! Tövbeler olsun! Allah hidâyete erdirsin! min! Nerede ne varsa.

İdris mil Hazretleri önce, meşalelerin birer ikişer söndü­ğünü zannetmişti. Oysa gözleri kararıyordu. Galiba altına da kaçırmıştı. Gözlerini cezaevinin revirinde açtığında bir sıh­hiyeci hem küfürleri basıyor, hem de Efendimiz’in suratına ardı ardına tokatlan patlatıyordu. Zaten nebze kadar olan forsu da gitmişti. Artık koruyanı kollayanı da olamazdı! Ye­gâne çaresi, mâbâdını tekmelediği bekçiden af dileyip ada­mın elini bir öpmekti. Rütbesinin tenzili pahasına olsa bi­le bunu yaptı da! Hâlbuki bir Kasımpaşa çıyanı, değil bek­çi, polis eli bile öpmezdi. İyidir hoştur, adam şikâyetini ge­ri almıştı ama, hapisten çıkmazdan bir gün önce Efendimiz, artık avâmdan biriydi. Çünkü hâdise yeraltı âleminde der­hal işitilmiş ve İdris mil Efendi Hazretleri nâhak yere. Ba­balar Kıraathânesi’ndeki ihtiyar heyeti tarafından ‘ciğersizin teki’ olarak damgalandığı, âdeta dinden ve racondan saptığı için, Kasımpaşa zâdegân camiasından def ve aforoz edilmiş­ti! Fakat Efendimiz onların bu karannı sallamadı. Cezaevin­den çıkıp ciğerlerine hürriyetin bulutlarını çektiğinde, yine şu nidâyı koyuvermişti:

“Hüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!”…

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Galîz Kahraman kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Galîz Kahraman (2014)

Galîz Kahraman

Roman
Yazar: İhsan Oktay Anar  
İlk Basım: 2014
Yayınevi: İletişim Yayınları