Yazarlıkta karar kılıncaya kadar, boks antrenörlüğünden ressam ve heykeltıraşlara modellik yapmaya, muz plantasyonlarında hamallıktan gece kulüplerinde garsonluğa kadar çeşitli işlerde çalışan Jose Mauro de Vasconcelos’un başyapıtı Şeker Portakalı, “günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsü”dür. Çok yoksul bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen, dokuz yaşında yüzme öğrenirken bir gün yüzme şampiyonu olmanın hayalini kuran Vasconcelos’un çocukluğundan derin izler taşıyan Şeker Portakalı, yaşamın beklenmedik değişimleri karşısında büyük sarsıntılar yaşayan küçük Zeze’nin başından geçenleri anlatır. Vasconcelos, tam on iki günde yazdığı bu romanı “yirmi yıldan fazla bir zaman yüreğinde taşıdığını” söyler.

Şeker Portakalı (Portekizce orijinal ismi: Meu Pé de Laranja Lima), Brezilyalı yazar José Mauro De Vasconcelos’un 1968 tarihli romanı.

Brezilya’nın Minas Gerais bölgesinde yaşayan fakir bir ailenin beş yaşındaki oğlu olan hayal gücü çok gelişmiş Zeze adlı çocuğun başından geçenleri konu edinir. Orijinali Portekizce olan eser 16 dile çevrilmiştir.

Yazar, kendi çocukluğundan izler taşıyan kitabı 12 günde yazdığını ifade eder. Roman, Güneşi Uyandıralım ve Delifişek kitapları ile takip ederek bir seri oluşturur.

2012 yılında Brezilyalı yönetmen Marcos Bernstein yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmıştır.

Şeker Portakalı Konu Özeti

Yoksul bir ailenin oğlu olan Zeze, yaramazlıkları ile tüm mahalleye yaka silktiren bir çocuktur ve herkes onu “şeytanın vaftiz oğlu” olduğunu söyler. Zeze, yaramaz olmasının yanında hayal gücü geniş, okumayı tek başına sökecek kadar akıllı ve öğretmenini mutlu etmek için her gün ona bir çiçek götürecek kadar duygulu bir çocuktur. Çok küçük yaşta okula başlayan Zeze, okulda uslu ve çalışkan bir öğrenci olur; sokakta ise yaramazlıklarını sürdürür. Yalnızca ablası ve öğretmeni onun yaramazlıklarına anlayışla yaklaşır.

Ailesi yeni bir mahalleye taşınmak zorunda kalınca mutsuz olan Zeze, yeni evlerinin bahçesindeki bir şeker portakalı fidanını arkadaş edinir. Minguinho adını verdiği (keyifli olduğu günler Xururuca dediği) şeker portakalı fidanı ile konuşmaktadır. Zeze, fidana gün boyu yaptıklarını ve hayallerini anlatır.

Yılbaşı yaklaştığında Zeze, hediye beklentisi içinde pabuçlarını kapının önüne koyar ama işsiz ve çok yoksul bir adam olan babasının ona hediye alacak gücü yoktur. Bu yaptığının babasını nasıl üzdüğünü fark ettiğinde çok pişman olur. Babasına bir hediye alıp yaptığını telafi etmek için ayakkabı boyamak üzere yollara düşer ve filtreli sigara almak için yeterli para kazanıp babasına hediye vermeyi başarır.

Zeze’nin yaramazlıklarından birisi, kasabanın en havalı arabasının arkasına asılmaktır. İlk denemesinde başarısız olur ve arabanın sahibi Portekizli Manuel Valaderes’ten dayak yer. Bundan sonra Portekizli’den saklanacaktır ama bir gün yaramazlıkları sonucu yaralandığı için okula topallayarak gittiğini gören Portekizli onu arabasına alıp eczaneye götürür; ardından limonata ve pasta ısmarlar. Zeze ile Portekizli arasında böylece bir dostluk gelişir ve sürekli birlikte vakit geçirirler. Zeze, onu babası gibi görür.

