Nermin Bezmen’den aşka âşık, küllerinden aşkla yeniden doğan kadınların romanı…
“Canım benim, zaman bize kendisinden ne kadarını bahşedecek, bilmiyorum, bilmiyoruz. Ama çok iyi bildiğim bir şey var: Ne kadar sürecekse bu zaman, seni edebileceğim kadar mutlu edeceğim, senin hayatımdaki soluğunu çekebildiğim kadar içime çekip, sesini, tenini, dokunuşlarını, öpüşlerimizi, sevişmelerimizi… sana ait ne varsa, her şeyi, son ânına kadar, ezberleyerek, zihnimin yanı sıra kâlbime, ruhuma ve tenime nakşederek, senin hakkını vererek yaşayacağım.”
Bir kadın ne zaman sevgilinin ardından tuttuğu yasın bittiğine karar verir?
Ne zaman kendini aşkın kollarına bir kez daha teslim eder?
Yeniden tutkunun kanatlarıyla uçmak, vâr olmak için…
Gönderilmeyen Aşk
Nermin Bezmen
Bu kitabımı, “AŞK”ın kendisine adıyorum…
Teşekkürler
Bizim Gizli Bahçemizden kitabımla başlayan müşterek yolculuğumuzda, ilk günden itibaren, candan ilgi ve desteğini benden esirgemeyen, başta Gülgün Çarkoğlu olmak üzere, kitaplarımın sahneye çıkmasında ve okurlarımla buluşmasında emeği geçen tüm Doğan Kitap yayın ekibine; Deniz Yüce Başarır, Ayşegül Kirpiksiz, Özlem Yaşarlar, Tuba Ay, Gökçesu Tamer ve Geray Gençer’e;
Gönderilmeyen Aşk sebebiyle tanıştığım editörüm sevgili Handan Akdemir’e ve redaktörüm sevgili Sevim Erdoğan’a, özellikle kelimelerin şapkalarını sahiplenişim konusundaki takıntımı sabırla iknaya çalışarak ve inatçı olduklarıma da anlayış göstererek verdikleri titiz emek ve göz nuru için;
Beni, acımda, mutluluğumda gönülden sevgileriyle destekleyen güzel okurlarıma;
Canım çocuklarım, Pamira, Pamir Cazım ve Ariella’ya, kitabımın yazım süresince, nice çetrefil işin yükünü omuzlarımdan alıp beni duygu ve düş dünyamla baş başa bıraktıkları, bana hayatı kolaylaştırdıkları ve tüm seçimlerimde destek oldukları için, yürek dolusu teşekkürler.
Mistik Bir Karşılaşma
Daha giderken dönüşü özlemişti, hayatında ilk defa… ve şimdi evindeydi yine.
Ama valizleri, sokak kapısının iç tarafında, eve dönmüş gibi değil de daha yeni yolculuğa çıkacakmış gibi duruyorlardı nedense. Sanki kendi elleri, ayakları olsa, kapıyı açıp gideceklerdi. Belki de dönmeye hazır değillerdi, kim bilir?
Sevdiğinin, merdivenlerdeki ayak sesiyle düşüncelerinden sıyrılıp salona doğru hızlı adımlarla ilerledi.
“Karıcığım! Hoş geldin canım!” dedi sevdiği, kollarını açarak hasretle.
Yüzünde mutlu, kocaman bir gülümsemeyle o da açtı kollarını, kocasına doğru ilerlerken. Sarıldılar sıcacık. Fakat nedense hiçbir şey söyleyemedi. Aklına tek bir kelime gelmedi, bu kadar gün süren ayrılıktan sonra. Hem de, bunca yıllık evliliklerinde, ilk kez kocasını bırakıp bir yolculuğa yalnız çıkmıştı. Onu ne kadar özlemişti. Ama dili tutulmuş gibiydi. Kullanmakta marifetli olduğu yüzlerce güzel, hoş kelime de, aynen valizleri gibi, sanki daha yolculuklarını tamamlayıp dönmemişlerdi geriye. Hiçbiri çıkmadı dudaklarından. Onun yerine, öptü sevdiğini. Uzun uzun, söyleyemediği kelimelerin yerine, özlemini anlatmak ister gibi, onun dudaklarında iz bırakarak öptü. Kendini geri çektiğinde, şaşkındı hafiften sevdiği.
“Sen başka türlü öpüyorsun artık” diye fısıldadı, sanki yeni bir kadınla tanışıyormuş gibi bakarak gözlerine.
“Çok özledim seni. Onun için” diye fısıldadı, hafif mahcup.
