Yağmurlarla Topraklar’da Necati Cumalı, ağır ağır doğan ve birden gelişen bir aşkı anlatırken, bir yandan, öğretmen, avukat, doktor olarak Anadolu’nun küçük kentlerinde yaşayan binlerce aydının ortak çilesini, tutucu çevrelerin baskısı altında güvensiz yaşayışlarını, yalnızlıklarını yansıtıyor; bir yandan da somut örneklerle bizdeki toprak mülkiyetinin temellerine inerek toprak reformuna; vakitli vakitsiz yağan yağmurların yol açtığı sevinçler üzüntülerle ekicilerin doğa ile olan ilişkilerine ışık tutuyor. Hayatın özünde olduğu gibi değişik olayları iç içe yansıtan, sağlam, usta işi büyük roman bu.


YAĞMURLARLA TOPRAKLAR
Tütün Zamanı 2

EYLÜL

1

Adliye tatilinin sona erdiği 5 Eylül 1951 günü, Avukat Nihat Arda, her duruşma sabahı olduğu gibi, saat sekiz olmadan yazıhanesine geldi, içeriye girince, kendini karşılamak için ayağa kalkmaya davranan kâtibini bir el işaretiyle yerine oturttu, dip tarafta kalan kendi masasına doğru yürüyüp yerini aldı. Masasının kıyısında duran dosya yığınını önüne çekti. En üstteki dosyayı aldı, şöyle bir bakıp yana bıraktı.

Niyeti iş sahipleri gelip bastırmadan dosyalarına kısa bir göz atmaktı. Belleği kuvvetliydi. Rengi, kalınlığı, yıpranma derecesi ya da üstündeki bir kalem, bir mürekkep lekesi gibi özelliklerinden eski yeni bütün dosyalarını ilk görüşte tanır, duruşmanın nerede kaldığını, o günkü oturumda neler söylemesi gerektiğini hemen ansır-dı. O sabah da çoğu dosyalarını eline almasıyla bırakması bir oluyor, bu gidişle önündeki on dokuz dosyayı bir yandan bir yana aktarması uzun sürmeyecek gibi görünüyordu ama, kapı karşı köşede oturan kâtibi gene de onun bir an önce işini bitirmesi için sabırsızlanıyordu.

Delikanlı yüz metre çıkışma hazırlanan bir atlet gibi gergindi yerinde. Gözlerinde gittikçe artan bir parıltı ile sık sık yutkunuyor, sandalyesinin altına topladığı ayaklarını burunları üstünde titretip duruyordu. Nihat, göz ucuyla, zayıflıktan fırlayan ademelmasının yutkundukça aşağı yukarı inip çıktığını görüyordu onun. Kâtibini rahatlatmak için, son dosyayı elinden bırakmadan:

— Ee, anlat bakalım Kenan, dedi, ne var ne yok? Kenan fırlar gibi söze başladı:

— İyilik Nihat Ağabey…

Kelimeleri yaya yaya gülümseyerek ekledi:

— Dün Güvendiklileri iki bir yendik…

Demek bunu söylemek içindi sabırsızlığı, tlçe takımının kale-cisiydi Kenan. Henüz yirmi bir yaşındaydı. Askerden döndüğünden beri yanında çalışıyordu. Ne kadar mutluydu yendik, derken. Nihat, ilk fırsatta kasabadan ayrılıp gitmeyi düşünüyor, ardından hayatını kazanabilmesi için iyi bir dilekçeci olarak yetiştirmeye çalışıyordu onu. Bunun için de futboldan soğutmaya çalışıyordu. Takıldı:

— Gene mi gol yedin? Kenan’ın gülüşü söndü:

— Siz kurtardıklarımı görseydiniz…

— Hadi hadi, ben onu bunu bilmem, Güvendiklilerden bile gol yemişsin…

— Görmediniz ki maçı! Görmeden ne deseniz kolay. Hıh! Güvendik köy ama kimler yok ki aralarında? Çoğu izmirli. Hep ikinci küme oyuncuları. Sağiçleri altı pastan attı golü. Bizim o serseri Coşkun’un yüzünden. Öyle bekin ardında kaleci oynamak verem eder adamı…

Sesi gittikçe titriyordu:

— Bağırdım, bırak dedim, çıktım, tam topu alacaktım, önümü kesti, ıskaladı, top sağiçin önüne düştü. O da boş kaleye yuvarladı topu.

