Edebiyatın her alanında verdiği birbirinden başarılı ürünlerle çağdaş Türk sanatının önde gelen adlarından biri olan Necati Cumalı, “Tütün Zamanı” genel adı altında düşündüğü üçlünün ilk romanı olan “Zeliş”te çarpıcı bir aşk öyküsünü eksen alarak, tütün ekicilerinin yaşamlarını yansıtıyor. Aşkını, aile çevresini, bütün bir kasaba halkına karşı tek başına cesaretle savunan Zeliş, romanın yayımlandığı günden beri, Türk edebiyatının en sevilen kadın kahramanlarından biri oldu. 1960’ta sinemaya, 1973’te televizyona aktarılan “Zeliş”, Türkiye radyolarında da, radyo oyunu olarak birçok kez yayınlandı.


ZELİŞ
Tütün Zamanı 1

-Munis Faik Ozansoy’a-

GİRİŞ

YEDİ TEPE ÜSTÜNDE KÜÇÜK BİR ŞEHİR

İzmir Körfezi ‘nin görünüşü, haritada, üç yanını saran karalar arasına sokulmuş bir çizmeyi hatırlatır, insan sayısı on bini yeni aşan Urla ilçesi, bu çizmenin topuğu ile tabam arasında kalan oyuk içine düşer.

Beşparmak Dağları ‘nın İzmir ‘in gerisine inen kolu, doğusunda, sınırları dışında, Urla ‘nın çok uzaklarında kalır; batısında da hemen bir bu kadar uzaklardan Karaburun Dağları geçer. Bu iki dağ silsilesi arasında diklemesine uzanan tzmir Körfezi ‘nin dip kıyıları, ilçenin baştan başa kuzey sınırlarım kuşatır. Urla toprakları körfezin bu kıyısındaki kumsal düzlüklerden başlar, az önce andığımız iki dağ silsilesi arasından güneye doğru, dalgalı bir şekilde yükselip alçalarak, küçük tepeler, boyunlar üzerinden taşar, bir ara bazı yerlerde iki yüz, iki yüz elli metre yükseklikler kazandığı olur, sonra gene yükseldiği gibi yavaş yavaş alçalarak, küçük tepeler, boyunlar üzerinden, ilçenin güney sınırlarına, oradan Ege Denizi ‘ne iner.

İlçe merkezi, kıyıda küçük bir liman bırakarak denizden dört kilometre içeriye çekilmiştir. Kurtuluş Savaşı ‘ndan buyana önemim yitiren, önemini yitirdiği ölçüde de zamanla bakımsız kalıp bozulan bu küçük limanın açıklarında, Urla ‘nın İstanbul’unkilere benzetebileceğimiz takımadaları vardır. Limanın hemen batısında başlayan ağaçlık yeşil bir yarımada, bu adacıkların yanı sıra İzmir Körfezi ‘nin içlerine doğru uzanır, böylelikle ilçenin batı, kuzeybatı sınırları da bu yarımadanın arka kıyılarında, yeniden denize ulaşmış olur.

Kıyıdaki düzlükler boyunca uzanan sebze bahçeleri, otlaklar, içerilere doğru az ilerleyince yerlerini bağlara, bağlara komşu, dinlendirilerek iki yıl tütün, bir yıl tahıl ekilen bereketli tarlalara bırakır. Kıyının kuzey rüzgârlarına kapalı kıvrımlarında karşılaşılan tektüknaren-ciye bahçelerine karşılık, açıklıklarda zeytinlikler, tarlalar, bağlar arasına son derece sık dağılmış çeşitli meyveli ağaçlar görülür. Ekilebilir yerlerin sona erdiği cebel arazide önce gittikçe sıklaşan zeytinlikler, tepelere doğru, palamutluklar, çamlıklar arasında kaybolur. Kentlerin, iklim koşulları, coğrafya, fizik özellikleriyle insanları arasında yakınlıklar bulunduğu çoklukla kabul edilen bir görüştür. Bu bakımdan dikkat edilirse, Urla ‘nın coğrafya fizik özelliklerinin öbür Akdeniz şehirlerine yakınlaştığı ya da uzaklaştığı ölçüde, Urlalılarla öbür Akdeniz şehirlerinin insanları arasında da benzerlikler, ayrılıklar bulunabilir.

Örneğin Ege Denizi ‘nin daha güneyinde, Istanköy kıyılarında, dağlar dik yamaçlar halinde denize iner, ekilebilir topraklar azalır. Bu durum, bu kıyıda yaşayanları kendiliğinden denize doğru iter. Ekmeğini denizden kazanan insanla, karadan kazanan insanı, sokakta yürürlerken arkadan görseniz ayırabilirsiniz. Biri oltaya vuran bir balığı kaçırmamak, yelkenleri birdenbire altüst eden bir rüzgârı önlemek için hazır gibidir. Öbürü kazmayı daha derine indirebilmek için hız alıyormuşçasına yere kuvvetle basa basa yürür.

Doğal koşullar, üzerinde yaşayanları, Urla’da, geniş kıyıları, baştan başa ekilmeğe elverişli toprakları ile ekmeklerini kazanmak için tutacakları yolu seçmekte, denizle kara arasında özgür bırakmış gibidir. Her yeni yetişen, bu seçimde çokluk babadan kalma bir tarla yahut bir kayığın etkisine uyar. İnsan sayısına göre ekilebilir toprakların yeterliği, üstelik de bu toprakların küçük parçalar halinde dağılmış bulunması, herkesi bir dereceye kadar toprağa bağlar. Hattâ kıyı köylerinde balıkçılıkla rençperliği birleştiren köylülerle karşılaşılır.