“Yok” dedi sevdiği, kendisini geri çekerek. Sonra durgun, hüzünlü bir ifadeyle onun saçlarını okşadı, parmaklarını daldırıp. Tekrar derin derin baktı yüzüne, yanıtını aradığı bir kocaman soru gözlerinde, çok belli.
“Bu özlem değil” dedi.
“Başka ne olabilir ki?” diye sorarken gülümsemeye çalıştı kocasına.
“Kızgınlık bu. Buram buram kızgınlık kokuyor öpüşün.”
Kâlbi kırılmıştı. Yine yola çıkmak istercesine kapıda duran valizlerine bakarak, zihninden dudaklarına dökülmeyen yüzlerce güzel, munis kelimenin kendisine ihanetine şaşkın, ne diyeceğini düşündü.
“Hâlbuki sen, öpüştüğümüz o ilk günden beri, seni en güzel benim öptüğümü söylerdin.”
Gözlerine yaş inmişti. Bunca sene sonra duydukları çok ağır gelmişti, sevdiğinden.
İşin garibi, kocası da kırgın bakıyordu, parmakları hâlâ onun saçlarını, yüzünü şefkatle okşarken.
“Değişmişsin sen. Bir şeyler olmuş” dedi kocası, gözlerinde bir bilmece.
“Ne olabilir ki?” derken sesi titredi, alacağı cevaptan endişeyle. Kâlbinin daha fazla kırılmasını istemiyordu.
“Hoyratlık gelmiş sana.”
“Hoyratlık?”
“Evet. Seni hiç böyle hoyrat bilmezdim; hoyrat ve hırçın. Sanki çok acı çekmiş de, öpüşünle intikam alır gibisin.”
Gözyaşlarını zor tutuyordu. Sevdiği bilmiyor muydu ne kadar acı çektiğini sanki? Bunca yaşanandan sonra nasıl böyle hiç haberi yokmuş gibi konuşurdu? Üstelik bütün acının sebebi kendisiyken.
“Nedenini söylemek ister misin bana?”
İnanamıyordu. Bir de nedenini soruyordu, bunca sene kendisini bu kadar iyi tanıdığını zannettiği erkek. Söyledi düşündüklerini, saklayamadı.
“Nasıl sorarsın bunu?” dedi. “Bana yaşattığın acıyı bilmiyor musun? Hiç mi farkında olmadın bunca ay?”
Sevdiği şefkatle kucakladı onu, dudaklarını saçlarının arasında dolaştırdı sevgiyle.
“Biliyorum canım…” diye fısıldadı kulağına. “Biliyorum. Yine de bu hoyratlık sebebi olmamalıydı senin için. Bana fark etmez artık, ama başkalarını kaçıracaksın hayatından.”
Başını teslimiyetle kocasının omuzuna bıraktı, gözünde yaşlarla.
“Belki de kaçırmak istiyorum” diye mırıldandı, kapının dibindeki valizlerine bakarken.
Kocası, onun alnını öpüp sırtını okşadı.
“Böyle deme. Bu sen değilsin. Başka biri konuşuyor şu an senin içinde.”
“İçimdeki her ses bana ait değil mi ki?”
“Hayır, bu sana ait değil. Bu hoyratlık, bu intikamla öpüş, bu sertlik sana ait değil. Seni bunca senedir ezberledim ben sevgilim. İnan bana, bu sen değilsin. Sen en sert dokunuşu kadifeye çeviren kadın… hayır… hayır canım inanamam… bu sen değilsin.”
Kocası, kollarını ayırmadan başını hafifçe ondan geriye çekti. Uzun uzun onun gözlerine baktı.
“Acaba erken mi döndün geriye? Belki biraz daha uzaklarda kalmaya ihtiyacın vardı.”
Kocasının sorusunu düşündü.
“Tam aksine” dedi, “içimde büyük bir sevinç, heyecan ve beklentiyle döndüm.”
“O beklentin neydi, bilemiyorum. Ama bu hoyratlığın, inan, çok ürkütücü.”
Cümlesini noktalayınca onu elinden tutup bara götürdü.
“Gel, sana bir şey vereyim, içecek. Biraz rahatlaman lâzım. Ne içerdin?”
Kocasına cevap vermeden önce, az evvel konuştuklarını sindirmek ister gibi, gözlerini kapadı.
“Çay yahut kahve?”
Ne alâka? Gözlerini açtı. Hostes, yüzünde bir gülümsemeyle servis masasının arkasından eğilmiş, uçak inmeden önceki son ikramı yapıyordu. Rüyasının garip duygusundan silkindi, yerinde doğruldu. Kulaklığını indirip, mahmur gözlerle gülümsedi.