Zeze, sokak şarkıcısı Bay Arivaldo ile tanışınca onun yanında sokaklarda şarkı söylemeye başlar. Babası, şarkı sözlerinin müstehcen olduğunu düşündüğü için onun Bay Arivaldo ile görüşmesini yasaklar. Zeze, bir gün babası için şarkı söylemeye karar verip Bay Arivaldo’dan öğrendiği bir şarkıyı söyleyince babası onu kemerle döver. Zeze, bu dayaktan sonra artık babasının değil Portekizli’nin oğlu olmak istediğini söyler.

Yaramazlıklarından ötürü sürekli ailesinden dayak yiyen Zeze, bir gün babası ve ablası tarafından çok ağır bir şekilde dövülür, evden çıkamaz hale gelir. Zeze o süreçte ölmeyi isteyecek kadar acı çekmiştir. İyileşip Portekizli ile buluştuğunda bu düşüncesini ona açar ama Portekizli onu bu düşünceden vazgeçirir.

Zeze bir gün okuldayken Portekizli’nin kaza yaptığı haberini alır ve kendini sokağa atar. Bu kaza haberi, Zeze’nin bütün yaşam sevincini yok eder. Portekizli ölmüştür. Bu arada bahçedeki şeker portakalı fidanının yol yapım çalışması nedeniyle kesileceği söylentisi çıkar. Zeze, üst üste gelen bu acılara dayanamaz, hasta olur. Kasabalılar bir türlü iyileşemeyen Zeze’yi ziyarete gelirler. Fakat o yalnızca şeker portakalı fidanı ile konuşur. Zamanla Zeze iyileşir, babası iş bulur ancak Zeze’nin çocukluğu ölmüştür; kalbi hiç iyileşmez.


Şeker Portakalı

Yaşayanlar:
Mercedes Cruanes Rinaldi Erich Gemeinder Francisco Marins ve Helene Rudge Miller (Piu-piul) ve ‘oğlum ’ Fernando Seplinksy için

ve de
Ciccillo Matarazzo Arnaldo Magalhâes de Giacomo için

Ölülerime:
Kardeşim Luís, yani Kral Luís ve ablam Glória’nm hüzünlü anısına;
Luís yirmi yaşında yaşamaktan vazgeçti,
Glória da
yirmi dört yaşındayken bu dünyanın yaşamaya değmediğine karar verdi.
Altı yaşıma
sevginin anlamını aşılayan Manuel Valadares’e de, özlem dolu yüreğimi sunuyorum.

Huzur içinde yatsınlar!..
bir de
Dorival Lourenço da Silva (Dodo, ne hüzün, ne tasa öldürür adamı!..)

BİRİNCİ BÖLÜM

Günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsü

Nesneleri keşfederken

El ele, acele etmeden sokakta yürüyorduk. Totoca bana hayatı öğretiyordu. Ben de, ağabeyim elimden tuttuğu ve bana birtakım şeyler öğrettiği için durumumdan hoşnuttum. Nesneleri bana evin dışında öğretiyordu. Çünkü ben evde keşiflerimi tek başıma yaparak kendi kendimi eğitirken; yalnız olduğum için, yanılıyordum. Yanılınca da eninde sonunda hep dayak yiyordum. Önceleri kimse beni dövmezdi. Ama sonra her şeyi öğrendiler ve zamanlarını, benim bir şeytan, bir baş belası, lanet olasıca bir
sokak kedisi olduğumu söyleyerek geçirmeye koyuldular. Buna aldırdığım yoktu. Sokakta olmasam şarkı bile söylemeye başlardım. Şarkı söylemek güzel şey. Totoca, şarkıdan başka bir şey daha biliyordu: ıslık çalmayı! Ama ben ne kadar uğraşırsam uğraşayım, ağzımdan ses çıkmıyordu. Totoca ıslığın tıpkı böyle çalındığını, ama şimdilik bir ıslıkçı ağzına sahip olmadığımı söyleyerek beni yüreklendirdi. Yüksek sesle şarkı söyleyemediğim için, şarkıları içimden söylüyordum. Garipti ama, çok da hoş olabiliyordu. Pek küçükken annemin söylediği bir şarkıyı hatırlıyordum. Güneşten korunmak için başına sardığı bir atkıyla çamaşır teknesinin başındaydı. Beline bir önlük bağlamıştı ve orada saatler boyu, elleri suyun içinde, sabundan bol bol yaptığı köpüklerle oynar dururdu. Sonra çamaşırı sıkar, ipe kadar taşırdı. Bambulara bağlı olan ipe bütün çamaşırları asardı. Evin giderlerine yardım etmek için Dr. Faulhaber ailesinin çamaşırlarını yıkıyordu. Annem uzun boyluydu, zayıftı, ama çok güzeldi. Yanık nefis bir teni, siyah dümdüz saçları vardı. Çözüp koyverdiği zaman bu saçlar beline kadar inerdi. Şarkı söylemesi de çok güzeldi, öğrenmek için yanından ayrılmazdım.