Dağlar çok uzaklarından geçtikleri için, gözlerinin görebildiği kadar bakışlarının önü açık halk, Urla’da, o dört yanı dağlarla çevrili kentlerde duyulan boğucu kasvet duygusunun yabancısıdır. Dört yanı dağlarla kuşatılmış yerlerde dağlar, bakışlarının karşısına dikildikleri kimselerin önünü keser gibidir. Bu gibi yerler halkının günlükyaşa-yışlarında verdikleri her kararda, dağların cesaret kırıcı karışması görülür. Dağların ardı bilinmez, dağların ardı korkular, tehlikelerle dolu gelir onlara. Sonunda uysal, atılma gücünden yoksun olur, akıllarından geçeni kolay kolay açığa vurmazlar. Urla gibi, dört yanı açık şehirlerin halkı da aksine, ta çocukluklarından başlayarak denizle göğün uzaklarda bir çizgi halinde göründüğü yerden geçen gemilerin, baharda gelip güz başlarında dönen yaban ördeklerinin, turna sürülerinin, yükseklerde gide gide kaybolan bir bulutun, çağırışını duya duya büyür; kuş gibi, bulut gibi hercai huylu, özgür olur, yüreklerinde en küçük bir baskıya yer vermezler.

Kasabanın kimin tarafından, ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmiyor. Halk arasında yaygın bir söylentiye göre ilçe merkezi bir vakitler şimdi bucak olan Kilizman (eski adıyla Klazomen) iken sonradan Urla ‘ya geçmiştir.

Çok eski uygarlıklardan beri bu topraklarda kalabalık bir insan sayısının, yaşamın varlığı bazı mutlu sonuçlar doğurmuştur. Nasıl dağların dik yamaçlarına, tepelerine kadar toprağın insan eli değme-dikbir parçasını göremezsiniz, en tenha, en unutulmuş bir dağ köyünde bile hâlâ yaşayan öyle bir görgü, öyle derin bir kültürün izleriyle karşılaşırsınız ki, bu olayı, bu yerlerin zengin bir tarihe sahne olmasından başka bir sebebe dayanarak açıklamanız olanaksızdır. Bellidir ki bu yarımadada sürelerini dolduran çeşitli uygarlıklar; kavimler birbirlerine yarattıkları büyük dinlerin, mezheplerin, düşünce okullarının ürünlerini devrederek son bulmuşlar, bu yerlerin halkı da böyle bir kültürün mirasım yazısız olarak günümüze kadar ulaştırabilmiştir.

Kurtuluş Savaşı ‘na kadar insan sayısı elli bine yaklaşan bir kent-miş Urla. Halkının büyük çoğunluğu yerli Rumlardan oluşurmuş. Urla ‘nın yaşlıları, yerli Rumlarla birlikte bir arada çok iyi geçindiklerini anlatırlar. Bu yaşlılardan birine aradaki ırk, din ayrılıklarının geçimsizliklere yol açıp açmadığını soracak olursanız, “O da neden? ” der size: “Onlarda bizim gibi kendilerini Urlalı bilir, Urlalı sayardı, bizden ayırmazlardı! Herkesin kendi dini kendine! O herkesin kendi bileceği şey!”

Bu kısa, bu açık, bir iki cümle içinde beliren son derece laik, geniş bir hoşgörürlüğe dayanan görüşün sahibi, elbetteki ilkel bir toplumun adamı olamaz. Onun bazen şöyle bir örnek de gösterdiği olur: Eski hukuk dibi »nimiz, toprakla üstünde yetişen ağaçlara ayrı ayrı kimselerin sahip olabileceğini kabul ettiğinden, çoklukla bağ ya da tarla ile üstündeki zeytinlerin sahibi ayrı olur, bağın sahibinin Türk, zeytinlerin sahibinin Rum olduğu ya da bunun aksi sık sık görülürmüş. Ama böyle de olsa, ne Türkün Rumun zeytinine ne de Rumun Türkün bağına, en küçük bir zarar verdiği duyulmazmış. Arada sırada bazı aşk hikâyelerinin, bir Rum kızının bir Türkü sevmesinin, iki tarafın yakınlarının rahatını kaçırdığı olurmuş, hepsi o kadar…

Her yanım bağlar, bağların bitiminde yükselen tepeleri zeytinlikler kapladığı için, dağlarından yağ, ovalarından bal akar diye anla-tırlarmış eskiden Urla ‘yı. Öylesine zengin, öylesine bayındır bir kentmiş ki, çarşısında gezer gezer, yüzü gülmeyen kimseyle karşılaşmazmışsınız. Sokak aralarından geçerken evlerden piyano sesleri gelir, bağ yollarım sabah akşam Türkçe Rumca türküler, kitara, laterna sesleri doldururmuş. Lise karşılığı jimnazını bitiren Rum gençleri çoklukla öğrenimlerini Paris ‘te, sultanisini bitiren Türk gençleri İzmir İdadisi ‘nde tamamlarlar, sonra Urla ‘ya dönerlermiş. Dışarıya gönderdiği, dışardan getirttiği malları, araya İzmirli tüccarları katmadan, küçük limanından kendi yollar, kendi karşılar; çıkan kitaplardan tutun, giyim kuşama kadar Batı ‘daki her yeniliği, her yerden daha önce Urla ‘nın yurda soktuğu olurmuş.