Nihat “Neredeyse ağlayacak” diye geçirdi içinden. Kenan’ı gülümseyerek dinler görünüyor, başka şeyler düşünüyordu şimdi:

“Kalecilikte basan dediği şey, gençlik çevikliği ile yaradılıştan gelen gözüpeklik. Başını kolunu sakınmadan kimbilir nasıl yerden yere atıyordur kendini? Doğru dürüst futbol alanı bile olmayan bir kasabada, haftada bir gün ayağına futbol ayakkabısı geçirmekle iyi futbolcu olunamayacağını şimdi kalksam da anlatmak istesem büsbütün kırılacak. Genç, varsın oynasın. Bir şeyleri yenmesi, bazen yenilmesi, yenildiklerinden hız alarak öne fırlaması gerek. Birkaç yıl sonra geçer bu hevesi. Belki de ilçe takımında kaleci oynadığı günler yaşamının en önemli anısı olarak kalır…” Kenan susunca, kayıtsızlığını belli etmeden gönlünü aldı:

— Anlattığın golü kim olsa yer, Turgay bile.

Turgay’ın adını duyunca Kenan önce yumuşadı, sonra güldü:

— Vallahi Nihat Ağabey görseydiniz…

— Hadi unut artık. Canını sıkma. Futbolcunun iyisi anlatmaz nasıl oynadığını. Anlatmayı seyredenlere bırakır…

Kasabanın ana caddesi üzerindeki yazıhanenin buzlu pencere camına kasketli bir başın gölgesi düştü. Kenan:

— Oldu! dedi, sabah sabah damladı yine… Az önceki titreyiş vardı sesinde.

Nihat, dönüp baktığı sırada, karaltı pencereyi geçmiş, pencere ile kapı arasındaki duvar gerisinde kaybolmuştu.

— Kimdi?

— Kim olacak? Veli Sayın.

Nihat kol saatine baktı. Sekizi on geçiyordu. Saatle hiç ilgisi olmadığı halde “yaz bitti” diye mırıldandı. Kenan dediğini duydu:

— Bitti ya, dedi, mahkemeler başladı, yaz da bitti. Bundan sonra her gün böyle… Dışarda kaldırımın üstünde duran karaltı, kapının alt kısmındaki buzlu camlara vurdu.

Eşiği aştı, yükseldi, büyüdü, üstteki düz camın çerçevesi içinde lacivert kasketli, saçı sakalı iyice ağarmış, yuvarlak, kırmızı bir yüz göründü. Yüz, merakla cama yaklaştı, burnu camın üstünde yassılaştı, elini gözlerinin üstüne siper ederek içeriye baktı, Nihat’ı yerinde görünce boncuk mavisi gözlerinden yayılan bir sevinçle aydınlandı.

Kapı dışardan itilerek açıldı. Veli Sayın, kapıyı açmak için ayağa kalkan Kenan’ın önünden geçerek içeriye girdi. “Selâmüna-leykünı” dedi. Nihat ayağa kalktı, selâmını alarak ihtiyara masasının önünde yer gösterdi. Adam, kapı ile masa arasındaki iki üç adımlık açıklığı acelesiz geçti, Nihat’ın elini sıktı, gösterdiği koltuğa oturdu. Hep o ağır devinimleriyle kasketini çıkardı, ters çevirerek Nihat’ın masası üstüne bıraktı. Gri külot pantolonunun arka cebinden çekip aklığı siyah damalı kocaman sarı bir mendille alnının ensesinin terini sildi. Sağma baktı, soluna baktı, soluk aldı:

— Ee, nasılsın bakalım Nihat Bey? Nihat kısaca:

— Gördüğün gibi, dedi.