“Çay lütfen.”
Çayını alırken, yanındaki koltukta, kahvesini içmekte olan kadına hayretle baktı. Uçak kalktığından beri, saatlerdir yanı boştu halbuki. Ne zaman dolmuştu, hiç fark etmemişti. Göz göze geldiler. Kendisine gülümseyen yabancı kadına bakarken şaşkınlığı arttı, ister istemez dudaklarına bir tebessüm yayıldı. Sanki aynaya bakıyor gibiydi. Ellilerinde, sıhhatli, dinç, zarif yapılı, açık kumral uzun saçlı, koyu mavi gözlü, şık seyahat giyimli kadın, onun ikizi gibiydi. Gözlerinin pırıltıları, hâtta kulaklarındaki tek inciden oluşan sade küpeleri bile aynıydı. Ama esas garip olanı, onun gözbebeklerinde de sanki bir perdenin ardında görünmeyen yaşlar saklanmıştı.
“Günaydın” dedi kadın, yumuşacık, huzurlu bir sesle. “Sizi rahatsız etmiyorum inşallah. Uyuduğunuz için, izin alamadım yanınıza oturmak üzere.”
“Lütfen” dedi, sanki aynada kendi aksiyle konuşuyormuş gibi garip bir his duyarak, “hiçbir mahsuru yok.”
“Yanımda devamlı ağlayan bir bebek vardı. Ne okumak ne uyumak mümkündü. Bir tek burası boşmuş. Hostes yer gösterdi. Kusura bakmayın.”
“Cidden” dedi, kadının pırıltılı yüzünden etkilenerek, “hiç problem değil.”
Yabancı kadın, sağ elini kahve fincanından çekip ona uzattı.
“Ben Anberin” dedi, ismini şiir gibi telaffuz ederek.
Bu kadarı da fazlaydı. Bir rüyadan çıkmış, bir başka rüyaya girmişti sanki. Elini kadına uzatmadan evvel, diğer elinin üzerine bir çimdik attı, küçücük, hissettirmeden. Evet, kesinlikle rüya değildi bu. Kadın gerçekti. Ama hayretinin sebebini anlatmadan önce, kendini tanıştırması gerekiyordu. Gülümsedi, anlatacaklarının şaşkınlığı önce kendisini sarmış bir halde elini uzattı.
“Memnun oldum. Ben de Anber.”
Gülmeye başladılar. İçinde gizli yaşlarla pırıldayan gözleri kısılana kadar güldüler.
“Bu çok garip” dedi Anberin, “şaka gibi.”
“Siz daha esas şaka gibi kısmını bilmiyorsunuz” diye başını iki yana sallayarak gülmeye devam etti Anber. Sonra ekledi: “Benzerliğimizin siz de farkında mısınız? Yoksa bu benim hüsnü kuruntum mu?”
“Olmaz olur muyum? Hostes yanınızdaki yeri gösterdiğinde, başınız pencereye doğru uyumanıza rağmen, hayretler içinde sizi izledim uzun zaman. Kendimi seyreder gibi bir duygu. Kim bilir, belki bilmediğimiz bir akrabalığımız vardır.”
“Bu kadar büyük bir benzerlik ve bu kadar gizli kalmış bir akrabalık, ancak anne veya babalarımızın bir yaramazlığıyla açıklanabilir. Ve benimkilerin durumunda bu imkânsız. İkisi de birbirinin hayatlarının aşkıydı çünkü.”
“Benimkiler de öyle.”
“O zaman, belki sadece köklerimizin geldiği yerler…”
“Benim durumumda biraz kuzey iklimleri karışmış işe” diye güldü Anberin.
“Bende de.”
“Daha ne işte? Bu açıklıyor durumu.”
“O zaman az bile benziyoruz demek ki. Peki, isimlerimize ne demeli? Aynı anne baba koymuş sanki.”
Güldüler keyifle. İkisinin de zihninde, anne ve babalarıyla ilgili o yaramazlık sorusu belirdi yine, ama seslendirmeden birbirlerine sorarak baktılar. Sonra aynı anda “olamaz” anlamında başlarını iki yana sallayıp güldüler.
“Evet” dedi Anberin. “Fazla sorgulamadan, bu güzel benzerliğin tadını çıkaralım bence. İtiraf etmeliyim ki, benim için hiç de şikâyet edilecek bir benzeşme değil bu.”
Anber, az önce gördüğü rüyanın ağırlığını unutmuştu bile.
“Benim için de” diye katıldı ona; hâlâ baktığı yüzün kendisine ait olmadığına inanamayarak.