Ey denizcim, denizcim Senin için ah ederim,
Senin için, denizcim Yarın ölür giderim…
Çok kabarmıştı deniz Kumda koşuyordu dalgalar.
Yola çıktı denizcim Çok sevdiğim denizcim…
Yazık, denizci aşkı Yarım saati geçmez
Gemi demiri aldı
Denizcim uzaklaştı…
Çok kabarmıştı deniz…

O an bile bu şarkı, nedenini anlamadığım bir hüzünle doldururdu içimi.
Totoca bana bir dirsek attı. Ayıldım.
“Nen var Zeze?”
“Hiç. Şarkı söylüyordum.”
“Şarkı mı söylüyordun?”
“Evet.”
“Öyleyse ben sağır olmalıyım.”
İnsanın içinden de şarkı söyleyebildiğini bilmiyor muydu yoksa? Bir şey demedim.
Bilmiyorsa bunu ona öğretmeyecektim.
Rio-Sao Paulo yolunun kıyısına varmıştık. Yoldan her şey geçiyordu: kamyonlar, otomobiller, at arabaları, bisikletler.
“Dikkat, Zeze! Bu diyeceğim çok önemli: Önce sağına, soluna bakacaksın. Sonra, haydi!”
Yolu koşarak geçtik.
“Korktun mu?”
Elbette korkmuştum, ama başımı hayır anlamında salladım.
“Bir kere daha birlikte karşıya geçeceğiz. Sonra öğrenip öğrenmediğine bakacağım.”
Yeniden karşıya geçtik.
“Şimdi aynı şeyi tek başına yap bakalım.” Yüreğim daha hızlı çarptı.
“Sırasıdır, koş!” dedi ağabeyim.
Hemen hemen soluk almadan atıldım. Geçtiğim yerde biraz bekledim. Sonra bana geri dönme işaretini verdi.
“İlk sefer için çok iyiydi. Ama bir şey unuttun,” dedi. “Araba gelip gelmediğini anlamak için iki yana da bakmalısın. Sana işaret vermek için her zaman burada olmayacağım. Dönüşte yine aynı şeye çalışırız. Şimdi yolumuza gidelim, sana bir şey göstermek istiyorum.”
Elimi tuttu ve sakin sakin yolumuza devam ettik. Bir konuşma sırasında duyduklarım kafamı kurcalıyordu.
“Totoca!” dedim.
“Ne var?”
“Ergenlik çağı hissedilir mi?”
“Bu saçmalık da neyin nesi?”
“Edmundo Dayı söyledi. Yaşıma göre ‘gelişmiş’ olduğumu, yakında olgunluk çağına gireceğimi anlattı. Ama ben kendimde bir fark göremiyorum.”
“Edmundo Dayı budalanın teki. Kafana abuk sabuk şeyler doldurmakla geçiriyor bütün vaktini.”
“Budala değil o. Edmundo Dayı bir bilgin. Büyüdüğüm zaman bilgin ve şair olmak, kelebek boyunbağı takmak istiyorum. Kelebek boyunbağımla resim çektireceğim.”
“Neden kelebek boyunbağı?”
“Çünkü insan kelebek boyunbağı olmadan şair olamaz. Edmundo Dayı bana dergilerdeki şair resimlerini gösterdi, hepsinin kelebek boyunbağı var.”
“Zeze, onun her söylediğine inanmaktan vazgeç. Edmundo Dayı kafadan çatlağın biri; biraz da yalancı.”
“Öyleyse, boktan herifin biri.”
“Dinle! Sövdüğün için çok tokat yedin. Edmundo Dayı öylesi değil. Kafadan çatlak dedim yalnızca. Yani yarı deli.”
“Yalancı olduğunu da söyledin.”
“Bu da başka bir şey.”
“Değil. Geçen gün babam, Bay Severino’yla konuşuyordu, birlikte escopa ve dört kollu iskambil oynadıkları adamla. Bay Labonne’nin sözü geçince babam şöyle dedi: ‘O moruk, boktan herifin biri, pis yalancının tekidir.
’ Böyle dediği için kimse babama vurmadı.”
“Büyükler söyleyebilir, onlar için önemi yoktur.”
Bir sessizlik oldu.
