Bulantı, XX. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Jean-Paul Sartre’ın ilk romanı. Bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçu akımın sözcülüğünü üstlenen Sartre, adını 1938’de yayımlanan bu romanıyla duyurmuştu. Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında, romanın kahramanı Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin’in kendi bedenine de yönelikti. Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdilerse de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, sonradan Sartre’ın felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer veren özgün bir yapıttı. “Varoluş”la yüz yüze gelen Roquentin’in geçirdiği değişimi anlatan Bulantı, varoluşçuluğun kült kitaplarından biri oldu. XX. yüzyıl roman sanatında da önemli bir yeri olan bu kitabı, Selâhattin Hilâv’ın usta işi çevirisiyle sunuyoruz.


Bulantı

YAYINLAYANLARIN AÇIKLAMASI

Bu defterler, Antoine Roquentin’in kâğıtlan arasında bulundu. Hiçbir değişiklik yapmaksızın yayınlıyoruz onları.

Birinci sayfaya tarih konmamış, ama bunun asıl günceden birkaç hafta önce yazılmış olduğunu söyleyebiliriz. Demek ki en geç 1932 Ocağı’nın başlangıcında yazılmış olmalı.

O sırada Antoine Roquentin, Kuzey Afrika’da, Orta Avrupa’da ve Uzakdoğu’da yaptığı gezilerden dönmüş, Marquis de Rollebon’la ilgili tarih araştırmalarını tamamlamak üzere üç yıldır Bouville’de yerleşmiş bulunuyordu.

TARİHSİZ YAPRAK

Olayları günü gününe yazmak daha iyi olacak. Açıkça kavramak için bir günce tutmalı. Önemsiz gibi görünseler de küçük ayrıntıları, olaycıkları kaçırmamalı, özellikle hepsini sınıflamalı. Şu masayı, sokağı, insanları, tütün paketimi nasıl gördüğümü anlatmalıyım, çünkü değişen bu. Bu değişmenin alanını ve özünü iyice belirlemeliyim.

Sözgelimi mürekkep şişemin içinde bulunduğu karton kutuyu ele alalım. Anlatmam gereken şu: Onu daha önce nasıl görüyordum ve şimdi nasıl… (1)

Söyleyeyim! Dik açılı, altı yüzlü bir paralel kenar bu; açılıyor…

Saçmaladım; kutu üzerine söylenecek sözüm yok. İşte bundan kaçınmak gerek; ille de acayiplik bulmaya çalışmamalıyım. Günce tutmanın tehlikeli yanı budur sanırım. İnsan her şeyi büyütmeye, tetikte durmaya, doğruları durmadan zorlamaya kalkar. Öte yandan önceki günkü izlenimi (özellikle şu kutuyla ve herhangi bir nesneyle ilgili olarak) her an yeniden yakalayabilirim. Gözümü açmalıyım, yoksa yine parmaklarımın arasından kayıp gidebilir. Kaçınmalıyım (2) ama olup bitenlerin hepsini bütün ayrıntılarıyla inceden inceye yazmalıyım.

Cumartesi günü ya da önceki gün olup bitenler üzerine bir şey yazamam artık, onlardan çok uzağım şimdi; söyleyebileceğim tek şey onların birer olay bile sayılamayacağıdır. Cumartesi günü çocuklar kaydırmaca oynuyorlardı; onlar gibi ben de denize bir çakıl taşı fırlatmak istedim. Tam o sırada durakladım, taşı elimden bıraktım ve oradan ayrıldım. Sersemlemiş bir halim olmalı; çocuklar ardımdan güldüler.

İşin görünen yanı bu. İçimde olup bitenler, belirgin izler bırakmadı. Gördüğüm bir şey vardı, beni tiksindirmişti. Ama o sırada denize mi, yoksa çakıl taşma mı baktığımı bilemiyorum. Çakıl taşı yassıydı, bir yüzü baştan başa kuru, öteki yüzü ıslak ve çamurluydu. Elimi kirletmemek için parmaklarımın ucuyla kenarlarından tutuyordum.