Sonra gözü, Anberin’in ayağının altındaki bilgisayar çantasına takıldı.
“İş seyahatinden mi?” diye sordu, çayını eline alırken.
Anberin’in gözleri puslandı birden. Pencereden dışarıya uzandı bakışları kısa bir an. O kısacık anda uzak ve uzun zamanları görmüş gibi bakıp, tekrar Anber’e döndü gözleri. Yaşlar, gözbebeklerinin ardından pırıldadılar.
“Hayır” diye mırıldandı, “farklı bir yolculuk… Kendimi bulmaya çıktığım bir yolculuk…”
Anber, bir kez daha hayretle baktı yeni tanışına. Onun, cümlesini yavaşça tamamlamasını bekledi.
“Kocamı kaybettim bir sene önce…”
Acıları da bu kadar benzeşebilir miydi?
“Başınız sağ olsun” diye mırıldandı Anber. “Ben de, henüz dört ay üç hafta önce kaybettim eşimi.”
Anberin, elini uzatıp onun koluna sevecenlikle dokundu.
“Ah… Çok üzüldüm. Sizin de başınız sağ olsun.”
Sonra oturduğu yerden, Anber’e doğru hafifçe yan dönerek devam etti:
“… Bir senedir dünyayı dolaşıyorum. Onunla yaptığımız yolculukları tek başıma, onsuz yapmak istedim bir kez de.”
“Demek bitirdiniz yolculuğunuz?”
“Yok, hayır. İstanbul’dan sonra Amerika’ya geri döneceğim. Kocamla aşkımızın başladığı yeri, İstanbul’u en sona bıraktım.”
“Amerika’da yaşıyorsunuz o zaman?”
“Evet, öyle sayılır, son on senedir New York’a yerleşmiştik. Soho’da küçük bir resim galerim var.”
“Ne kadar güzel. Ben New York’a âşığım. Ama İstanbul… O bir tutku. Bir gün hayatımı bu iki şehir arasında paylaştırarak yaşamak isterim doğrusu.”
“İstiyorsanız olur.”
Gülümsedi Anber.
“Evet, ben de inanırım, çok istenilen şeylerin gerçekleştiğine.”
Anberin, onun sehpasında duran bilgisayara bakarken sordu:
“Peki siz? Sizinki iş seyahati miydi?”
Anber, uyumadan önce kapattığı Asus’unun üzerinde gezdirdi parmaklarını, sevdiği bir dosta dokunur gibi.
“Hayır” dedi, “kızıma ziyarete gittim. Aslında ben de sizin yaptığınız gibi, uzun bir yolculuk düşünüyordum. Eşimle gitmiş olduğumuz her yere uğrayarak, her paylaştığımızı bir kez de yalnız yaşamayı öğretecektim kendime.”
“Vaz mı geçtiniz?”
“Yok, hayır, vazgeçmedim. Sadece zamanlamam değişti. Bu defaki, kısa bir kaçış yolculuğuydu. Diğerini, sanırım, geç sonbaharda yapacağım yine.”
“Kaçtığınız yere dönüş demek şu anki yolculuğunuz?”
Anber, onun gözlerinde, aynı şeyi daha önce yaşamış olduğuna dair yol çizgileri görür gibi oldu. Anberin, gerçekten merak ettiği belli, sordu:
“Kaçtığınız şey ardınızdan sizi kovaladı mı peki?”
“Yok, hayır. Kovalayan falan olmadı” derken küçük bir gülüş attı Anber.
“Kovalamadıysa, o zaman burada sizi bekliyor demektir.”
Anber, ikizi gibi olan kadının, kelimelerin arasına sakladığı anlamları çok eğlenceli bulmuştu. Gülerken, “Hiç sanmam” dedi, cevabından emin.
Anberin yine ciddileşmişti. “Kendinizi nasıl oyaladınız? Yani acınızla başa çıkma kavgasında?” diye sordu.
“En iyi yaptığım şeyi yaptım. Yazdım.”
Anberin keyifle kıpırdandı yerinde.
“Demek yazarsınız! Ne kadar güzel. Ben de resim yapıyorum ama yazarlığa imrenmişimdir hep. Ne var ki, sadece iyi bir okur olmaktan başka bir ilişkim yok kitaplarla. Sizi tanımamış olmaktan da büyük bir eziklik duyuyorum şimdi. Çok utandım…”
“Lütfen… Her okur her yazarı tanımak zorunda değil ki…”
“Bana tavsiye edeceğiniz ilk kitabınız hangisi olabilir? Derhal alıp okumaya başlayacağım.”