— iyisin iyisin maşallah. Hiç ses etme, iyisin… — Eksik olma…

— Ben iyi diyorsam demek ki iyisin. Benim gözüm yanıl-maz… Geçen görüşümden daha iyisin…

Kenan’a döndü:

— Sen de iyisin ya kocaoğlan?

Adımlan, devinimleri gibi ağırdı konuşması. Her kelime kaplumbağa yürüyüşüyle çıkıyordu ağzından. Sesi yavaştı. Bu hatırlaş-mayı uzatıp duruyordu. Nihat uyannak zorunda kaldı adamı.

— Hayrola? Ne oklu gene?

Veli Sayın başı dertte insanlann üzgün görünüşüyle iç çekti. El baş sallayarak yakındı:

— Bana bu dünyada rahat mı var?

— Anlat bakalım. Dokuzda mahkemeye gideceğim.

— Dur hele, acele etme. Daha dokuza yıl var. Her şey sırasıyla. Önce kahvelerimizi içelim… Gene o bildiğin hikâye…

Cebinden tütün tabakasını çıkardı. Kenan’a döndü:

— Kenan, hadi oğlum, sen Nihat Bey’le bana, benden birer kahve söyle, kendin de bir çay iç…

Kenan bir şey içmek istemedi. Nihat konuk olduğunu ansıttı. Veli Sayın kahve sözünü uzattı bu kez. “Çayı beğenmedinse gazoz iç” dedi Kenan’a. Nihat’ın bir şey içmek istemeyişine şaştı: “Siz kasabalılar bi tuaf oluyonuz. Bizim orlarda birnin kayvesini içmeyip geri çevirdin mi selâmını almadın sayılır…”

Urla’nın Gölcük köyündendi Veli Sayın. Urla’dan on beş kilometre uzakta toprağı kıt, otlağı kıt bir dağ köyüdür Gölcük. Tarlalarda, zeytinliklerde işleri kadınlarla çocuklar görür. Sağmalları çocuklar otlatır. Erkekler kendilerine uygun iş kalmadığından günün çoğu saatlerini kahvede geçirirler. Bu yüzden çabukluk nedir unutmuşlardır davranışlarında

Veli Sayın cigarasını sardı. Sigara kâğıdım dilinin ucuyla boydan boya tükürükleyip yapıştırdı. Ceplerini karıştırarak birinden sarı kehribar ağızlığını, öbüründen kavli çakmağını buldu çıkardı. Cigarasını ağızlığına yerleştirip yaktı. Yemenisinin sağ tekini çıkarıp, oturduğu koltukta bacağını kıçının altına aldı. Bir yandan gelen kahvesini, cigarasını içerken, bir yandan da boşta kalan eliyle altına aldığı ayağım oğuşturarak davasını anlatmaya başladı.

Gerçekten de Nihat’ın bildiği hikâye idi davası. Veli Sayın yıllardır yeğeniyle uğraşırdı. Nihat, dört yıla yakm bir süredir Urla’da avukattı. Her üç ayda, altı ayda bir, daha doğrusu kafası kızdıkça, Veli Sayın yeni bir dava açardı yeğenine karşı. Sonra da haftada bir gelir, ayağını kıçının altına alıp şimdi oturduğu koltuğa yerleşir, kahvesini cigarasını içer, Nihat’ı lâfa tutardı.

Hep sudan bahanelere dayanırdı bu davalar. Hakaret, sövme, hırsızlık, mesken dokunulmazlığını bozma, zarar ziyan… Geçmişi, Nihat’ın Urla’da avukatlık yapmaya başlamasından çok öncelere, yeğeni Hüsnü’nün askerden döndüğü yıla kadar uzanıyordu bu çekişmenin. Hüsnü bu davalardan, suçlamalardan sıyrılmakta ustalaş-mıştı artık. Avukat, vekil tutmaz, zora geldikçe mahkemede görünür, tanıklarını getirir, kendisi bir sövmüşse dayısının kendisine beş sövdüğünü söyletirdi. Dayısının hırsızlık dediği suçun henüz arala-nnda kanuna uygun olarak bölüşmedikleri bir zeytinlikten yarım kükürt çuvalı zeytin toplamak olduğu anlaşılırdı. Yeğenin, dayısının evine girip çıkmasında mesken dokunulmazlığını bozan bir durum görmezdi yargıç.

