Birinci Dünya Savaşı ve Büyük Buhran yıllarının boğucu atmosferinde yerleşik kalıpların dışına taşanların, gelecek kaygısı taşımayan ama bugünü de sonuna kadar yaşayanların, sistemin dışında kalmakta direnenlerin, beş parasız aylak takımının hikâyesi Yukarı Mahalle.Sıradışı ilişkileri, tuhaf alışkanlıkları,durduk yere çıkan kavgaları,renkli karakterleri ve hatta köpekleriyle dostluğun,dayanışmanın,fedakârlığın ama illa ki
neşenin kol gezdiği bu sokaklarda yoksulluk bir üzüntü, işsizlik bir yoksunluk olmaktan çıkıyor.

Küçük insanların hikayelerinden dev yapıtlar yaratan dünya edebiyatının usta kalemi John Steinbeck’in Tatlı

Perşembe ve Sardalye Sokağı’yla oluşturduğu üçleme Yukarı Mahalle’yle tamamlanıyor.

Yukarı Mahalle

ÖNSÖZ

Bu kitabı yazarken Paisona’ların böylesine meraklı, kurnaz, fakir ve huysuz olduklarını bilmiyordum. Onları, yaşadıkları hayatın güç şartlarıyla haşır neşir olmuş, dayanıklı, cana yakın insanlar olarak tanırdım. Yazgıya böylesine boyun eğme, bir erdem olsa gerektir.

Anlatacağım hikayelerde bu insanların bu kerte kurnaz ve akıllı olduklarını bilseydim, kesinlikle yazmaya kalkmazdım. Küçükken bir okul arkadaşım vardı. Esmer, temiz kalpli, iyi bir çocuktu; Piojo derdik. Ne babası, ne de anası vardı, taparcasına sevdiği ablasının yanında oturuyordu.

Kıpkırmızı yanakları olan bu kızı, hepimiz sever, sayardık. Arasıra bize, domatesli, peynirli sandviçler yapardı. İşte bu Piojo ile ablasının oturduğu evdeki mutfağın musluğu bozulmuş, su akmaz olmuştu. Yemeğe koydukları ve içtikleri suyu tuvaletteki musluktan alıyorlardı. Musluk dediğimiz de, yerden bir iki parmak yüksek, ince bir boruydu. Hele su azaldı mı, avuç avuç yerden toplamaktan başka çare yoktu. Piojo’nun ablası hiçbirimizi tuvalete sokmazdı. Bir seferinde, biriktirdiği suyun içine bir avuç kurbağa yavrusu atmıştık da kırmızı yanaklı kız bize ne kızmıştı!

Bu olay belki size pek tuhaf gelir ama, ben öyle düşünmüyorum. Bu da bir çeşit kurnazlık sayılır. Epeydir edep, terbiye çerçevesinde düşünüyorum da, hala bu kırmızı yanaklı kıza orospu ve arasıra bize birkaç kuruş veren Piojo’nun amcalarına da, onun müşterileri demek gelmiyor içimden. Bütün bunlar başlangıç değil, sonuç oluyor. Bu hikayeleri gerçek olduğu ve beğendiğim için yazdım. Edebiyatçı geçinenlerin çoğu bu insanların sadece kaba taraflarını görmüş, onların yoksulluğuyla alay etmiştir. Onları unuttum, hatırlamıyorum bile. Fakat bir daha bu temiz kalpli, gözleri istek ve doğruluk dolu, candan insanların böyle ilkel yanlarını göstermeye çalışmayacağım. Eğer, başlarından geçen birkaç olayı anlatmakla kötülük ettimse onlardan özür dilerim. Böyle bir şeyin bir daha tekrarlanmayacağından emin olabilirler.

Adios, Monte.

JOHN STEINBECK
Haziran, 1937

GİRİŞ

Bu, Danny’nin, Danny’nin arkadaşlarının ve Danny’nin evinin hikayesidir. Bu, üç ayrı öğenin nasıl tek vücut halinde birleştiğinin hikayesidir; öyle ki, Danny’nin Yukarı Mahalledeki evinden söz ederken, dış görünüşünü, beyaz badanalı odalarını, bahçesindeki yabani otları aklınıza bile getirmezsiniz. Hayır, Danny’nin evinden söz açınca, değinmek istediğimiz her şey, bütün neşesi, tatlılığı, insanca bağlılığı ve mistik sıkıntılarıyla bu üç ayrı öğenin oluşturduğu birliği simgeler.