“Edmundo Dayı, şey… ‘çatlak’ tam olarak ne demektir Totoca?”
Totoca parmağını şakağına dayayıp çevirdi ve bu hareketiyle bana belli bir kavramı anlatmak istedi.
“Hayır, doğru değil. Çok iyidir o!” diye bağırdım. “Bana bir sürü şey öğretir o. Şimdiye kadar da topu topu bir kere dövdü, pek sert vurmadı ama.”
Totoca yerinden sıçradı.
“Seni dövdü mü? Ne zaman?”
“Çok yaramazlık yaptım, bir gün, Gloria da beni Dindinhalara yolladı. Edmundo Dayı gazetesini okumak istiyor, ama gözlüğünü bulamıyordu. Oflaya puflaya her yanda arıyordu. Dindinha’ya sordu, hava aldı tabii. Birlikte evin altını üstüne getirdiler. Bunun üzerine gözlüğün yerini bildiğimi, bilye almak için bana yirmi beş kuruş verirlerse göstereceğimi söyledim. Gidip yelek cebinden yirmi beş kuruş aldı. ‘Getir gözlüğümü, parayı vereceğim, ’ dedi. Ben de gittim, kirli çamaşır sepetinden gözlüğünü çıkardım. Bunun üzerine beni azarladı: ‘Yine mi sen sakladın, yumurcak!’ dedi: Kıçıma bir şaplak indirdi, verdiği parayı da geri aldı.”
Totoca güldü.
“Evde azarlanmamak için onlara gidiyorsun, orada da başına aynı şey geliyor. Çabuk olalım, yoksa hiç yetişemeyeceğiz.”
Edmundo Dayı’yı düşünmeye devam ediyordum.
“Totoca, çocuklar emekli midirler?”
“Ne?”
“Edmundo Dayı hiçbir iş yapmıyor ama para alıyor. Yani çalışmıyor ama belediye ona her ay para ödüyor.”
“Bunda şaşılacak ne var?”
“Çocuklar da bir şey yapmıyorlar; yemek yiyorlar, uyuyorlar, sonra da analarıyla babalarından para alıyorlar.”
“Emeklilik başka şey, Zeze. İnsan çok çalıştığı, saçları bembeyaz olduğu, artık Edmundo Dayı gibi ağır ağır yürüdüğü zaman emekli olur. Ama çok karışık şeyler düşündük, yeter. Ondan bir şeyler öğrenmek istiyorsan yanına koş. Ama benimleyken hayır. Öbür çocuklar gibi ol. İstersen söv, yalnızca küçücük beynini karışık şeylerle doldurmaktan vazgeç. Yoksa, bir daha seninle gezmeye çıkmam.”
Keyfim kaçmıştı, bir daha da canım konuşmak istemedi. Şarkı söylemek de istemiyordum. İçimde şarkı söyleyen kuşum havalanmıştı. Durmuştuk; Totoca bana bir ev gösteriyordu.
“Bak! Hoşuna gitti mi?” dedi.
Sıradan bir evdi. Mavi panjurlu beyaz bir ev. Her yanı kapalı ve sessizdi.
“Hoşuma gitti. Ama neden buraya taşınmamız gerekiyor?”
“Sık sık taşınmak iyidir.”
Çitin ardından, bir yanda bir hintkirazı, öbür yanda bir demirhindi ağacı olduğu görülüyordu.
“Her şeyi öğrenmek isteyen sen, evdeki dramı fark etmedin mi?” dedi birden. “Babam işsiz, tamam mı? Altı aydan çok oluyor, Bay Scottfıeld’le kavga etti ve onu kovdular. Lala’nın fabrikada çalışmaya başladığını görmedin mi? Annemin kente, İngiliz Değirmeni’nde çalışmaya gittiğini bilmiyor musun? Eh işte, küçük sersem, bunların hepsi para biriktirmek ve yeni evin kirasını ödemek için. Bütün bu acı şeyleri bilemeyecek kadar küçüksün. Ama benim de bundan böyle eve yardım etmek için ayinlerde çalışmam gerekecek.”
Kısa süren bir sessizlik oldu.
“Totoca, kara panterle o iki aslanı buraya da getirecek miyiz?”