Kurtuluş Savaşı ‘nın başlangıcında Yunan işgaline uğrayınca, işgal ordularının ardından birtakım serüven düşkünü, ipsiz sapsız kimseler gelmiş Urla ‘ya. Yerli Rumlar arasında o güne kadar zararsız gibi görünen bazıları da bun/ar gelince, yüz bulup bunlara uymuşlar, hep birden başlamışlar kimin tarlasında kimin bağında gözleri varsa curnal etmeye. Rumluk Türklük ayrılığı bundan sonradır çıkmış ilçe halkı arasında ortaya..Ama “Çok kişi değillerdi, sayıları parmakla gösterilirdi bu gibilerin ” diye anlatırlar Urla ‘nın yaşlıları. Hatta yerli Rumların büyük çoğunluğu açıktan açığa Venizelos ‘un sömürgeci politikasına karşıymışlar. Curnalcıların düzenlerine, iftiralarına karşılık, her zaman bizden yana tanıklık etmişler.

Fakat savaş hali bu! Kim söyler, kim dinler? O ana baba günlerinde Rumun Venizelosçu olanıyla olmayanını birbirinden ayıracak kim? Curnalcılar bütün fesatlıklarını Rum topluluğu adına, kendi çıkarlarını Rum topluluğu çıkarına yaptıklarını dolamışlar her zamanki gibi dillerine. Araya giren garazlar, kinler, zamanla topluluk adına kök/eşmiş. Afyon ‘dan izmir ‘e doğru saldırıya geçen ordularımızın utku haberleri, anavatanının öksüz kentlerinden her gün birkaçının kurtuluş ordularını karşılamak, o orduların saflarında, akşam karanlıklarında sınırdan kaçırdığı çocuklarının dönüşlerini kutlamak için yollara döküldüğü duyulunca yerli halkı birbirine katan savaş kundakçıları en son ne kötülük yapabileceklerini şaşırmışlar. Suçu günahı olmayanı, dostunu komşusunu görmüş, vedalaşmış, helallik dilemiş, Urla’dan öyle ayrılmış. Giderken beraberinde götüremeyeceği bir saksı çiçeği varsa onu da komşusuna bırakmış. Öbürleri, topçumuz Urla beleninin gerisinde mevzi alıp, işgal kuvvetlerine “Teslim ol!” işaretini verince-, ye kadar beklemişler, sonra vermişler Urla ‘yı ateşe! Önce birkaç evden başlayan ateş hemen büyümüş, bütün Rum mahallelerini sarmış, kül etmiş.

Kurtuluş Savaşı ‘ndan sonra kaçan Rumlardan kalan, yangından kurtulmuş tektük evlere, Rumeli den Anadolu ‘ya göçen, değişime bağlı Türkler yerleştirildiler. Rumlardan kalan bir kısım bağ, tarla, zeytinlik iskân hakkı olarak yahut da Rumeli ‘nde bıraktıkları mallarına karşılık, bu göçmenlere dağıtıldı. Batı Trakya ‘nın değişik bölgelerinden, değişik işler gören kimselerdi gelenler: Dramalı, Kavalalı tütüncüler, Arnavutluk’un çoban köylüleri. Manastır yakınlarının topraksa-hipleri… Zamanla bu göçmenlere yakın ilçelerden gelip Hazine ‘nin satışa çıkardığı Rum mallarını satın alarak Urla ‘yayerleşen kimseler de katıldı. Böylelikle hikâyelerini anlatacağımız insanların biraraya gelip karşılaşmaları hazırlanmış oldu.

Bu hikâyenin yazarı, bu büyük göç sırasında ailesiyle birlikte Rumeli’den Anadolu’ya göçtüğü zaman, iki yaşında bir çocuktu. Urla’da yerleştirdikleri evin penceresinden her gün, kasabasını ateşe verenlerin bıraktıkları acı anıları seyrederek büyüdü. Şehrin en zengin mahalleleri oldukları anlaşılan yangın yerlerinden, yüzyılların biriktirdiği bir servetin izlerinin, eskijimnaz binasının tek parça büyük beyaz mermer sütunlarının, kökleşmiş bir burjuvazinin kurduğu, her biri bir servete değen evlerin armalı demir kapılarının, mermer döşemelerinin sökülüp kamyon kamyon izmir’e taşındığını gördü. Yangın yerlerinde zamanla önce, duvarları dibinde bel hizasında devedikenleri fışkıran taş toprak yığınları arasında, yıllarca Rumların kaçarken gömdükleri söylenen küp küp altınları bulmak için kazmalı kürekli define arayıcıları dolaştı. Daha sonra yerli arabacılar, bu yığınlardan işeya-rıyabilecek büyüklükte taşları ayıklayıp yeni başlayan yapılara çektiler. Gitgide buraları herkesin koyununu keçisini bağladığı küçük otlaklar, çocukların lastik bir topun ardında koşuştuğu, uçurtma uçur-duğu, düzlükler halini aldı.