Danny’nin evi, hikayenin eti, canı; arkadaşları da ruhundan başka bir şey değildir. Ve bu hikaye, bu grubun nasıl gelişip, kelimenin tam anlamıyla kusursuz bir örgüt olduğunu sergiler. Bu hikaye, yaptıkları iyi kötü işleri, düşünceleri ve sıkıntılarıyla Danny’nin arkadaşlarını serüvenlerini anlatır. Sonunda tılsımın nasıl bozulduğunu ve grubun nasıl darmadağın olduğunu yine bu hikayeden öğreneceksiniz.

Kaliforniya kıyılarında eski bir kent olan Monterey’de, bunlar ayrıntılı ve abartılmış hikayeler halinde, herkesin ağzında dolaşan olağan şeylerdir. Kimi düşünürlerin Arthur, Rolan ya da Robin Hood efsanelerinde yaptıkları gibi, Danny, Danny’nin arkadaşları veya Danny’nin evi diye bir şey yoktur. Danny, tabiat ananın; arkadaşları da rüzgar, gök ve güneşin ilk simgelerinden başka bir şey değildir; diye uydurma görüşler öne sürmelerini önlemek için bu hikayeleri kağıda geçirmenin iyi olacağını düşündüm. Bu hikaye, biraz da bugün ya da yarın, tatlı su düşünürlerinin dudaklarında
belirecek alaylara engel olmak için düzenlenmiştir.

Monterey, aşağıda masmavi ve koyu, yukarıda uzun çam ağaçlarının meydana getirdiği ormanıyla bir tepenin yamacına kurulmuştur. Şehrin aşağı mahallelerinde Amerikalılar, İtalyanlar, balıkçılar ve sardalyeciler oturur. Fakat ormanın başladığı tepelere doğru sokakları asfalttan, köşe başları elektrik lambasından yoksun Yukarı Mahalle halkını, Monterey’in eski sakinleri Wallerle karışmış eski Britonlar oluşturur. İşte Paisanolar bunlardır.

Yer yer çam ağaçları arasında yabani otların sardığı arsalara kurulmuş eski tahta evlerde otururlar. Paisanoların çalınacak, satılacak veya rehin konacak hiçbir şeyleri olmadığı için ticaretle, Amerikan iş hayatının yöntemleriyle ilgileri yoktur.

Paisano nedir? Bu, ispanyol, Kızılderili, Meksikalı ve biraz da Avrupalı kanı karışık insanlara verilen addır. Bir iki yüz yıl kadar önce Kaliforniya’da yaşamış insanların soyundan gelirler. İngilizceyi Paisano ağzıyla konuşurlar. Irk sorunlarından söz açılacak olsa, hemen kollarını sıvayıp beyaza çalan içini göstererek saf İspanyol kanından olduklarını iddiaya kalkarlar. Renklerine gelince pipoların rengini andıran kahverengi ile kızıl arası, bir güneş rengindendir. İşte Monterey şehrinin Yukarı Mahalle denilen yerinde yaşayan Paisanolar böyle insanlardır.

Danny de bir Paisano idi. Yukarı Mahallede doğmuş orada büyümüş, kendini herkese sevdirmiş, Yukarı Mahalle Çocuklarının bütün özelliklerini taşıyan bir delikanlıydı.

Uzak yakın aşk maceraları ve kan ilişkisi yüzünden hemen hemen mahallede herkesle akrabalığı vardı. Büyük babası, Yukarı Mahalledeki iki evi ve serveti yüzünden herkesin saygı duyduğu ünlü bir adamdı. Yavaş yavaş büyüyüp gelişen Danny’nin canı ormanda uyumak, orada burada çalışmak, ekmeğini ve şarabını uygunsuz yollardan elde etmek istiyorsa, bunun sebebi onu etkileyecek akrabaları olmamasından değildi. Daha yirmi beşine gelmeden bacakları ata binmekten süvarilerinki gibi çarpılmıştı. Danny’nin yirmi beşine bastığı yıl Almanya’ya savaş ilan edilmişti. Savaş ilanını duydukları zaman Danny ile arkadaşı Pilon’un iki galon şarapları vardı. Biraz sonra Koca Joe Portagee de gelmiş, birlikte kafaları çekmeye başlamışlardı.