“Elbette. Kölenizin de kümesi sökmesi gerekecek.”
Bana biraz acıma ve sevgiyle baktı.
“Hayvanat bahçesini söküp buraya kuracağım.” İçim rahatlamıştı. Çünkü, hayvanat bahçesi olmazsa, küçük kardeşim Luis’le oynamak için yeni bir şey keşfetmem gerekecekti.
“Dostun olduğumu gördün işte, Zeze. Şimdi ‘bunu’ nasıl başardığını bana anlatabilirsin sanırım…”
“Totoca, yemin ederim ki bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum.”
“Yalan söylüyorsun. Birinden öğrendin.”
“Hiçbir şey öğrenmedim. Kimse bana bir şey öğretmedi. Belki de şeytan ben uyurken öğretmiştir. Jandira, şeytanın vaftiz babam olduğunu söylüyor.”
Totoca şaşkındı. Önceleri söylemem için başıma vurmuştu. Ama ona ne diyeceğimi bilmiyordum.
“Kimse böyle şeyleri tek başına öğrenemez,” diyordu.
Yine de şaşkınlığı sürüyordu. Çünkü gerçekten hiç kimse o güne dek herhangi birinin bana bir şey öğrettiğini görmemişti. Bir sırdı bu. Sözgelişi:
Geçen hafta başımdan geçen bir olayı düşünüyordum yeniden. Bütün ailenin ağzı açık kalmıştı. Dindinhalarda, Edmundo Dayı’nın yanına gidip oturduğum sırada geçmişti olay. Edmundo Dayı gazete okuyordu.
“Dayıcık!” dedim.
“Ne var yavrum?”
“Okumayı nasıl öğrendiniz?”
Bütün büyüklerin yaşlandıkları zaman yaptığı gibi, gözlüğünü burnunun ucuna indirdi.
“Okumayı ne zaman öğrendiniz?” diye sorumu yineledim.
“Aşağı yukarı altı-yedi yaşındayken.”
“İnsan beş yaşında da okuyabilir mi?”
“Okuyabilir elbette. Ama kimse o yaşta okumayı düşünmez, bu iş için çok küçük bir yaştır çünkü.”
“Siz nasıl okuma öğrendiniz?”
“Herkes gibi, alfabeden. B ile A’yı birleştirip BA diyerek.”
“Herkesin de böyle mi öğrenmesi gerekir?”
“Bildiğim kadarıyla evet.”
“Ama herkesin de mi?”
Merakla beni süzdü.
“Dinle, Zeze! Herkesin böyle öğrenmesi gerekir, evet. Şimdi bırak da şu okuduğum şeyi bitireyim. Git bak bakalım, bahçede hintarmudu var mı?” Gözlüğünü yukarı itti ve kendini
yeniden okuduğu şeye vermeye çalıştı. Ama ben yerimden kımıldamadım.
“Ne acı!” diye bağırdım.
Bu çığlığı öylesine derinden çıkarmıştım ki gözlüğünü yeniden burnunun ucuna indirdi.
“Önemi yok, istediğin zaman… ”
“Ben de size bir şey anlatmak için evden buraya kadar deli gibi koştum.”
“İyi ya, anlat öyleyse.”
“Hayır. Böyle anlatılmaz. Önce emekli maaşınızı ne zaman alacağınızı bilmeliyim.”
“Öbür gün.”
Sevgiyle gülümsedi.
“Öbür gün ne?”
“Cuma.”
“Öyleyse öbür gün, bana kentten bir ‘Ayışığı’ getirir misiniz?”
“Yavaş ol, Zeze! ‘Ayışığı’ da neymiş?”
“Sinemada gördüğüm küçük at.
Terbiyecisi, Fred Thompson. Ayışığı, terbiye edilmiş bir attır.”
“Yani sana tekerlekli bir at getirmemi mi istiyorsun?”
“Tahtadan başı ve dizginleri olan bir at istiyorum. Üzerine binilir ve ‘dörtnal!.. ’ Çok çalışmam gerek, çünkü ilerde filmlerde oynamak istiyorum.” Edmundo Dayı gülmesini sürdürdü. “Anlıyorum. Atı sana getirirsem karşılığında bana ne vereceksin?”
“Sizin için bir şey yapacağım.”
“Öpecek misin beni?”