Urlalılar yangının zararlarını yerine koyacak güce uzun zaman kavuşamadılar. Henüz iskân davalarının sürüp gittiği, bu yüzden eski Rumların yerine gelenlerin kararlı bir üretim gücüne kavuşmadıkları bir sırada 931 buhranı ortaya çıktı. Henüz buhranın sarsıntıları devam ederken ikinci Dünya Savaşı ‘nın getirdiği güçlüklerle karşılaşıldı. Bütün bu art arda gelen afetler kasabanın görünüşünü bir hayli değiştirdi. Kıtlık yıllarına kadar bütün kırları kaplayan bağlar, yıldan yıla seyrekleşmeye başladı. Herkesin elindeki toprak, bağ olsun, tarla olsun, geçimine yetecek kadardı. Buhran, üzümü alıcısız bırakınca, bağ sahipleri, ilkin daha bir iki yıl ne yapacaklarını bilemeden bağlarını zararına işletmekte devam ettiler. Henüz ürünlerinin eski değerine kavuşacağı ümidindeydiler. Fakat yıllar geçti, durum değişmedi. Üzüm, arpadan on defa pahalıya mal olup bazı yıl arpa fiyatına, bazı yıl arpadan ucuza satıldı. Daha sonraki yıllan bir kısım bağcılar hâlâ buhranın etkisinin geçmesini beklerken bir kısmı bağlarını söküp yerine tütün, tahıl ekmeğe başladılar. Bu işe Kavalalı eski tütüncüler önayak oldu. iskân yoluyla kendilerine verilen bağları kökleyip babadan dededen gördükleri sanatlarına, tütüncülüğe döndüler. Zamanla bir kısım yerli bağcılar da, yüzyıllardır yaşattıkları bağlarını söküp tütüncülüğü öğrenmek zorunda kaldılar. Böylelikle bağlar gittikçe azaldı. Bağların yerini daha geçyeşerip daha çabuk çıplaklaşan tütün, tahıl tarlaları aldı. Eski yangın yerleri de bugün, devletin yaptırdığı küçük göçmen evleri, öbür devlet yapıları, yeni yeni henüz sıvası vurulmamış, kalfa işi, kaba, taş yapılarla doldu.

Yazar çocukluğundan başlayarak, her yıl yaz başlangıcından tütün zamanı, bağ zamanı geldi mi, bütün Urlalılar gibi, bağlara taşındıklarım hatırlar. Kasabanın kaçan sevincine, fakirliğine karşılık, o yaz aylarının kırları, her yıl biraz daha yeşilinden yitirmiş, çıplaklaşmış da olsalar anılarında taptığı canlılıkları zenginlikleriyle yaşar. Dört bir yana dağılan meyveli ağaçların sıklığı, eski bağların yerinde boy atan tütünlerin yeşili, bir dereceye kadar sökülen bağların üzüntüsünü unuttururdu. Yan yana uzanan küçük küçük tarlaların, bağların, tek gözlü damları, iki katlı bağ evleri, çardaları, yılların getirdiği güçlüklere, ümitsizliğe düşmeden karşı koyan çalışkan insanların güriiltüsüy-le dolardı. Sonraları okul tatillerinde baba evine döndükçe, ilçesinin çok sevdiği kırlarını adım adım dolaşmak, yazarın yıllarca en sevdiği eğlencesi oldu. ilçesinin yoksulluğu, garipliği gönlünü ne derece üzerse, kırlarının zenginliği, cömertliği o derece avutur, coşturıtrdu. Güneşli aydınlıklar, yeşilin her çeşidiyle dolu görünüşlerle yüklü o kırlarda dolaşmakla geçen ikindi üstlerinden sonra, içi hafiflemiş olarak eve dönüşlerini, o günlerin gecelerinin ışık dolu, dinlenmiş uykularını unutamaz.

Bir gün, bu kırlardan dönüşlerinden birinde, yaklaştığı ilçesinin, karşıdan yedi tepe üstünde kurulduğunu fark edince nasıl sevindiği, nasıl çocukça bir gurura kapıldığı aklındadır hâlâ. Akpınar Deresi ‘nin aralarından hafif bir kıvrımla geçtiği, küçük küçük, yedi tepenin üstünde kurulmuştu Urla. Derenin iki yanından bu tepelerin eteklerine, yukarılarına kadar yükselerek genişliyordu. Yazar, şimdi size yeryüzünün bütün güzel kentleri gibi, istanbul gibi, Roma gibi, ilçesinin de yedi tepe üstünde kurulmuş olduğunu söyleyerek övünürse çok görmeyin ona! Urla küçük, unutulmuş, yoksul bir ilçe olabilir! Ama yoksul unutulmuş oldukları halde güzel olan şeyler vardır dünyamızda. Üstelik, o yoksul unutulmuş şeylerin, tutkunları, onlara tutkun oldukları için mutluluk duyanlar da vardır!