Şişelerin içindeki azaldıkça, gönüllerindeki yiğitlik damarları kabarmıştı. Şişeler tükenince üç genç, kardeşlik, kurtuluş aşkıyla kolkola girmiş, doğru Monterey’e inmişlerdi. Askerlik dairesinin önüne gelince, Amerika’nın şerefine bağırıp, Almanya için atıp tutmaya başlamış, gittikçe azıtmışlardı. Bunun üzerine bir çavuş çıkmış, bunları susturmaya çalışmıştı ama neye yarar…
Baktı ki olacak gibi değil, çavuş bunları tutup askere yazdı.

Bir süre sonra üniformalarını giyip masanın karşısına dizildiklerinde çavuş, önce Pilon’a sordu:
-Hangi sınıfa yazılmak istiyorsun?
-Hangisi olursa olsun vız gelir.
-Senin gibiler ancak piyadeye layıktır, diyen çavuş, Pilon’u piyadeye ayırdı.
Sonra gittikçe neşesi kaçan Joe’ya döndü:
-Sen nereye gitmek istiyorsun?
-Eve.
Çavuş onu da piyadeye ayırdı. Sonunda sıra Danny’ye gelmişti:
-Sen hangi sınıfa gideceksin?
Danny ayakta uyuyordu. Kendisine söylenenleri anlamamıştı:
-Ha?
-Hangisine gireceksin, diyorum.
Neyin?
-Ne iş yapıyorsun?
-Ben mi, her şey?
-Bundan önce ne yapıyordun?
-Ben mi? Katır sürücülüğü.
-Kaç katır sürebilirsin?
Danny, meslekte usta olduğunu göstermek için çavuşun masasına eğildi: -Kaç
katırınız var? diye sordu.
-Eh, otuz bin var.
-Hepsini sürebilirim.

Ve böylece Danny, katır sürücülüğü ile Texas’a gitti. Pilon, kıtası ile birlikte Oregon yörelerinde dolaştı. Koca Joe’ya gelince, o, daha sonra da anlatılacağı gibi, hapse girdi.

Danny terhis edilip de memlekete dönünce, kendisinin mal mülk sahibi bir mirasçı olduğunu öğrendi. İhtiyar dedesi Viejo, ölmüş, Yukarı Mahalledeki iki evi de ona bırakmıstı.

Danny, bu haberi öğrenince üstüne mal mülk sahibi olmanın ağırlığı çöktü. Daha gidip evlerinin ne halde olduğunu görmeden, bir galon kırmızı şarap aldı, oturup kafayı çekti. Sorumluluk yükünü atmış, kişiliğinin en kötü yönü ortaya çıkmıştı. Bağırdı, çağırdı; Alvarado Caddesindeki meyhanenin bir iki sandalyesini kırdı; bir iki kişiye çatmaya kalktı ama, yüz veren olmadı. Bunun üzerine kalktı, sallana sallana rıhtıma yürüdü. Sabahın bu erken saatinde İtalyan balıkçılar gidip geliyor, sefere hazırlanıyorlardı. Birdenbire Danny’nin içindeki ırk düşmanlığı uyanmıştı. Balıkçılara çatmak
için, Ah Sicilya domuzları; diye bağırmaya başladı.

-Ah hapishane adası kaçkınları… Piçler… Geçmişlerine yandığımın herifleri… Chinga tu madre, Piojo.

Tükürdü, açık saçık el kol işaretleri yaptı onları kızdırmaya çalıştı. Balıkçılar, onun, bu durumuna yalnızca gülmekle karşılık verdiler.
-Merhaba, Danny. Ne zaman geldin? Arasıra uğra da yeni şarabımızı tat, dediler.
Danny, hala öfkesini alamamıştı:
-Pon un condo a la cabeza! diye bağırdı.

Balıkçılar yine güldüler. Unutma Danny, bu akşam bekliyoruz. Şimdilik hoşça kal diyerek sandallarına binip yola koyuldular.