Evvelki gün durum daha karmaşıktı. Açıklayamadığım bir sürü rastlaşmalar, yanılmalarda olmuştu. Bunları yazarak kendimi eğlendirecek değilim. Kısacası, korkmuş olduğum ya da buna benzer bir duyguya kapıldığım besbelli. Neden korktuğumu bilmem bile büyük bir başarı olurdu.

İşin garibi, deli olduğuma inanacak halde de değilim; hatta böyle olmadığımı kesin olarak biliyorum. Bütün bu değişmeler nesnelerle ilintili. Hiç değilse bunun böyle olduğuna inanmak istiyorum.

Saat on buçuk (3)

Bu, belki de önemsiz bir delilik nöbetiydi. İz bırakmadan geçti. Geçen haftaki o acayip duygularıma gülüyorum bugün. Onları duymuyorum artık. Bu akşam içim ferah, rahatım yerinde. İşte odam, kuzeydoğuya bakar. Aşağıda Mutilés Sokağı ve yeni istasyonun şantiyesi. Penceremden, Victor-Noir Bulvarı’nın köşesinde, Rendez-vous des Cheminots Barı’nın kırmızı ve beyaz ışıklarını görüyorum. Paris treni biraz önce geldi. Yolcular eski istasyondan çıkıp yollara dağılıyorlar. Ayak sesleri ve konuşmalar duyuyorum. Son tramvayı bekleyenler çok. Penceremin tam altına düşen gaz fenerinin dibinde kasvetli bir topluluk oluşturmuşlardır şimdi. Daha birkaç dakika beklemeleri gerek, tramvay on bire çeyrekten önce geçmez. Bu gece gezici tacirlerden biri gelmese bari, uyku gözümden akıyor, üstelik geç kaldım. Rahat bir gece, bir tek gece geçirebilsem, başıma gelenlerin hepsini unutacağım.

Saat on bire çeyrek var. Korkacak bir şey kalmadı artık. Şimdiye kadar gelirlerdi. Yeter ki Rouenlı bayın günü olmasın. Her hafta gelir bu bay. Birinci kattaki iki numaralı odayı, bidesi olan odayı ona ayırırlar. Yatmadan önce Rendez-vous de Cheminots‘da ufak bir bira içtiği için biraz geç kalır. Pek gürültü etmez zaten. Küçümen, ak pak bir adamdır. Bıyıkları siyaha boyanmıştır, takma saç kullanır. Geldi işte. Yukarı çıktığını duyduğum zaman heyecanlandım doğrusu, içim güvenle doldu. Bunca düzenli bir dünyadan korkulur mu? İyileştim galiba.

İşte yedi numaralı tramvay: “Abattoirs-Grands Bassins.” Tangır tungur geliyor. Kalktı. Uyuyan çocuklarla, valizlerle ağzına kadar dolu, Grands Bassins’e, karanlık doğudaki fabrikalara doğru yollanıyor şimdi. Bu son tramvaydan bir önceki. Son tramvay bir saat sonra geçecek.

Yatacağım. İyileştim. İzlenimlerimi, yepyeni ve cici bir deftere, küçük kızlar gibi günü gününe yazmaktan vazgeçtim.

Günce tutmak ancak bir tek halde ilgi çekici olabilir: Oda… (4)

.

GÜNCE

29 Ocak 1932 Pazartesi

Başıma bir şey geldi, artık kuşkum yok. Herhangi bir kesinlik ya da apaçıklık gibi değil, bir hastalık gibi belirdi bu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz tuhaf, biraz tedirgin duydum kendimi, o kadar. Yerine oturunca kıpırdamadan kaldı. Hiçbir şeyin olmadığına, evhamlandığıma inandırdım kendimi. Oysa şimdi dal budak salmaya başladı.

Tarihçiliğin, ruhbilimsel çözümlemeler yapmak gerektiği zaman yarar sağlamadığını sanıyorum. Bizim meslekte Mevki Hırsı gibi, Menfaat gibi genel adlar alan tüm duygularla uğraşılır yalnız. Bununla birlikte, kendi kendimi azıcık tanısaydım bu bilgiden yararlanmanın tam sırasıydı şimdi.