BİRİNCİ BÖLÜM DİPLER

  1. BİR ÇÜRÜK URGAN..

Öğleye geliyordu, iri zeytin ağacının altında, yabani erguvan dallarından örülmüş çardağın içi loştu iyice, serindi de. Dışarıda ise bulutsuz bir temmuz göğü, öğle güneşinin yakıcı aydınlığıyla dolup taşıyordu. Rüzgâr kesilmiş, toprak, üstüne yalınayak basılamayacak kadar ısınmıştı. Bütün canlıların, bitkilerin, ağaçların gölgelerine çekilmiş evcil hayvanların, kendilerini ikindi serinliğinin çıkmasına değin, yan baygın, uykulu hareketsiz bir tembelliğe bıraktıkları saatler başlamıştı. Ovanın, ağustos böceklerine, karıncalara, çekirgelere, bir de inlerinden uğramış, kuru otların dipleri arasında hışımla dolaşan yılanlara kaldığı sanılırdı.

Zeliha çardağın kapısından çıkıp durdu. Az ileride komşu bağ ile kendi tarlaları arasından geçen yola doğru baktı. Sabahtan keçiyi o tarafa, yeni biçilmiş buğday tarlasına bağlamıştı. Keçi görünürlerde yoktu. Sağ elini gün ışığından kamaşan gözleri üzerine siper ederek tekrar bakındı. Nafile, telaşlandı. Çardağın önünden iki üç adım ilerledi. Çardağın sağını solunu arandı. Gene nafile!

Keçiyi bağladığı tarafa doğru ilerledi. Yerde, toprakta kalan buğday saplan arasından keçinin kopmuş urganını, ağaçtan yontulmuş kazığını buldu. Besbelli hayvan urganını koparmış kaçmıştı, tpin ucu elinde çardağa doğru dönüp seslendi:

— Anaaa! Ana kııız!

Çardaktan, önce küçük kardeşi, sonra da zayıf, yorgun tavırlı yaşlanmaya yüz tutmuş anası çıktı. On yaşlarında görünen kardeşi yaşına özgü bir çeviklikle Zeliha’ya doğru atıldı:

— Ne o kız Zeliş?

Zeliş, kolunu kaldınp elindeki urganı gösterdi:

Kaçmış gene meret! Koparmış ipini…

Küçük kız, kadın, bakışlarını etrafta dolaştırdılar. Keçiyi göremediler. Zeliş’e doğru yaklaştılar. Küçük şaşkın, kendi kendine mırıldandı: “Kaçmış!”

İlk fırsatta öfkelenmeye hazır ana, hırsla kollarını yana açıp baldırlarına indirdi:

— Kimbilir nerelere kırdı boynunu!

Böyle bir kere söylenmeye başladı mı kolay kolay susmazdı artık. Dövünür, önüne, aklına gelene çatar, öfkesini boşaltırdı. Önce önüne gelip duran, eli dudağında, şaşkın şaşkın etrafta keçiyi aranan küçük kızını kotundan kavrayıp yana fırlattı:

— Çekil önümden! Dolanma eteklerime! Sonra kocasma veriştirdi:

— Adam değil ki laftan anlasın! Söyledim söyledim bir urgan al-dıramadım! Kimbilir âlemden ne laflar işitiriz gene! Umurunda mı gâvurun oğlunun! Varsa yoksa kâğıt oynasın…

Küçük, evde önüne gelenin her zaman öfkesini kendisinden çıkarmasına alışıktı. Annesinin azarlamasına pek aldırmadı. Şaşkın bakışlarla etrafta keçiyi aramakta devam etti gene. Az sonra aradığını bulmakta da gecikmedi. Birden hüzünden sevince geçen çocukların canlılığıyla atıldı. Anasının koluna asıldı.

— Na kız ana! Na gördüm işte! Ta karşıda…

Anası, ablası bir onun işaret maksadıyla ileri doğru uzattığı eline, bir de elinin işaret ettiği tarafa baktılar. Hemen keçiyi göremediler. Biri bir omuzundan, öbürü öbür omuzundan kavrayıp kızı sarstılar gene.

— Hani?

Küçük omuzlarını silkerek onların ellerinden kurtuldu:

— Na işte karşıda. Topal Avni Bey’in tarlasında! Yolun üstünde…

Sarı keçi, üç tarla ötede, Topal Avni Bey’in tarlasını yoldan ayıran setin üstünde kararsız durmuş, bir tarlanın yola yakın kıyısındaki sebze bahçesine, bir de yola bakıyor, ne tarafa gideceğini henüz kes-tiremiyordu.

Kadın, keçiyi o kadar uzaklarda görünce kollarını yeniden öfkeyle baldırlarına indirdi:

— Cehenneme kırmış boynunu, boynu kırılasıca! Koşun çevirin bir zarar vermeden âleme! Laf işittirmeyin bana ellerden…

Anaları arkalarından söylenirken Zeliş’le kardeşi tarlanın kıyısındaki patikaya fırladılar, iki tarafı adam boyu sık böğürtlenler, yabanıl erguvanlar, mersinlerle kaplı patikadan Topal Avni Bey’in tarlasına doğru koşmaya başladılar.

O sırada sıcaktan alıklaşan keçi, sonunda kararını verdi. Setin üstünden ağır bir sıçrayışla kendini iki kanş aşağıdaki sebze bahçesine bırakıverdi.

Bir evleklik küçük bahçede, iki sıra mısır, iki sıra fasulye ile domates, biber, patlıcan yetiştirilmiş, bahçenin kıyılarına aynca birkaç kök ayçiçeği, hatmi dikilmişti. Bahçenin az ilerisinde bir tütün sergisi, serginin gerisinde de, büyük bir badem ağacının altında Topal Avni Bey’in yancılarının çardağı vardı.