Onlardan karşılık görmemesi, Danny’yi daha beter kızdırdı. Tekrar Alvarado Caddesine dönüp önüne gelen camı çerçeveyi aşağı indirmeye başladı. Biraz sonra polis geldi. Yasalara duyduğu büyük saygıyla Danny, kuzu gibi olmuştu. Askerden yeni terhis edilmemiş olsaydı, mahkeme onu, en aşağı altı aya mahkûm ederdi ya, bu seferlik sadece otuz gün verdiler. Böylece Danny, bir ayını Monterey Cezaevinde geçirdi. Bazen duvarlara açık saçık resimler çizerek eğleniyor, bazen de oturup askerlik günlerini düşünüyordu. Cezaevinde geçen günler vücudunu pek hamlatmıştı. Arasıra bir gece için bir iki sarhoş getirdikleri oluyorsa da çoğu zaman yalnız başına kalan Danny’nin canı sıkılıyordu. Önceleri yataktaki böcekler kendisini rahatsız etmişti ama, zamanla onlar, Danny’nin kanından bıktı, o da böceklere alıştı, haşır neşir yaşamaya başladılar.

Bir ara oturup aklına geleni hicvetmeye başladı. Yatağında bulduğu bir tahtakurusunu duvarda ezmiş, çevresine bir daire çizerek altına Belediye Başkanı diye yazmıştı. Sonra birbiri ardından yakaladığı tahtakuruları ile, kentin ileri gelenlerini duvara resmetti. Bir süre sonra duvar, kentin ileri gelenleriyle dolmuştu. Bazılarına ağız burun yapmış, sakal, bıyık da çizmişti. Gardiyan Tito Ralph, bu duruma karışamıyordu, çünkü yasaya ve adalete karşı duyduğu derin saygı dolayısıyla onlardan birini listesine geçirmeye cesaret edememişti. Yasaya saygı beslerdi. Yine kimsenin olmadığı bir akşam Tito Ralph, koltuğunun altında iki şarap şişesiyle onun hücresine gelmiş, birlikte içmişlerdi. Bir saat kadar sonra, iki şişe de boşalmıştı. Gardiyan, biraz daha şarap almaya giderken Danny ile birlikte çıktı. Hapishanede canı sıkılıyordu. Torelli’ye gidip kovuluncaya dek kafaları çektiler. Daha sonra Tito Ralph, ne yapacağını şaşırmış bir durumda polise suçlunun kaçtığını bildirirken Danny, ormana gidip çam yaprakları üstünde tatlı bir uykuya daldı. Danny öğleye doğru uyandı. Güneş pırıl pırıldı. Kendisini arayacaklarını bildiği için, devriyelerden saklanmaya karar verdi. Çalıların arasına gidip bütün gün orada oturdu. Arasıra başını çıkararak çevreyi kolluyordu. Akşama doğru artık kendisini aramayacaklarını düşünerek, saklandığı yerden çıkıp işine gitti.

Danny’nin işi çok basitti. Doğruca bir lokantanın arka kapısına yanaştı. Aşçıdan köpeği için artık yemek istedi. Aşçı, artıkları toplarken o da iki pirzola, dört yumurta, bir iki parça sosis aşırdı.

Çıkarken, Borcumu sonra öderim dedi.
-Ne borcu. Nasıl olsa çöp tenekesine atacaktım. Beni bu zahmetten kurtardın.

O zaman Danny’nin içi rahat etti. Aslında hep öyledirler, kendilerini suçsuz gösterecek özürler bulmayı çok iyi becerirler. Elindeki paketle doğruca Torelli’ye gitti. Yumurtalarla sosisleri, yarım şişe şarapla değiştirerek ormanın yolunu tuttu.

Gece çok karanlık ve nemliydi. Monterey’in yukarı yüzünü örten ormana koyu bir sis çökmüştü. Danny başını önüne eğerek ormanda sığınacak bir yer aramaya koyuldu. Biraz ilerisinde kendi gibi, hızlı yürüyen bir gölge vardı. Aralarındaki uzaklık azalınca gölgenin eski dostu Pilon’a ait olduğunu anladı. Eliaçık bir delikanlıydı Danny fakat, yiyeceklerinin çoğunu şarapla değiştiğini anımsadı.

-Pilon’a görünmeden geçerim diye düşündü.

Lakin herif, kucağında hindi varmış gibi yürüyor.
Birdenbire Pilon’un, ceketinin önünü sıkı sıkıya kapamaya çalıştığını fark etti.