Sözgelimi, ellerimde bir değişiklik var. Pipomu ya da çatalımı tutuşum değişti. Belki de çatal elime yeni bir biçimde geliyor; bilmiyorum. Biraz önce odama girmek üzereyken olduğum yerde kaldım; avcumda, kişiliği varmışçasına dikkatimi çeken soğuk bir nesnenin varlığını duydum. Avcumu açıp baktım: Kapının tokmağını tutuyordum. Bu sabah kitaplıkta, Otodidakt,(5) günaydın demek için yanıma geldiğinde tanıyabilmem için yüzüne uzun uzun bakmam gerekti. Tanımadık bir yüzdü gördüğüm; bir yüz bile demek zor. Sonra elini, iri beyaz bir solucan gibi duydum avcumda. Hemen bıraktım, kolu külçe gibi düştü.

Sokaklarda da ne idüğü belirsiz bir yığın gürültü sürüp gidiyor.

Öyleyse şu son haftalar içinde bir değişiklik ortaya çıktı. Ama nerede? Hiçbir şeye bağlanılamayan soyut bir değişme bu. Değişen ben miyim? Ben değilsem şu oda, şu kent, şu doğa; seçmek gerek


Değişen benim sanıyorum. En kolay çözüm yolu bu. En tatsızı da bu. Ansızın ortaya çıkan bu dönüşümlere uğramış olduğumu kabul etmek zorundayım. Sık sık düşünen bir kimse olmadığım için, ben farkında olmadan, içimde bir yığın ufacık başkalaşım birikir, sonra da günün birinde gerçek bir devrim ortaya çıkar. Hayatıma tutarsız, çelişik bir görünüş veren de budur. Fransa’dan ayrıldığım zaman, aklıma estiği için böyle yapmış olduğumu söyleyenler çoktu. Altı yıl dolaştıktan sonra, ansızın geri döndüğümde yine aynı şey söylenebilirdi. Kendimi, Mercier ile birlikte geçen yıl Pétrou olayının ardından görevinden ayrılan şu Fransız memurun yazıhanesinde görüyorum yeniden. Mercier, arkeoloji araştırmaları için Bengal’e gidiyordu. Öteden beri Bengal’e gitmek isterdim, üstelik o da geleyim diye sıkıştırıyordu beni. Neden böyle yapıyordu acaba? Portal’a güveni yoktu sanırım. Ona göz kulak olurum diye benim de gelmemi istiyordu. Hayır demem için neden yoktu. Portal sorununu sezinlemiş olsaydım, gitmem için bir başka neden olurdu bu. Oysa tutulup kalmıştım, tek sözcük söyleyemiyor, yanıt veremiyordum. Telefonun yanında, yeşil halının üzerinde duran küçük bir Khmer heykeline bakıyordum. Gövdem, lenfa ile ya da ılık sütle doluydu sanki; Mercier, tedirginliğini gizleyen melekçe bir sabırla sordu:

“Biliyorsunuz, resmen atanmam gerekiyor. Nasıl olsa sonunda evet diyeceksiniz. Hemen söylemeniz daha iyi olur,” diyordu.

Mercier’nin, kızıla çalan kara renkli, güzel kokulu bir sakalı vardı. Başını her sallayışında o kokuyu duyuyordum. Sonra birden altı yıl süren bir uykudan uyanmıştım.

Karşımdaki heykel anlamsız, tatsız bir şeydi artık. Sıkıntıdan boğulacak gibi olduğumu duyuyordum. Niçin Hindiçini’de bulunduğumu anlayamıyordum. Bu ülkede ne işim vardı? Bu adamlarla niçin konuşuyordum? Niçin böyle gülünç bir biçimde giyinmiştim? Tutkum ölmüştü artık. Yıllarca onunla dolup sürüklenmiştim, ama şimdi içim bomboştu. Bu yetmiyormuş gibi tatsız tuzsuz, koskoca bir düşünce de kayıtsızca durmuştu karşımda. Ne olduğunu pek bilmiyordum bunun, ama içimi öyle daraltıyordu ki bakamıyordum. Bütün bunlar Mercier’nin sakalının kokusuyla karışıyordu. Kanım başıma sıçramıştı. Kendimi toparlayıp kuru bir sesle:

“Size çok teşekkür ederim. Yaptığım geziler yeter sanırım. Artık Fransa’ya dönmem gerekiyor,” dedim.