Keçinin daha sıyırdığı bir mısır yaprağını yemesine sıra kalmadan, çardaktan Avni Bey’in yancısının küçük oğlu, onun ardından büyük oğlu, sonra iki kızı, yancısı, en sonra da biri kucağında, öbürü eteklerine asılan küçükleriyle yancının karısı telaşla fırladılar. Küçük oğlan hemen çardağın kapısı dibinden kaptığı bir kil topacını keçiye savurdu. Kamının üstüne topacı yiyen hayvan, mısırların arasında döndü. Sete doğru hafif hızlandı, ama setin üstüne atlamaya adeta üşendi, tekrar bahçeye doğru dönünce çardaktan fırlayanların etrafını ku-şattıklannı gördü. Telaşlandı. Sağa sola bir iki atıldı. Urganın, gerisinde sürüklediği, boynundan sarkan parçası, fasulye smklarına, mısula-nn köklerine dolandı. Büyük oğlan son bir atılışla ilerleyip boynunun hemen altından ipini yakaladığı sırada, hayvan birkaç kök fasulyenin sırıklarını devirmiş, bir iki kök mısın zedelemişti. Askerlik çağında görünen delikanlı keçiyi bahçeden dışan sürüklerken, Zeliş’le kardeşi soluk soluğa yetişip tarlanın kıyısında, setin üstünde durdular. Keçinin etrafını saran kalabalığı görünce ikisi de önce şaşırdılar. Bakışları keçiyi bahçeden çıkaran delikanlı ile karşılaşan Zeliş:

— Şey… diye kekeledi. Sonra elinin hareketiyle keçiyi gösterdi:

— Kaçmış da…

Delikanlının bakışlarının, solurken kalkıp inen göğüslerine takılıp kaldığını fark edince kızardı, bakışlarını önüne eğdi.

Delikanlı toparlanıp babasına döndü. Kısa bir sessizlik geçti aradan. Bahçenin etrafında toplanan çardak halkının adamın ne diyeceğini bekledikleri belliydi. Onun en küçük bir hareketiyle ağız dolusu bir komşu kavgasına girişmeye hazır görünüyorlardı.

Zeliş bahçedeki zarara bir göz attı. Pek büyütülecek gibi değildi. Bahçenin etrafında kuyu yoktu. Bahçeyi sulamak için, kendi tarlaları ile Avni Bey’in tarlası arasında iki yüz adım ötede kalan kuyunun suyundan faydalanıyor olmalıydılar. Herhalde bu küçük bahçeyi kendi sebze ihtiyaçlarını karşılamak için yetiştirmişlerdi. Bu demekti ki onların gözünde bahçenin değeri küçümsenemezdi…

Adam sebze bahçesini dolandı. Devrilen fasulye sırıklarından birini alıp doğrulturken sakin bir sesle:

— Kaçırmasanız olmaz mı kızım? dedi.

Sesinin tonunda siteminin şiddetini azaltan bir yumuşama vardı. Onun sakinliği etrafta tetikte bekleyen karısına, çocuklarına da geçti.

Zeliş cesaretlendi. Bakışlarını, gözlerini kendisine dikmiş çardak halkı üzerinde dolaştırdı:

— İpini koparmış da…

Kısa bir an karşılaştığı herkese, bakışları, ayrı ayrı şeyler söyleyen anlamlar alıyordu: Adamdan özür diliyor. Karısından, çocuklarından sıkılıyor, büyük oğlandan kendisinden yana çıkmasını bekliyordu.

Delikanlı omuzlarını silkti:

— Hayvan bu, ne bilsin?

Sesini ayarlayamamıştı. Sesindeki ayarsızlığa uyan hareketlerle, keçinin, bir ucu ayaklarının dibinde sarkan urganını topladı. Urganın uçlarını karşılıklı iki eline doladı. Kollarının dışa doğru beklenmedik bir hareketiyle urganı hızla gerip koparıverdi. Kopardığı parçayı safça bir gururla yere attı:

— Çürümüş bu urgan…

Lüzumsuz bir hareketti bu şüphesiz. Belki de aptalca bir hareketti. Ama Zcliş’in üzerindeki etkisi hiç de öyle olmadı. Delikanlının iri kemikli, güçlü ellerinin bileklerinden dirseklerine doğru gerilen kol adalelerinin, varlığını duyurmak isteyen bir dili var gibi geldi ona. Bu kuvvetli kolların Zeliş’e söylediklerini benzetmek gerekirse, delikanlının başarısı, tüylerinin zengin renkleriyle dişisinin gözünü kamaştırmak için kabaran erkek bir tavuskuşuna eşti.

Çardağın önünde kümeleşen kardeşlerinin, anasının, birbirlerini dürtüp birbirlerine sırıtmalarına bakılırsa, delikanlının bu küçük gösterisinden gurur duydukları anlaşılıyordu. Anaları kucağındaki emzikli çocuğun ağırlığıyla, arada bir beline doğru kayan kolunu, her seferinde beklenilmedik bir hareketle, çocuğu yukarı doğru sıçratarak göğsünün hizasına getiriyor, boşta kalan koluyla ise arada bir öbür küçüğün bacaklarına doladığı eteklerini açıp düzeltiyordu. Bu arada bakışlarını hiç Zeliş’ten ayırmamıştı. Söze karıştı:

— Kimin kızısın sen?