-Hey, Pilon, Amigo! diye çağırdı.
Pilon daha hızlı yürümeye başlamıştı. Danny de peşinden koştu. Bir yandan da avazı çıktığı kadar, -Pilon, sevgili dostum, acelen ne? diye bağırıyordu. Pilon, kaçmaktan vazgeçip durdu, bekledi. Danny, nefes nefese arkadaşının yanına geldi. Heyecanlı bir sesle, -Hep seni arıyordum, sevgili Piloncuğum, diyordu.

-Bak bir iki kalem pirzola ekmek, peynir, şarap ele geçirdim. Otur da beraber yiyelim, seni göreceğim geldi yahu. Pilon omuzlarını silkti:

-Nasıl istersen diye söylendi. Beraber yürümeye
başladılar. Pilon şaşırmıştı. Sonunda durdu. Danny’ye döndü:

-Yahu dedi, koltuğumun altında bir şişe konyak olduğunu nerden bildin?

-Ne, konyak mı? Piloncuğum, sende konyak var demek, ha… Ya bir kadına götürüyorsundur ya da Hazreti İsa’nın bir daha gelişi için saklıyorsundur. Adam sen de, ben kimim ki, koca bir şişe konyağın nereye gittiğini bileceğim; kaldı ki sende konyak olduğundan haberim bile yoktu. Hem susamadım ki. Bir damlasına bile dokunmam. Buyur, benim çıkınımdakileri afiyetle yiyelim.
Konyağına gelince, ona karışmam; o senin kendi malın.

Pilon, -Konyağımı seninle yarı yarıya paylaşalım Danny, dedi. Ama hepsini sana içirmem.

Danny, konuyu değiştirmeye çalışarak, İşte şurada pirzolaları kızartırız. Sen de şu pakettekileri aç. Konyağı da şuraya koy Pilon. Burada, ikimizin de görebileceği bir yerde dursun daha iyi.

Bir ateş yakıp pirzolaları kızarttılar, yemeye başladılar. Konyak pek çabuk tükendi. Karınlarını doyurduktan sonra ateşe sokulup şişenin dibinde kalanı içtiler. Sis iyice kalınlaşmış, yoğun nemden elbiseleri ıslak ıslak olmuştu.

Bir süre sonra içlerine bir yalnızlıktır çöktü. Eski dostlarını düşündüler.

Danny, -Arthur Morales nerelerde? diye sordu. Nutuk çeker gibi, kolunu ileri doğru uzatmıştı: -Fransa’da öldü.

Kolunu umutsuzca yanına sarkıttı: -Kendi ülkesi ve yurdu için öldü. Yabancı topraklarda kaldı. Mezarının üstünde, Arthur’un orada yattığından bile haberi olmayan yabancılar yürüyecek. Yine kolunu ileri uzatarak, Pablo nerede? diye sordu.

Bu soruya Pilon, cevap verdi: Hapiste. Komşunun kazını çalmış. Saklandıkları yerde kaz, Pablo’yu ısırmış, Pablo bağırınca gelip ikisini de yakalamışlar. Altı aydır delikte yatıyor.
Danny, içini çekip, başka şeylerden söz etmeye başladı. Ama içindeki yalnızlık kaybolmamıştı. Bir süre sustuktan sonra, İşte burada, yalnız başımıza… Gerisini Pilon getirdi: Dertli ve sabırlı oturmaktayız.

-Hadi canım, şiir okumuyorum ya, burada yalnız başımıza yersiz, yurtsuz pinekliyoruz. Gençliğimizi, bu memleket uğruna harcadık. Bak, başımızı sokacak bir damımız bile yok.
-Şimdiye kadar oldu mu ki?

Danny şarap şişesini ağzına dayadı, Pilon koluna vurup alıncaya kadar içti:

-Bu bana iki kerhanesi olan adamın hikayesini hatırlattın diye söze başladı.

Sustu, sözün arkasını getirmedi. Sonra birdenbire, -Pilon, Pilon! diye
bağırdı. -Pilon, dostum, çoktan unutmuştum. Ben mirasa kondum.
Benim de iki tane var.

-Nen, kerhanen mi? Ah, seni düzenbaz, yalancı herif.
-Yalan söylemiyorum, Piloncuğum. Bizim Viejo öldü. Benden başka varisi de
yok. Her şeyini bana, biricik torunu olan bana, bıraktı.
Pilon yaradılıştan gerçekçiydi: -Demek, tek mirasçı sensin, ha? dedi. -Peki,
evler neredeymiş?
-Viejo’nun evlerini bilmiyor musun, Pilon? Burada, Yukarı Mahallede.
-Burada, Monterey’de mi?
-Evet, Yukarı Mahallede.
-Nasıl, işe yarar mı bari?