“Öpücüğü pek sevmiyorum.”
‘“Cici, cici’ mi yapacaksın?”
Bunun üzerine Edmundo Dayı’ya sonsuz bir acımayla baktım. Küçük kuşum o sırada bana alçak sesle bir şey söyledi. Şimdi sık sık işittiğim bir şeyi anımsamaya başlamıştım. Edmundo Dayım karısından ayrı yaşıyordu ve beş çocuğu vardı… O kadar yalnızdı, öyle yavaş yürüyordu ki. Belki çocuklarını çok özlediğinden bu kadar ağır hareket edebiliyor, diye düşündüm. Ve çocukları hiç onu görmeye gelmiyorlardı.
Masanın çevresini dolandım, bütün gücümle boynunu kollarımla sıktım. Beyaz saçlarının hafiften başıma süründüğünü duydum.
“Bu, at için değil. Yapacağım şey başka. Okuyacağım!” dedim.
“Okuma biliyor musun Zeze? Bu da ne demek oluyor? Kim öğretti sana okumayı?”
“Hiç kimse.”
“Bana palavra atıyorsun.”
Yanından uzaklaştım ve kapının eşiğinden, “Cuma günü bana küçük atımı getirin,” dedim. “O zaman göreceksiniz okuma bilip bilmediğimi!” Parayı ödemediğimiz için Elektrik Şirketi evin elektriğini kestiğinden, akşam hava kararıp da, Jandira gaz lambasını yaktığında, ‘yıldız’ı görmek için ayaklarımın ucunda yükseldim. Kâğıt üzerine yapılmış bir yıldızdı bu. Altında da evi kem gözlerden korumak için bir dua vardı.
“Jandira, beni havaya kaldır, şu duayı okumak istiyorum,” dedim.
“Bu kadar palavracı olma, Zeze. Çok işim
var.”
“Hadi, kaldır; göreceksin okuma bilip bilmediğimi.”
“Dikkat et, Zeze! Bu yaptığın oyunsa görürsün gününü.”
Beni kollarına aldı ve kapı çizgisinin üstüne kaldırdı.
“Hadi, oku! Görelim bakalım.”
Ve okudum: Tanrı’dan evi kutsayıp korumasını, kötü ruhları uzaklaştırmasını dileyen duayı okudum.
Jandira beni yere bıraktı. Ağzı açık kalmıştı. “Zeze, duayı ezberledin sen. Benimle alay ediyorsun.”
“Yemin ederim ki hayır, Jandira. Her şeyi okuyabiliyorum.”
“İnsan okuma öğrenmeden okuyamaz. Edmun-do Dayı mı öğretti, Dindinha mı?”
“Hiç kimse.”
Bir gazete yaprağı kapıp uzattı, okudum. Yanlışsız okudum. Bir çığlık attı ve Gloria’yı çağırdı. Gloria da heyecanlandı ve Alaide’ye koştu. On dakika içinde bütün komşular
başarımı görmeye gelmişlerdi.
Totoca’nın öğrenmek istediği şey de buydu. “Sana okumayı Edmundo Dayı öğretti, iyi okuduğun zaman o da küçük atı alacağına söz verdi.”
“Doğru değil bu, hayır.”
“Ona soracağım.”
“Sor. Nasıl olduğunu bilmiyorum, Totoca. Bilsem sana söylerdim.”
“Peki, hadi gidelim. Göreceksin. Bir şey gereksindiğinde…”
Canı sıkkın bir durumda elime yapıştı ve beni dönüş yoluna doğru sürükledi. Aynı zamanda da öç alır gibi bir şey söyledi:
“Oh olsun sana, küçük budala! Çok erken öğrendin çünkü. Şimdi bu yüzden şubatta okula başlaman gerekecek.”
Ama bu, Jandira’nın düşüncesiydi. Böylece evde bütün sabah başını dinleyecek, ben de uslu durmayı öğrenecektim.
“Gidip, Rio-Sao Paulo yolunda çalışalım. Ders yılı boyunca emrinde olacağımı, seni karşıdan karşıya geçirmekle zamanımı harcayacağımı sanma. Bu kadar çok şey bildiğine göre, karşıdan karşıya geçmeyi de çabucak öğrenirsin.”