Zeliş, kadına döndü. Bakışıyla çardaklarını işaret etti:

— Kavalalı Recep”in…

Kadın kızı alıcı gözüyle bir daha baştan aşağıya süzdü. Mırıldandı:

— Demek Recep’in…

Küçük oğlunun yardımıyla, öbür fasulye sırıklarını da doğrultmakta olan adam, işini bitirip Zeliş’e döndü:

— Baskıcı Recep’in mi?

Zeliş başıyla doğruladı. Adam güldü:

— Başka baba bulamadın mı kız kendine?!.. Bu şaka herkesi güldürdü.

— Adın ne senin?

Kendine güveni artan Zeliş, delikanlıya kaçamak bir bakış attı:

— Zeliş…

— Zeliş mi?

— Zeliha ama, Zeliş derler işte…

dau. şakalarına devamla karısına döndü:

— Sebep olmayınca kul kavuşmaz derler…

Kadın gittikçe artan bir hızla, bir dikkatle, Zeliş’i inceliyordu. Kocasının sözünü ciddiye aldı:

— Elbette bunun da bir hikmeti olmalı… Adam bahçeden çıktı:

— Neyse Zeliş, sıkılma, çok bir zarar yok! Babana söyle de bir daha sefere yeni bir urgan alsın keçisine…

Oğluna dönerek ekledi:

— Cemal, ver komşuların keçisini de sıcakta beklemesinler. Cemal keçiyi Zeliş’e doğru sürükledi. Keçinin ipini setten inip

kendisine doğru yaklaşan Zeliş’e uzattı. O sırada ikisini de şaşırtan küçük bir olay geçti. Hayvan beklenilmedik bir hareketle geriye sıçradı. Ellerinden kaçacak gibi oldu. İkisi birden ipin üstüne, keçiye doğru atıldılar. Dengeleri hafif bozuldu. Sendelediler. Çardağın önündekile-ri güldüren bu durum onların beklenilmedik bir şekilde heyecanlanmalarına yol açtı. Cemal, aceleyle keçinin ipiyle birlikte Zeliş’in elini de avuçlamış bulundu. Sadece Zeliş’in elini avuçlamakla da kalmadı. Burnunun dibinde saçlarının bir tuhaf kokusunu, dirseklerinin gerisinde dik göğüslerinin kendisini şaşırtan sertliğini, diriliğini duydu, ikisi de bütün vücutlarını, sırtlarım, saçlarının dibini, baldırlarının gerisini yoklayıp, yüreklerinin hızım arttıran, sonra gene başladığı yere, ellerine dönen bir ürpermeyle sarsıldılar. Dengelerini buldukları zaman, karşılaşan bakışları, birbirlerine mahcup, ne olup ne bittiğini sorar gibiydi.

Cemal’in babası, Zeliş’in kardeşi onlara doğru ilerlediler. Keçiyi arkasından ürküttüler. Hep beraber hayvanı patikaya çıkardılar. Zeliş yanakları al al vedalaştı:

— Eksik olma amca, bana müsaade! Adam keçinin gerisine hafif bir sille indirdi:

— Selam söyle babana. Kadıovacıklı Ali Onbaşı selam söyledi de!

Zeliş’le kardeşi evet anlamına baş salladılar. Zeliş keçinin önünden, kardeşi arkadan yürüdüler.

Kadıovacıklılar oldukları yerden kımıldamadan, arkalarından bakarak, onlan uğurladılar. Birkaç adım ileride, birbiri ardınca sık, adam boyu mersin, böğürtlen kümeleri patikayı tarladan ayırıyordu. Zeliş, önündeki mersin kümesinin ardından kaybolmadan önce döndü, geride kalanlara el salladı. Tarlada kalanlar el sallayarak karşılık verdiler. O ana kadar vücudunda yürümesine karşı duran sertlik, bu küçük selamla dağıldı. Adımlan çözüldü, hafifledi. Şimdi keçinin önünde iki adımda bir sekiyor, koşmak, şarkı söylemek istiyordu.

Cemal, Zeliş’e keçiyi teslim ettiği yerden geriye dönünce, babasının, anasının, kardeşlerinin, yerlerinden ayrılmadan, gözlerini dikmiş kendisini seyrettiklerini gördü. Kısa bir zaman, hiçbir şey demeden babası, anası kardeşleriyle bakıştı. Sıkılır, şaşırır gibi oldu önce. Sonra, hem sırnnı, hem kendine güvenini hem de durumundan hoşnutluğunu açığa vuran, o yaştaki taşra delikanlılarına özgü bir gülüşle güldü. Anası, babası, kardeşleri de güldüler. Derken karşılıklı gülüşler daha arttı; ardı ardına gülüştüler. Sonunda çardağa doğru geçecekleri sırada, babası önünden geçmesini bekleyip Cemal’in sırtına okkalı bir yumruk indirdi:

— Aç gözünü kocaoğlan! Bunu kaçırayım deme… Ne zamandır Cemal ‘i başgöz etmek merakına düşen anasının kurumundan geçilmiyordu:

— Helal olsun böylesine, dedi, kızı gördüm, ne mısırlara acıdım, ne fasulyelere!