Avukat Nihat her yeni davayı almadan önce bunları bir bir söyler, anlatırdı Veli Sayın’a. Dinletemezdi bir türlü. “Olsun, sen ben ne dersem onu yap. Sen davayı aç, ötesine karışma” der, diretir-di Veli Sayın. İş ödeyeceği avukatlık ücretinin kararlaştırılmasına gelince, elleri titremeye başlardı ihtiyarın. İki üç kilo tereyağı parasından yukarı çıkmaya yanaşmaz, yalvarır, kırılır, gücenir, sonunda yumuşak yüzlülüğünden alabildiğine yararlanarak Nihat’ı davasını almaya razı ederdi. Aşağı yukarı şöyle bir konuşma geçerdi her sefer aralarında. Nihat bir kez daha: “Davayı kaybedeceksin!” derdi. Veli Sayın, başını geriye atar, dayatırdı: “Bu sefer bildiğin gibi değil! Bu sefer davam sağlam!” Davanın sonuçlandığı gün, duruşmadan çıkarlarken Nihat tutamazdı kendini: “Gördün ya, kaybettik. O sana ne demişse sen ona bir fazlasını demişsin!” “Onun tanıkları hep yalancı, hep namıssız!” “Seninkiler?” Veli Sayın sıkışırdı: “Canım bu hâkim ne biçim hâkim? Anlamıyo mu? Ben onun büyüğüyüm, dayısıyım, yaşım yetmiş. Ben Hüsnü’ye ne desem azar olur, öğüt olur, onun bana dediği küfür!”

Aradan bir hafta on gün geçince, Veli Sayın’m yuvarlak kırmızı yüzü, burnu cama yapışık, gene yazıhanesinin kapı penceresinde görünürdü. Nihat gene nasıl olduğunu anlamadan yeni bir dava açmaya razı olurdu Hüsnü’ye karşı.

Şimdi de bu türlü bir davaydı dinlediği. Veli’nin on yaşındaki torunu ile Hüsnü, çeşme başında sıra kavgası etmişler, Hüsnü çocuğun kulağını çekmişti. Çocuğun Hüsnü’ye neler dediği, itişip kakışmalarının iç yüzü duruşmada anlaşılacaktı yine. Yargıç ciddiye almıyordu artık bu davaları. “Ne o Veli Sayın? Neler yaptı yine yeğenin sana?” diye gülerek başlıyordu sorguya. Nihat, anlattıklarını bıkkınlıkla dinledi: “Büyüksün, büyüklük sende kalsın, uzatma artık şu çekişmeyi…” dedi, davasından vazgeçirmeye çalıştı ihtiyarı. Söz geçiremedi.

Veli Sayın, mavi gözlerinde donup kalmış, kımıltısız bir inatla süzdü Nihat’ı:

— Sen koskoca avukatsın, şu cahil Hüsnü’nün hakkından gele-meyecen mi? İki ay olsun dama tıktırmıcen mi şu hayırsızı?

Nihat güldü:

— Tıktıramam.

— Bir ay, bir hafta hapis yesin, gene de bana yeter!..

— O da zor…

Veli Sayın az düşündü:

— Zarar yok. Sen davayı kazansak da aç, kaybetsek de. Ben bir kere yola çıktım gayrı, geri dönmem.