Ertesi gün. Marsilya’ya giden vapurdaydım.

Yanılmıyorsam, üst üste yığılan bu işaretler, hayatımın yeniden altüst olacağını gösteriyorsa doğrusu korkuyordum. Korku, hayatımın serüvenli, dolgun ve değerli olduğundan değil. Ortaya çıkacak olandan, beni avcunun içine almasından, sürüklemesinden (kim bilir nereye?) korkuyorum. Araştırmalarımı, kitaplarımı, her şeyi yarıda bırakıp çekip gitmem mi gerekecek yine? Birkaç yıl sonra, ezilmiş, umudu kırılmış olarak başka yıkıntılar içinde mi bulacağım kendimi? İş işten geçmeden anlamalıyım bunu.

30 Ocak Salı

Yeni bir şey yok.

Saat dokuzdan bire kadar kitaplıkta çalıştım. Kitabımın XII. bölümünü ve Rollebon’un Rusya’da, Birinci Paul’ün Ölümüne kadar geçirdiği zamanla ilintili ne varsa hepsini toparladım. İşim bitti demektir, temize çekinceye kadar dokunmam artık.

Saat bir buçuk, Mably Kahvesi’ndeyim; bir sandviç yiyorum, aşağı yukarı her şey yolunda. Kahvelerde her şey yolundadır zaten. Hele Mably Kahvesi’nde, hergelece, ama güven verici bir hali olan Bay Fasquelle’den ötürü, özellikle böyledir bu. Öğle uykusuna yatma zamanı geliyor; gözleri şimdiden kızarmış, ama o canlı ve kararlı halini hiç bozmuyor. Masadan masaya giderek, müşterilere dostça yaklaşıp:

“Tamam mı efendim?” diye sormak âdetidir.

Onu böyle canlı görmek hoşuma gidiyor. Çünkü kahvesi boşaldığı zaman, sanki kafası da boşalır Bay Fasquelle’in. İkiyle dört arasında kahvede kimsecikler olmaz. O zaman Bay Fasquelle, sağa sola aptalca gider gelir, garsonlar ışıkları söndürürken dalmaya başlar bile; yalnız kalmayagörsün, hemen uyur.

Kahvede on beş-yirmi kişi var henüz: bekârlar, fen memurları, müstahdemler. Aşevimiz diye adlandırdıkları aile pansiyonlarında tez elden bir şeyler atıştırdıktan sonra, biraz da lükse ihtiyaçları olduğu için, yemeklerden sonra buraya gelir, kahve içer, zarla poker oynarlar. Biraz gürültü de ederler, ama uzun sürmez, canımı da sıkmaz zaten. Var olmak için onların da birlikte bulunmaları gerekiyor.

Bense yalnız, yapayalnız yaşıyorum. Kimseyle konuşmuyorum, hiç kimseyle. Tek bir bağlantım yok. Otodidakt’ı saymamak gerekir. Bir de Rendez-vous den Cheminots‘nun sahibi Françoise var, ama onunla konuşuyorum sayılır mı? Kimi zaman, akşam yemeklerinden sonra, biramı getirdiği sırada:

“Bu akşam serbest misiniz?” diye sorarım ona.

Hiç hayır demez. Saat hesabıyla ya da günlüğüne kiraladığı birinci kattaki büyük odalardan birine çıkarız. Para verdiğim yok. İkimizin de işine geliyor bu. O zevk alıyor, ben de nedenini pek iyi bildiğim belli birtakım sıkıntılardan kurtuluyorum. (Zaten başka ahbapları da var. Her gün bir erkek gerekli ona.) Konuştuğumuz iki lakırdıyı geçmez. Ne olacak sanki? Herkesin hesabı ayrı; onun gözünde kahvesine gelen iyi bir müşteriyim. Elbisesini çıkarırken:

“Baksanıza, Bricot diye bir aperitif biliyor musunuz? Bu hafta iki müşteri ondan istemiş. Garson kız gelip bana sordu. Bunu isteyenler yolcuymuş. Paris’te içmiş olmalılar. Bilmeden almak istemem. Çoraplarımı çıkarmasam olur mu?” diyor.