Danny, mutlulukla gülümseyerek arkasına yaslandı: -Bilmem ki… dedi. Sahipleri olduğumu unutmuştum, daha gidip görmedim bile. Pilon bir süre sesini çıkarmadı. Düşünceliydi. Ateşe bir avuç kuru çam yaprağı daha attı dalgın gözlerle alevleri seyrediyordu. Sonra gözlerini kaldırdı, uzun uzun Danny’nin yüzüne baktı. Bu bakışlarda merak ve telaş vardı.

Sonunda derin derin içini çekti:

-Demek her şey bitti, dedi. -Demek büyük adam oldun, dostların üzülecek ama, kaç para eder.

Danny elindeki şişeyi yere bıraktı. Bu kez Pilon aldı, ağzına dayadı.

-Ne bitti? diye sordu Danny…

-Ne demek istiyorsun?
-Bu ilk kez olmuyor ki… diye ekledi Pilon.
-Birisi meteliği yokken param olsa her şeyimi dostlarımla paylaşırdım diye övünür. Ama eline biraz para geçip de cebi metelik yüzü gördü mü, her şeyi unutur. Sen de böyle olacaksın, dostum. Artık arkadaşlarının seviyesini aştın. Mal, mülk sahibi adam oldun. Sen de bir zamanlar her şeylerini, hatta konyaklarını bile seninle paylaşan eski arkadaşlarını unutacaksın.

Bu sözler Danny’ye pek dokunmuştu:

-Ben öyle değilim diye bağırdı.

-Ben seni unutur muyum, Pilon?
-Şimdi sana öyle gelir. Pilon’un sesi pek soğuktu:
-Hele bir evlerine sahip ol, gecelerini bir çatı altında geçirmeye başla,
o zaman görürsün.

Belediye Başkanıyla yemek yerken zavallı Paisano Pilon’u aklına bile getirmezsin.

Danny ayağa fırlamıştı, sırtını bir ağaca dayayarak.

-Pilon dedi. Sana söz veriyorum ki, benim nem varsa, senin de var, demektir. Benim evim varsa senin de evin olacak. Ver şunu da bir yudum alayım.
-Bu sözüne görmeden inanmam. diye söylendi Pilon. Sesinde cesaret kırıcı, soğuk bir anlam vardı: Öyle olsaydı, herkes verdiği sözü tutsaydı, dünya cennet olurdu. Hem şişe çoktan boşaldı.

Avukat, iki kafadarı ikinci evin önünde indirdikten sonra gaza basıp Monterey’e doğru uzaklaştı. Danny ile Pilon, boyasız parmaklığın önünde durmuş, perdesiz pencereleri kör bir göz gibi duran, kirli beyaz badanalı evi hayran hayran seyrediyorlardı. Kapının önünde pembe gülleri olan bir çardak ve bahçenin yabani otları arasında yer yer kırmızı çiçekler görünüyordu. Pilon,

-Bu ötekinden daha güzel, diye söylendi.

-Hem daha da büyük.
Danny’nin elinde iki anahtar vardı. Yavaş yavaş yaklaşıp kapıyı açtı. Büyük oda, hala Viejo’nun bıraktığı gibi duruyordu. Üzeri kırmızı güllü takvim 1906’yı gösteriyordu. Duvarda renkli krepon kurdeleler, bir iki gemi resmi, bir tutam sarmısak asılıydı. Odanın öteki eşyalarını da birkaç sandalye ile bir masa oluşturuyordu. Pilon etrafına bakınarak, üç oda diye mırıldandı.

-Hem yatağı, sobası da var. Danny, burada çok mutlu olacağız. Danny çekingen duruyordu. Viejo ile çok acı anıları vardı. Pilon öne düştü,
evi dolaşmaya başladılar. Önce mutfağa girdiler.

-Bak hele musluğu da var diye bağıran Pilon uzanıp, musluğu açtı. Sonra, -Danny yavrum, su yok, dedi.