— İyi ama Veli Dayı, ne geçecek eline? Bunca masrafa gireceksin…

Veli Sayın kızdı, her nasılsa öfkesini tutamadı:

— Daha açık söyletmesene beni. Kış sonuna kadar her duruşma günü, Gölcük’ten mahkemeye yaya gelsin gitsin, o da ona ceza. O da yeter… Kurtuldum diye ben oh dedirtir miyim ona? Sen aç davayı, burnu bir daha sürtülsün deyyusun…

Nihat, o güne kadar hiç düşünmemişti işin bu yanını. Gölcük köyünü, Gölcük yolunu, Hüsnü’yü bir anda ansıdı. Sabahın sisi yeni yeni dağılırken, dağın sırtında, çıplak gibi duran Gölcük geldi gözünün önüne. Yerlerde kırık bir dal parçası olsun bırakmayan rüzgâra karşı, erkenden, Hüsnü’nün ardından karısı avlu kapısını omuzlayarak kapattı. Tıraşsız solgun yüzü, başında ağarmış kasketi, buruşuk ceketi, çekik dar pantolonu, nasırlı ayaklarında topuğu basık yemenileri ile Hüsnü kapının önünde kalakaldı. Ceketinin yakalan kalkık, elleri ceplerinde, başını omuzlan arasına çekmiş, rüzgâra etkisiyle arada bir sendeleyerek yola düzüldü. İki yandan yuvarlanmış taşlarla kaplı, yer yer çamur, yer yer su tutmuş dağ yolunu döne döne Seferihisar şosesine indiğini görür gibiydi şimdi Hüsnü’nün. Yol ıssız, tenhaydı. Hava ayaz. Rüzgânn savurduğu soğuk bir yağmur bindirdi. Ahlatlar, deliceler, palamutlar, bodur meşeler, sağda solda sivri sivri çıplak kayalar arasında sığınıp sağnağm geçmeşini bekleyeceği bir yer yoktu Hüsnü’nün. Koltuğunun altında ne olur ne olmaz, diye taşıdığı katlanmış bir un çuvalını açtı. Çuvalı dip tarafından çukurlaştınp gocuk gibi başına çekti. Yürüyüşünü hızlandırdı. Daha Seferihisar şosesine inecek, Badernler’in altından vurup Urla belenine tırmanacak. O kuru bacakları, keçi yürüyüşüyle ancak üç saatte adliyeye varacak. Mahkeme koridorlarında ıslaklıktan daha da keskinleşen bir ağıl kokusu yayılan üstünü başını kurutmaya çalışarak duruşma sırasının gelmesini bekleyecek. O saatlerde köylülere görünmek için köy kahvesine çıkacak Veli Sayın. O içeriye girerken bacanağı İbrahim Elmas: “Yahu bacanak, benim aklımda kalan, senin mahkemen yok muydu bugün? Sizin Hüsnü bu sabah erkenden Urla’ya indi. Senin ne işin var buralarda?” diyecek. Taşan keyfi boncuk gözlerinde yansıyarak Veli Sayın kahvenin sobasına yaklaşacak: “Bu havayı görmen mi sen İbram? O gitçek elbet. Benim abukatım var. Davam gitsem de, gitmesem de yürür. Bu havalarda mahkemeye gitçek okluktan sonra ben ne diye sayı-yom abukata bunca parayı?” Sobanın yanma bir sandalye çekip yerleşirken ocakçıya seslenecek: “Sen hele getir oğlum benim kayve-mi. Şöyle bol köpüklü, okkalı olsun…”

Başka bir gün, hava güzel, Hüsnü’nün tam aşılıkta işlerinin sıkışık bir zamanı. Aksi gibi de o gün tanıklar dinlenecek, ister istemez işi gücü bırakıp Urla yolunu tutuyor Hüsnü. Veli Sayın neden sonra yola çıkıp, yan yolda onu yakalıyor, beygirin karama topuklarını indirip geçip gidiyor yanından. Tanıkları dinlenirken o da köyde kalamaz elbet. Hüsnü’nün kansı o gün aşılıkta yalnız çalışırken kocasının nerede olduğunu ansıdıkça kollarını uzatıyor göğe: “Büyük Allahım, gayn sana daha ne diyeyim bilmem ki? Bizim gibi fukaralan böyle mahkeme kapılarında süründürenlerin yüzünü güldürme…”

— Veli Dayı, senin Hüsnü yaya mı gelip gidiyor mahkemeye?