Bir zamanlar (beni bırakıp gittikten nice sonraları bile) Anny’yi düşünmüştüm. Şimdi kimseyi düşünmüyorum, sözcükleri bulmak için bile çabalamıyorum. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş bir şeyler akıyor içimde: Dokunmuyorum, bırakıyorum gitsin. Sözcüklere bağlanamadığım için düşüncelerim çoğu zaman karmakarışık. Belirsiz ve hoş şekiller halinde ortaya çıkıyor, sonra kayboluyorlar, hemen unutuyorum onları.

Bayılıyorum şu delikanlılara: Hem kahvelerini içiyor, hem de apaçık, inandırıcı hikâyeler anlatıyorlar. Dün neler yaptıklarını sorsanız, hiç şaşırmadan iki sözcükle anlatıverirler. Bana sorulsa apışıp kalırdım. Vaktimi nasıl geçirdiğim, uzun zamandan beri kimsenin umurunda değil. İnsan yalnız yaşayınca bir şey anlatmanın bile ne olduğunu unutuyor; dostlarla birlikte, inanılabilir şeyler de ortadan kayboluyor. Olaylar da öyle. İnsan onlara da aldırmaz oluyor: Bir bakıyorsunuz konuşan insanlar çıkıyor ortaya, bir bakıyorsunuz çekip gidiyorlar. Başını sonunu duymadığınız hikâyelere dalıyorsunuz. Duyduğunuzu anlatın deseler, kötü tanıklık edersiniz. Ama buna karşılık kahvelerde anlatılamayacak ve inanılmayacak ne varsa onu da görüyor insan. Sözgelimi cumartesi günü, istasyon şantiyesinin ahşap kaldırımının sonunda, açık maviler giyinmiş ufak tefek bir kadın, elindeki mendili sallayıp gülerek geri geri koşuyordu. O sırada ayağında sarı ayakkabılar bulunan bej rengi pardösü giymiş yeşil şapkalı bir zenci, ıslık çalarak sokağın köşesini dönüyordu. Kadın hâlâ geriliyordu, tahta perdeye asılan ve geceleri yakılan fenerin altında zenciye çarptı. Buram buram ıslak odun kokan o tahta perde; o lamba; kıpkızıl bir gök altında, bir zencinin kollarında o ufak tefek sarışın kadın, hepsi aynı anda oradaydı. Beş-altı kişi olsaydık, bu çarpışmayı, bütün bu tatlı renkleri, bir kuştüyü yorganı andıran mavi mantoyu, açık renkli yağmurluğu lambanın kırmızı camlarını gözden kaçırmazdık. Bu iki çocukça yüzde beliren şaşkınlığa gülmek gelirdi içimizden.

Yalnızken insanın içinden gülmek gelmiyor pek. Gördüklerim benim için keskin, hatta yırtıcı, ama katışıksız bir anlam taşıyordu. Sonra bu bütün parçalandı; fenerden, tahta perdeden, gökyüzünden başka şey kalmadı geriye, ama hâlâ oldukça güzeldi bu. Bir saat sonra fener yanmış, rüzgâr çıkmış, gökyüzü kararmıştı; bir iz bile kalmamıştı.

Bunların hiçbiri yeni sayılmaz. Bu çeşit zararsız heyecanları geri çevirdiğim olmadı, hatta tersini yaptım. Onları duymak için biraz yalnız olmak yeter, inanılabilir olandan tam zamanında kurtulmaya elverecek kadar yalnız olmak. Ama ben, insanların yanı başında, tehlikeyle karşılaşınca onların arasına sığınmaya iyice kararlı olarak yaşıyordum. Bugüne değin işin acemisiydim.