-Kumpanyaya gidip suyu açtırmalısın. Birbirlerine bakıp kıvançla gülümsediler. Pilon’un keskin gözleri, Danny’nin yüzünde mülk sahibi olmanın sorumluluğunu fark etti. Bu gözlerde artık, başıboşluğun verdiği tasasızlığı göremeyecekti. Artık kimsenin camını kırmayacaktı, çünkü onun da kırılacak bir iki camı olmuştu. Pilon’un hakkı vardı. Arkadaşlarından daha iyi bir düzeye gelmiş, omuzlarına daha karışık bir yaşam yükü çökmüştü. Sanki içinde bir şeyler kopmuş gibi, bir acı duyuyordu.

Hüzün dolu bir sesle, Pilon, diye söylendi.

-Keşke bu ev senin olsaydı da ben, senin yanına konuk gelseydim. Danny, suyu açtırmak için Monterey’e indi. Pilon, arka bahçede, yabani otların arasında dolaşıyordu. Bahçede, bakımsızlıktan kurumaya yüz tutmuş, dalları kırılmış birkaç meyve ağacı vardı. Bir kenarda çürük bir varil, patlak bir şilte ve kül yığınları görülüyordu. Pilon bir süre Mrs. Morales’in bahçesindeki kümesi seyretti. Sonra yavaşça eğilip kümesin kendi bahçelerine yakın olan yanında küçük bir delik açtı. Belki tavukçuklar, büyük otların arasına yumurtlamak isterler diye, söyleniyordu. Kuracağı tuzakları, bahçeye girecek tavukları nasıl yakalayacağını düşündü.

-Evet burada mutlu olacağız.
Danny kentten eli boş dönmüştü. -Suyu açmak için depozit istiyorlar. diye
söylendi.
-Depozit mi?
-Evet suyu açmadan önce, üç lira yatırmak gerekiyormuş.
-Üç lira mı? Üç liraya tam üç galon şarap verirler be. Şarabı içeriz, su lazım olunca da Mrs. Morales’ten bir iki kova ödünç alırız.
-Şarap alacak paramız var mı ki?
-Biliyorum. Belki şarabı da Mrs. Morales’ten alırız.
İkindi olmuştu. Danny yarın iyice yerleşiriz, diye söze başladı.

-Önce evi siler süpürürüz, Pilon sonra sen bahçedeki otları yolar, molozları temizlersin.
-Otları mı? Delirdin mi yahu! Sonra Mrs. Morales’in tavukları için kurduğu planları anlattı.
Danny, bu işe çoktan razıydı.
-Dostum dedi.
-Benimle beraber oturmayı kabul ettiğin için çok sevinçliyim. Şimdi ben odun toplarken, sen de yiyecek bir şeyler bul.
Dün akşamki konyağı hatırlayan Pilon, bu işi haksız buldu:

-Sanki kendisine borçluymuşum gibi hareket ediyor, diye düşündü.

-Yularımızı herifin eline teslim ettik gitti. Pis Yahudinin evi var diye, ona kölelik mi edeceğim! Buna karşın çıkıp yiyecek bir şeyler aradı. İki sokak ötede, ormanın kenarında irice bir horoz dolaşıyordu. Sesi çatlamış, göğsünün ve ayaklarının tüyleri dökülmüş, tam anlamıyla kartlaşmış olduğunu açıkça belli ediyordu. Aklı fikri Mrs. Moiales’in piliçlerinde kalmakla birlikte bu horoza hemen ısınıvermişti. Yavaş yavaş yaklaşmaya başladı. Pilon neşeli
neşeli,

-Zavallı küçük piliç diye söyleniyordu. -Sabahın erken saatlerinde, daha çiyler kurumadan uyumak, sana ne kadar zor geliyordur kimbilir. Ne kadar üşüyorsundur. Allah böyle küçüklere hiç acımaz vallahi. Bak, sokakta öteki piliçlerle dolaşıp duruyorsun. Ya bir gün, bir otomobilin altında kalırsan, ezilir gidersin. Belki sadece bacağın veya kanadın kırılır. O daha fena ya. Ondan sonra işin yoksa, sakat sakat dolaş dur. Bu hayat çekilir şey değil.