— Yaya ya! Başka neyle gelip gidecek? At, eşek ne gezer o baldırı çıplakta? Veli Sayın’ın yüzü gülüyordu:

— Demem doğru değil mi, sen söyle Nihat Efendi? Hiç değilse yola gelene kadar bizim o yokuşlarda gelsin gitsin diyorum ire-zil…

Nihat ilk tanıdığı sıralarda hoşlanırdı Veli Sayın’ı dinlemekten Alaycılığı, kendine özgü kurnazlığı ile kişilik sahibi bir insan ok rak görürdü onu. Sonra sonra anlattıklan birbirinin tekrarı olarak kaldıkça, geliş gidişleri, gevezeliği kendisi için çekilmez olmuştu. Şimdi ise yetmişinde, saçı sakalı ağarmış bir adamın öz yeğenine eziyet etmekten duyduğu zevkle gülüşünü, üstelik kendisini bu oyuna ortak etmeye kalkmasını, çirkin, bayağı buluyordu. Davayı almayacaktı. Veli Sayın’dan doğru dürüst bir ücret istedi. İhtiyar, sakalını bıyığını çekiştirmeye başladı:

— Şaka mı ediyon?

— Niye şaka olsun?

— Hadi, deyeceksen şunun bir olurunu deyiver de ben de gücüm yeterse he diyem…

— Olurunu söyledim.

— Sen şimdçi o söylediğini unut hele. Kaça alacan davamı? Buna uygun bir fiyat söyle?..

— Dediğim gibi…

— Bu kadar yıllık hukukumuz var. Sen şimdçi kınyon mu beni? Nihat sustu.

— Ben senden memnunum. Başka vekile gitmeyem. Naz etme hele de, dediğinin yansını verem…

— Yapamam.

Veli Sayın saldınya geçti:

— Desen ya, sen de büyüdün gayrı! Bizim ödediğimizi beğenmez oldun…

Nihat saatine baktı, dokuza geliyordu. Masanın üstünde duran çantasını kavradı, ayağa kalktı:

— Kusura bakma, benim mahkemeye gitmem lâzım… Veli Sayın kolunu kaldırarak onun önünü kesti:

— Az daha otur, acele etme. Hâkimler hemen gelmez. Sen hele bir he de şu benim işe, gerisini, hakkını ödemeyi bana bırak. Ben bilirim nasıl gönlünü edeceğimi. Kırma beni…

Nihat kararlıydı:

— Diyebilsem derdim. Hem bu çıkmaz davalarla uğraştırma beni. Beni dinlersen sen de uğraşma. Kusura bakma…

Veli Sayın, kendisinden beklenilmeyen bir çeviklikle koltuğun önünde duran yemenisinin tekini ayağına geçirerek doğruldu:

— Bunun kusura bakacak yanı mı kaldı gayrı. Bundan sonra benden sana hayır gelmez diyon sen bana açık açık…

Elini cebine attı. Bozuk para kesesini çıkardı. İçtiği kahvenin parasını ödemeye kalktı.

Nihat’ın canı sıkıldı:

— Kahven ödendi Veli Dayı… Kenan tekrarladı:

— Kahve ödendi…

Kesesinin ipini tekrar dolarken ihtiyarın elleri titriyordu: — Bileydim ben senin böyle edeceğini, beni böyle karşılayacağını, ayak atmazdım yanma!.. Neyse benim de davamı alan bulunur elbet…

Kapıya doğru yürürken ekledi:

— Hoşçakal, benden yana ettiklerim helâl olsun… Uğradığı saldın öfkelendirdi Nihat’ı.

Gene de kendini tuttu.

Soğuk soğuk mırıldandı:

— Güle güle…

Veli Saym’m gölgesinin pencerenin buzlu camından hızla geçtiğini görünceye kadar kımıldamadan yerinde kaldı. Onun üzüldüğünü gören Kenan, pencereye doğru:

— Bunak! dedi, kızgınlıkla. Sonra ekledi: Aldırmayın siz onun dediklerine…

Scanned By hlecter

Urla’nm bolluk yıllanndan kalma, yapısına demirin, mermerin cömertçe harcandığı, üç katlı o güzelim hükümet konağı 1949 yılı kışında, rüzgârlı bir gece yansı çıkan, hızla gelişen bir yangınla yandı. Kimi, yangının iyice söndürülmeden çöp sepetine atılan bir cigaradan, kimi elektrik kontağından çıktığını söyledi. Dedikoduyu daha da sevenler, kasabanın ileri gelenlerinden birinin yüklü vergi borçlanndan sıynlmak için, bir odacıya para vererek yangını çıkarttığını yaydılar. Soruşturma sonunda bütün resmi yapılann yanmasında olduğu gibi, yangının suçlusu bulunamadı. Sonuç olarak eski yapı bırakıldı. Hükümet daireleri, yangında kurtanlan eşyalan, def-terleriyle kasabadaki çeşitli devlet yapılarına yerleştirildi. Adliye de bu göç sırasında kasabanın eski güzel yapılarından birinde çalışan Tekel memurluğuna taşındı. Ceza, sorgu yargıçlıklan, icra memurluğu ile mahkeme kalemine, Tekel memurluğunun giriş katında, hukuk yargıçlığı ile savcılığa da üst katında oda bulundu.

Avukat Nihat, o gün dokuz buçuğa doğru, içerde sofada gittikçe birbiri üstüne yığılan, çoğunun avukatı olduğu davacı-davalı kalabalığından kaçmış, yangından bu yana adliyenin yerleşip kaldığı Tekel memurluğunun ikinci kat balkonundan bakıyordu. Balkonun solda duvarla bitiştiği köşedeydi. Sırtını hafifçe duvara vermiş, balkonun parmaklığı üstünde tuttuğu çantasının ağırlığını, niçin, neden orada olduğunu unutmuştu. Yüreği ezilerek yazm bittiğini görüyordu ne yana baksa, hüzünleniyordu.

Yanıbaşından bir çitlembik ağacı geçiyordu göğe doğru. Bir ahınn karanlığından size bakan bir boğanın, bir aygırın gözleri gibi ışıldıyordu ağacın teni. Yaprakların koyu, ışıltılı yeşili, gövdesinin paslanmış bakıra çalan siyahlığı ile yaşam fışkınyordu ağacın her yanından. Işığı çiğneyen, yutan, hemen sindirerek yapraklarının alt yüzünde gölgeye çeviren güçlü bir hayvan gibi canlı görüyordu ağacı.

Gökyüzü açıktı alabildiğine. Evcil bir mavilikteydi. Soluk yüzlü eylül ışığı camlardan kırılır gibi düşüyordu. Durduğu yerden gözleri kamaşmadan bakabiliyordu göğe. Aşağıda bahçede akasya ağaçlan, çiçek kümeleri arasında bekleşen köylüler bahçenin birer parçası gibi duruyordu eylül ışığında. Akasyaların yapraklan arasında salkımların çanakları sararmıştı. Ağaç dipleri salkımlardan dökülen soluk çiçekler, kuru çanaklarla doluydu. Karşıda küçük bir çam korusu ile kaplı tepenin inişinden deniz gözüküyordu. Daha doğrusu bir saat uzaktaki denizden küçük bir parça. Bundan on beş gün önce bakacak olsa, seslenir, gel derdi o küçük deniz parçası. Şimdi ise suskundu. Uçucu kaçak bir anlam takınmıştı.

Bir haftadır denize girmiyordu. Bir hafta önce sabah elinde mayosunu, havlusunu sardığı paketle, denize diye evden çıkmış, dolmuşlara varmadan Cumhuriyet alanında tatilden dönen Dr. Çetin Özgen ile karşılaşmıştı. Özlemişti doktoru. Önce ayakta, sonra Park kahvesinde oturarak çeneye dalmışlar, denize gitmekten vazgeçmişti. Ertesi sabah yazıhanesinde oturup çalışmış, denize gitmeyi öğleden sonraya bırakmıştı. Öğleden sonra deniz saati gelince üşenmiş, Doktor Çetin’i bulup Park kahvesinde tavla oynamıştı. Yaz böyle biter işte! Bir gün durduğunuz yerden gözleriniz kamaşmadan bakarsınız göğe. Çitlembikler, iri ağaçlar yazın bol ışığını emer, toprağa çekerler. Akasyalar salkımlannı dökmeye başlarlar. Bir sabah denize diye evden çıkar ama gitmezsiniz. Ertesi gün denize gitmeye üşenir, bir iki gün daha geçmeden denizi büsbütün unutursunuz. Daha sıcaklann ardı kesilmeden kapalı bir gömlek giyer, kıravat takarsınız. Avukatsanız, ceketiniz, cüppeniz sırtınızda, adliyenin bir köşesinde bulursunuz kendinizi…