Oysa şimdi çevremde, şurada masanın üzerinde duran bira bardağı gibi bir yığın nesne var. Gözüme çarpınca, “Yeter artık, bıktım!” demek geliyor içimden. Çok ileri gitmiş olduğumu iyice anlıyorum. Bana kalırsa yalnızlıkla uyuşmak kabil değil. Ama böyle düşünüyorum diye her gece yatağımın altına baktığımı ya da gece yarısı kapımın ansızın açılmasını beklediğimi sanmayın. Ne var ki yine de tedirginim, yarım saattir şu bira bardağına bakmaktan kaçınıyorum. Altına üstüne, sağına soluna bakınıyorum, ama onu görmek istemiyorum. Çevremdeki bekârlardan hiçbiri yardım edemez bana; iş işten geçti, onlara sığınamam artık. Bunu iyice biliyorum. Yanıma gelip omzuma dostça vurarak şöyle diyebilirler bana: “Bu bira bardağının nesi var? Ötekilerin aynı. Kesme bir bardak, kulplu, üzerinde bel resmi bulunan markası ‘Spatenbräu’ da yazılı.” Bunları ben de biliyorum. Ama başka bir şey olduğunu da biliyorum. Ufacık bir şey. Açıklayamıyorum onu. Hiç kimseye. İşte, yavaşça suyun dibine doğru, korkuya doğru kayıyorum.

Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir. Sekiz yaşındayken, Luxembourg Parkı’nda oynadığım sıralarda, böyle bir adam vardı; gelir, Auguste-Comte Sokağı’na bakan demir parmaklığa bitişik nöbetçi kulübesinde otururdu. Hiç konuşmaz, ara sıra bir bacağını uzatarak, ayağına korkuyla bakardı. Bekçinin amcama söylediğine göre, eskiden öğretmen yardımcısıymış. Bir gün akademi üyesi kılığına girip sınıflarda karne notlarını okuduğu için emekliye ayırmışlar. Çok korkardık ondan, çünkü yalnız olduğunu sezerdik. Bir gün Robert’e, ta uzaktan kollarını uzatarak gülümsemişti, çocukcağız neredeyse bayılacaktı.

Bizi asıl korkutan ne düşkün hali, ne de boynunda bulunan ve takma yakasının kenarına sürünüp duran urdu. Kafasından, yengeçsi düşüncelerin gelip geçtiğini duymamız korkutuyordu bizi. Nöbetçi kulübesi, çemberlerimiz ve çalılar üzerine yengeçsi şeyler düşünebilmesi içimize yılgınlık salıyordu.

Ben de mi böyle olacağım sonunda? Yalnızlık ilk olarak canımı sıkıyor. Başıma gelenleri, iş işten geçmeden, küçük çocukları korkutmaya başlamadan önce birisine açmak istiyorum. Anny’nin burada olmasını isterdim.

.

Tuhaf şey! On sayfa yazdığım halde, doğruyu söylemedim, hiç olmazsa tümünü söylemedim. Tarih attıktan sonra, “Yeni bir şey yok,” diye yazarken içimden pazarlıklıydım. Ne olağanüstü ne de utanç verici olan bir küçük hikâye, dile gelmemek için direnip duruyordu. “Yeni bir şey yok.” Yedi dereden su getirip yalan söylememize bayılıyorum doğrusu. Aslında yeni bir şey olduğunu da ileri süremem pek. Anlatayım: Bu sabah kitaplığa gitmek için, sekizi çeyrek geçe Printania Oteli’nden çıkarken yerde sürüklenen bir kâğıdı almak istedim, ama beceremedim. Hepsi bu kadar, bir olay bile sayılmaz. Ama doğrusunu söylemek gerekirse bu olay ta içime işledi. Artık özgür olmadığımı düşündüm. Kitaplıkta bu düşünceyi başımdan savmak için boşuna uğraştım. Mably Kahvesi’ne gidip onun elinden kurtulmak istedim. Işığı görüne ortadan kaybolur diye umutlandım. Oysa yerinden kıpırdamadı, içime kurşun gibi çöküp canımı acıttı. Bundan önceki sayfaları bu düşünce yazdırdı bana.

Niye sözünü etmedim onun? Kendini beğenmişlikten, biraz da acemilikten olacak. Başıma gelenleri kendime anlatmaya alışkın değilim, olayları art arda koyamıyorum, önemli olanı ayırt edemiyorum. Ama bu oyuna gelmeyeceğim artık. Mably Kahvesi’nde yazdıklarımı yeniden okuyunca utanç duydum. Gizli kapaklı şeyler, ruh halleri, anlatılmaz duygular istemiyorum artık. Ben ne papaz, ne de kız oğlan kızım, iç hayatım diye tutturamam.