“İşte küçük atın. Şimdi görelim bakalım,” dedi
Edmundo Dayı.
Gazeteyi açtı ve bana bir ilaç reklamındaki cümleyi gösterdi.
“Bu ilaç, bütün eczanelerde ve ecza depolarında bulunur,” diye okudum.
Edmundo Dayı gidip bahçeden Dindinha’yı çağırdı.
“Ana, eczane‘yi bile yanlışsız okudu!” diye bağırdı.
Bunun üzerine, bana okunacak şeyler vermeye başladılar. Her verileni okuyordum. Anneannem homurdanarak, dünyanın sonunun geldiğini söyledi.
Küçük atımı aldım ve yeniden Edmundo Dayımın boynuna atıldım. O ara çenemi tuttu, titrek bir sesle şöyle dedi:
“Çok yükseleceksin, yumurcak. Adının Jose olması boşuna değil. Sen bir güneş olacaksın ve yıldızlar çevrende parlayacak.”
Onun gerçekten kafadan kontak olduğunu düşünerek, yüzüne anlamadan baktım.
“Anlayamazsın,” dedi. “Hazreti Yusuf’un Mısır’daki Hikâyesi bu. Büyüdüğünde anlatırım.”
Hikâyelere bayılıyordum. Ne kadar karışık olursa o kadar seviyordum anlatılan hikâyeyi.
Küçük atımı uzun süre okşadım, sonra başımı Edmundo Dayıma çevirip sordum:
“Sizce, gelecek hafta büyümüş olur muyum?..”


Merhaba bu sayfayı daha önce ziyaret ettiğin için bu kitabı okumuş olabileceğini düşündük. Dilerseniz yeni kitaplara göz atabilir ya da rastgele bir kitap seçebilirsin. Aşağıdaki kutucuğu kullanarak hızlı bir arama da yapabilirsin.


"

Şeker Portakalı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?