Karşıda, tepenin inişinden görünen o deniz parçası İzmir Kör–fezi’nin çıkışıdır. O deniz parçası gide gide İstanbul’a vanr. O maviliğin içinden duman gibi, görüntü gibi çıkıp gelen biri vardı karşısında şimdi. Bakışlannı üstüne dikmiş, onu sorguya çekiyordu:

“Ne işin var burada? Kimi bekliyorsun? Neden buradasın da, ilk gençliğinde yaşamayı düşlediğin yerlerde değil? Otuzu buldu yaşın…”

“Ne çabuk! Sahi otuzu buldum mu?”

“Buldun elbet! Ola ola bu yaşta, bir taşra avukatı olabildin işte. Az önce içerde karşılaştığın o yaşlı Reşat Bey, senden daha gençti burada işe başladığında. Bak ona, geleceğini gör…”

Yabancısı değil, kendisinden beş yaş genç Nihat’tı karşısındaki. Umut dolu, inanç dolu, dünyayı kucaklamak için kollarım açan, kucaklayıp kaldıracağını sanan Nihat! Beş yıl içinde nasıl olmuştu da bu kadar uzaklaşmıştı kendinden?

“Aldattın beni! Umutlarımı boşa çıkardın. Ne oldu senin gençlik düşlerin? ” “Birazparam olsun istanbul’a taşıyacağım yazıhanemi.”

“Nasıl olacak senin paran? Bir çift ayakkabı, bir elbiselik kumaş parasına aldığın, çantanı dolduran o sıradan davalarla mı? Hem onu da tutmasını bilmiyorsun. Şehir kulübünde, pokerde parasını almaya kıyamadığın küçük memurlara dağıtıyorsun. Cebinde kalanı da hafta sonunda İzmir ‘e inip bir gecede savuruyorsun.”

“Biraz daha sabırlı ol. Kazancım her yıl daha iyiye gidiyor. Deneylerim arttıkça kendime güvenim de artıyor.”

“Hem bakıyorum köylülerle pek içli dışlısın, iyice alışmışsınız birbirinize. Aralarından kolay kolay kopabileceğini mi sanıyorsun? “

“Ne zaman geldin sen? Ne kadardır beni gözlüyorsun? “

“Adliyenin bahçesine girişini gördüm. Bahçede sessiz duran köylüler seni görünce kımıldadılar. Gülmeye, konuşmaya başladılar. Sen gelmeden önce ağaçlar, çakıllar gibi dilsiz, devinimsizdiler. Sen de sevindin onların her birinin elini sıkarken. Dedim ya, iyice kaynaşmışsınız. O kadar rahat anlaşıyorsunuz ki, geleceğin için umutlarım büsbütün kırıldı. Unuttun beni, unuttun gençlik düşlerini, yeteneklerini…” “Hayır, unutmadım. Az daha bekle, göreceksin…” “Ben göreceğimi gördüm. Ardında oğullanan köylülerin başında neydi o adliyeye girişin? Kimbilir ne kadar övünüyorsun seni el üstünde tutmalarından? Politikaya atılsana! Çok geçmez milletvekili olursun…”

“Alayı bırak!”

“Hele o konuşmalarınız?..”

"

Yağmurlarla Topraklar (Tütün Zamanı 2) kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Yağmurlarla Topraklar (Tütün Zamanı 2) (1973)

Yağmurlarla Topraklar (Tütün Zamanı 2)

Roman
Yazar: Necati Cumalı  
İlk Basım: 1973
Yayınevi: Cumhuriyet Kitapları