Söylenecek fazla bir şey yok, kâğıdı yerden alamadım, hepsi bu.

Kestaneleri, paçavraları, hele kâğıt parçalarını ellemeye bayılırım. Onları yerden alıp avcumda tutmak hoşuma gider, küçük çocuklar gibi emesim gelir neredeyse. Ben, ağır ve debdebeli, ama belki de dışkıya bulanmış kâğıt parçalarını bir ucundan tutup kaldırdığımda, Anny, kızgınlıktan bembeyaz kesilirdi. Yaz mevsiminde ya da güzün başlangıcında, parklarda, güneşten kavrulmuş ölü yapraklar gibi kuru ve gevrek gazete parçalarına rastlanır. Öylesine sararmışlardır ki pikrik asidine banılmışa benzerler. Kışın, paralanmış, ezilmiş, kirli yapraklar da görürsünüz; çürüyüp toprağa karışırlar. Kuğular gibi toprağa konmuş, titrek, bembeyaz, yepyeni donmuş yapraklar da vardır. Ne var ki toprak şimdiden onları yakalamıştır. Çırpınır, çamurdan kurtulur gibi olurlar. Ama bu, biraz sonra yere yapışıp kalmalarıyla sonuçlanır. Bütün bunları ellemek ne hoş! Ara sıra onlara yakından bakar, sadece şöyle bir yoklarım. Kimi zaman çıtırtılarını duymak için yırtarım onları. Yaşsalar, kibrit çakıp tutuşturmaya çalıştığım da olur. Kolay bir iş değildir bu. Sonra çamurlu ellerimi bir duvara ya da bir ağaca sürüp temizlerim.

Evet, bu sabah kışladan çıkan bir süvari teğmeninin kızıl renkli çizmeleri gözüme çarptı. Onlara bakarken, bir su birikintisinin yanında duran bir kâğıt parçası gördüm. Subayın, bu kâğıdı topuğuyla çamura gömeceğini sanmıştım. Ama öyle olmadı, su birikintisinin ve kâğıt parçasının üzerinden atladı. Yaklaşıp baktım; çizgili bir sayfaydı bu. Bir okul defterinden koparılmış olmalıydı. Yağmurda ıslanmış, buruş buruş olmuştu. Yanmış bir el gibi kabarmış, yer yer şişmiş, kenar çizgisi pembeleşip yayılmış, mürekkeple lekelenmişti. Sayfanın altı, kurumuş çamurla kaplıydı. Eğildim; elime alsam toprak haline girecek olan bu taze hamurumsu nesneye dokunmak büyük bir zevkti. Ama alamadım onu.

Bir an iki büklüm kaldım. Üzerinde şunlar yazılıydı: “Yazı ödevi: Ak baykuş”. Ellerim bomboş doğruldum. Artık özgür değilim, istediğimi yapamıyorum artık.

Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koruz. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan.

Şimdi anlıyorum. Geçen gün deniz kıyısında, çakıl taşını elime aldığım zaman ne duyduğumu şimdi daha iyi hatırlıyorum, içim bayılır gibi olmuştu. Ne tatsız şeydi bu. Bu duygunun çakıl taşından geldiğinden, ellerime ondan geçtiğinden kuşkum yok. Evet, evet ta kendisi, ellerde duyulan bir çeşit bulantı bu.

1 Yeri boş bırakılmış bir sözcük.
2 Karalanmış bir sözcük (“zorlamaktan” ya da “uydurmaktan” olabilir) üstüne başka bir sözcük yazılmış, ama okunmuyor.
3 Gecenin on buçuğu kuşkusuz. Bu parça öncekilerden sonra yazılmıştır. En erken ertesi gün yazılmış olabileceğini sanıyoruz.
4 Tarihsiz yapraktaki yazı burada kesiliyor.
5 Ogier P…, Günce’de kendisinden sık sık söz edilecektir. İcra kâtibi olan bu adamı, Roquentın, 1930 yılında Bouville Kitaplığı’nda tanımıştır. “Otodidakt” kendi kendini egitmiş, okul dışında bilgi edinmiş kimse anlamına gelir. (Çev.)

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Bulantı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?