  1. ZELİŞ’İN NESİ VAR?

Sofra tahtası, çardakla, çardağın köşesinde kalan zeytinin gölgesinde kurulmuştu. Recep, sırtı çardağa dönük, çardağın koyu gölgesinde oturuyordu. Zeliş’in, anası ile kardeşinin yerleri zeytinin gölgesinde kalmıştı. Dallar, yapraklar arasından sızan incecik güneş lekeleri, üçünün de vücutlarının değişik yerlerinden dolaşıyordu.

Sofranın üstünde, ortada, büyük bir bakır sahan içinde, tarhana çorbası vardı. Dört beş baş susuz yetiştirilmiş domates, çakıyla dörde bölünmüş iki baş soğan, eski bir konserve kutusu içinde tuz, sofranın ötesine berisine dağıtılmışlardı. Ağzı çinko maşrapa ile kaplı su testisi, Zeliş’le anasının arasında duruyordu.

Recep, esmer, saçta pişirilmiş bir somun ekmeği, eliyle parçalayıp sofradakilerin önüne dağıttı. Hepsi ekmeklerini ortadaki tarhana sahanının içine doğramaya başladılar.

Anası sofraya en son oturan Zeliş’e sordu:

— Ne dediler?

O yaşta insanın hali karar tutmaz. Az önce koşmak, şarkı söylemek isteyen Zeliş değildi o şimdi. Dalgın, omuz silkti.

— Hiç!

— Nasıl hiç? Küçük kız atıldı:

— Bir şey demediler…

Kadın şaşırdı. Keçinin sebze bahçesine girdiğini uzaktan görmüştü:

— Keçi bir zarar vermemiş mi? Vermiş…

— Eee?

— Demediler işte! Ne bileyim?

— Ne zarar vermiş? Tekrar küçük kız araya girdi:

— Mısırlarını kırmış, fasulyelerini devirmiş.

Tarhana sahanının yüzü ekmek parçalarıyla dolmuş, sahan taşacak hale gelmişti. Recep sertleşti:

— Hep sofrada mı bulursunuz bu lafları be! Kesin çeneyi, bakın önünüze.

Sofradakiler çorba sahanına doğradıkları ekmeklerini, kaşıklarının tersiyle, hafif hafif, çorbanın içine batırmaya başladılar. Ana devam etti:

— Görgülü insanlar demek! Çiğ olsalar laf ederlerdi.

Recep çorbayı kaşıkladı; ağzı dolu dolu söylendi:

— Kadıovacıklının görgülüsü mü olurmuş, sen de… Kavalanın içindendi o. Kavala kentti. Köy, kasaba değildi. Bu

yüzden küçük yerlerin insanlarına karşı bir üstünlük duyardı kendinde…

Kadın susmadı:

— Sana kalsa senden başka adam yok dünyada! Ona bana kusur bulacağına, adam ol da herkes gibi bir urgan al keçine!..

Recep öfkelendi. Sesini yükseltti:

— Yeter dedim be! Yeter! Söyletme beni kaba kaba, ağzımda ekmek varken…

Zeliş havayı yumuşattı:

— Adam selam söyledi…

— Kim?

— Kadıovacıklı Ali Onbaşı…

— Ha!..

— Selam söyle dedi babana… Recep homurdandı:

— Aleykümselam…

Sofradan bir domates aldı, çakıyla dörde böldü, bir parçasını tuza batınp ağzına attı.

Sustular, bir zaman konuşmadan çorbalarını kaşıkladılar.

Kan kocanın bu karşılıklı isyanlan, her sofra, her fırsatta, sonradan hatırlanması, açıklanması güç, önemsiz bir sebeple taşar, yinelenir, karşılıklı öfkelenir, bağırıp çağırarak çatışırlar; sonra gene düşününce hatırlanması güç bir hava içinde, kendiliğinden yatışır, karı koca, bir arada yemek içmek, çalışmak, yatıp kalkmakla kısıtlı yaşayışlarını, aralarında hiç kavga geçmemiş gibi sürdürürlerdi.

Zeliş çorbadan bir iki kaşık aldıktan sonra çabuk gelen bir tokluk duydu. Kaşığı elinden sofranın üstüne kaydı. Bakışları Cemal’in avuç-laciığı eli üstüne takılı kaldı. Orada, nasırlı, kaba bir erkek elinin değmesini duyuyordu hâlâ. Kendiliğinden öbür elinin pannaklarının ucu, bu küçük, duygulu alanın üstüne gelip durdu. Parmaklarının ucuyla o garip ürpertiyi yakalamaya, anlamaya çalıştı. Garip şey, önce elinin üstünden, sonra ekmeğinin, sofranın üstünde, başını kaldırınca, zeytin ağacının üstünde, babasının yanı başında, kısacası bakışlarını her çevirdiği yerde, küçük büyük, sayısız, Cemaller görüyordu… Yanında oturan anası dürterek, onu, dalgınlığından ayırdı:

— Yesene! Zeliş silkindi:

— Ha?

— Neyin var, ne duruyorsun? Ancak toparlanabildi:

— Tıkandım! Babası söze karıştı:

— Yersen iştahın gelir, hadi başla…

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Zeliş (Tütün Zamanı 1) kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Zeliş (Tütün Zamanı 1) (1959)

Zeliş (Tütün Zamanı 1)

Roman
Yazar: Necati Cumalı  
İlk Basım: 1959
Yayınevi: Cumhuriyet Kitapları