Horozu ürkütmemeye çalışarak ağır ağır yürüdü. Horoz arasıra sağa veya sola sapmak istiyordu ama, Pilon ne yapıyor yapıyor, onu istediği yöne çeviriyordu. Böylece ormana girdiler. Pilon birdenbire saldırdı. Horozun ruhu şad olsun. Pilon’un söylediği gibi azap içinde yaşamaktansa sessiz sakin ölmek daha iyiydi… Pilon’un tekniğinden de başka türlüsü beklenmezdi ya…

On dakika sonra ormandan çıkıp Danny’nin evinin yolunu tuttu. Zavallı horozcuk çoktan kaybolmuş, Pilon’un cebine inmişti. İhmale gelmez bir kuralı vardı Pilon’un: hangi koşullar altında olursa olsun, tüy, ayak, baş gibi teşhise yarayacak şeylerden birini eve getirmek kesinlikle caiz değildi. Gece sobayı yakıp başına geçtiler. Koca koca alevler bacaya hamle ediyordu. Danny ile Pilon’un karnı doymuş, sırtları ısınmış; salıncaklı sandalyelerinde sallanırken üstlerine bir uyuşukluk çökmüştü. Mutluydular. Yemek yerken bir mum yakmışlardı ama, şimdi odunların alevi yetiyordu. Zevki biraz daha arttırmak için olacak, hafiften de bir yağmur başladı. Dam biraz akıyordu ama ne ziyanı var, akan yerin altında oturmazdı onlar da…

Pilon; Oh! diye söylendi. -Hayat güzelmiş be. Soğukta sokaklarda uyuduğumuz günleri hatırlıyor musun? Gerçek yaşamak buymuş meğer.
-Evet, tuhaftır, yıllarca başımı sokacak bir çatı bulamamıştım. Şimdi iki evim birden var. iki evde birden oturamam ya!
Pilon savurganlıktan hiç hoşlanmazdı. Bu, beni de düşündürüyor, dedi.
-Ötekini niye kiraya vermiyorsun?
Danny sevinçten ayağa fırladı: Pilon, diye bağırdı. Yaşa be. Daha önce ne diye akıl edemedik. Sen çok yaşa, e mi? Bu düşünce gittikçe aklına yatıyordu. -Peki ama kime kiralıyacağız?
-Ben tutarım, dedi Pilon. Ayda on lira veririm.
-Olmaz, on beş olsun. Hem iyi evdir, on beş kağıt eder.
Pilon razı oldu. Daha fazlasına da razı olurdu. Kendi evinde oturan adamın halini yakından görmüş, kendi içinde de aynı istekler uyanmıştı.
-Öyleyse anlaştık, dedi Danny. -Evimi tutmuş sayılırsın. Öf, görsen ne iyi bir ev sahibi olacağım, Pilon. Hiçbir şeyine karışıp seni rahatsız etmeyeceğim.
Pilon’un cebi, askerlik dönemi dışında, hiçbir zaman on beş lirayı bir arada görmemişti. Nasılsa, kirayı vermeye daha bir ay var diye düşündü. Kimbilir ay bitmeden neler olur. Üşüdükçe biraz daha ateşe sokuluyorlardı. Bir ara Danny dışarı çıkıp elinde birkaç elma ile döndü. Ne de olsa yağmurda bozulacaklardı, diye de açıklamaya çalıştı.

Pilon, gizli bir iş yapıyorlarmış gibi görünmemek için kalktı, mumu yaktı. İçeri yatak odasına gidip bir kase, bir testi ve iki cam vazo ile döndü. Duvardaki yapma gülleri indirirken, -Evde kırılacak bir şey bulundurmak doğru değildir, diyordu. Nasıl olsa günün birinde kırılacak. O zaman üzülmektense, eiden çıkarmak daha iyi. Bu çiçekleri de Senyora Torelli’ye sunarım, diyerek
çıktı, gitti.

Biraz sonra döndüğünde, yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Böbürlenen bir tavırla elindeki şarap testisini gösterdi: -Bak, şarap getirdim! dedi. Daha sonra bir süre zar attılar. Hala günün heyecanı ile dolu olduklarından, kimin kazandığına pek dikkat etmediler. Şarap, üstlerine bir miskinlik çöktürmüş, uykularını getirmişti. Sobanın yanına yere uzanıp uyudular. Mum da erimişti: yağın üstünde bir süre daha mavi alevler oynaştı durdu. Biraz sonra ev karanlık, her şey sakin ve sessizdi.

"

Yukarı Mahalle kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?