Anber yutkundu. Şimdi söyleyecekleri, karşısındakine ne kadar gerçekçi gelecekti, bilemiyordu. Kendisi bile söyleyeceklerine inanamıyordu ki.
“Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Az önce demiştim ya, henüz, esas şaka gibi kısmını bilmiyorsunuz diye…”
Anberin, mavi gözlerinde merak pırıltıları, iyice dönüp, dikkatle ona baktı.
“Evet?”
“Gerçi, bütün bu yaşadığımız garip, ama şimdi söyleyeceklerim işi daha da garip yapıyor.”
“Söyleyin lütfen. Meraklandırıyorsunuz beni.”
“Kitaplarımdan birindeki kahramanıma Anberin ismini vermiştim.”
Anberin’in gözleri ilk kez bu kadar hayretle açılmıştı.
“Şaka mı ediyorsunuz?” dedi.
“Size söyledim, şaka gibi, ama değil. Gerçekten…”
“Peki, anlatın lütfen. Nasıl bir kadındı bu Anberin? Neler yapıyordu?”
“Anberin çok hoş, zarif, sevgi dolu, yumuşacık ama aynı zamanda çok kuvvetli, mücadeleci bir kadın. Çalışıyor. Hobi olarak resim ve yoga yapıyor, at biniyor. Müziğe âşık, özellikle klasik müziğe. Ama, en çok da kocasına ve çocuklarına âşık. Hayat dolu, enerjik, eğlenceli ve sofistike. Ve telepati duyusu çok kuvvetli.”
“Yaşayan biriymiş gibi söz ediyorsunuz ondan.”
“Benim için yaşıyor. Bir kez hayat verdim mi, ben ölümünü yazana dek, bütün kahramanlarım yaşar benim için. Kaldı ki, öldükten sonra bile yaşıyorlar, okur için. Yazar, öldüğünde dahi, kahramanları yaşamaya devam ediyor.”
“Kaç yaşlarında sizin Anberin? Kocası nasıl biri?”
“Roman bittiğinde henüz otuz beşindeydi. Kendisinden birkaç yaş büyük, yakışıklı, ona çılgın gibi âşık, sanayici bir kocası vardı. Kızı ve oğlu henüz buluğ çağındaydılar. Ama devamını yazmaya fırsatım olmadı… olamadı. Araya ölüm girince başka bir kitap yazdırdı bana…”
Birden durgunlaştı. “…Acılı ruh halimi, acıyla mücadelemi yansıtacak bir kitap…”
Anberin elini uzatıp nazikçe, Amber’in elinin üzerine koydu, teselli etmek ister gibi.
“Çok üzgünüm.”
Anber acı bir gülüşle mırıldandı:
“Bu benzerliğimiz de garip değil mi?”
“Biliyor musunuz, ben artık ikimiz arasındaki hiçbir benzeşmeyi garipsemiyorum. Son anda uçakta yanınıza oturuşum bile sanki bizi bir araya getirmek isteyen bir gücün işareti gibi geliyor bana…”
Uçağın inişe geçtiği anonsuyla sohbetleri kesildi. Tepsilerini kapayıp koltuklarını dikleştirdiler, kemerlerini bağladılar.
“Bakın ne diyeceğim” dedi Anber, “neden yol yorgunluğunu attıktan sonra bana ziyarete gelmiyorsunuz. Balkonda birer kadeh içki içer, konuşuruz. Hem de size imzalı kitabımı veririm, benim Anberinimi anlatan kitabı…”
“Çok memnun olurum.”
“Nerede kalıyorsunuz? Sizi aldırabilirim de.”
“Hiç zahmet etmeyin. Biraz otel, biraz akrabalar arasında geçireceğim İstanbul zamanlarımı. Bana telefon numaranızı, adresinizi verseniz kâfi. Yarın sizi ararım, buluşuruz.”
Pencereden dışarıya gözü kaydı Anberin’in.
“Hâlâ ne kadar güzel bu şehir” dedi, hasret çektiği belli.
“Özlüyorsunuz değil mi?” diye sordu Anber.
“Hem de nasıl.”
“Çok iyi anlıyorum. Ben, burada yaşadığım halde özlüyorum bu şehri, bazen beni çok üzmesine rağmen.”
“Aşk gibi, değil mi?”
Gülümsedi Anber.
“Evet, aynen… Aynen aşk gibi…”
Az sonra, Yeşilköy’de uçaktan inmiş, pasaport kuyruğunda ilerlerken, ikiz kardeşler gibi görünüyorlardı. Kıyafetleri de bir diğeriyle kombine olabilecek kadar uyumluydu. Arada birbirlerine bakıp bu benzerlikten duydukları garip yakınlık duygusuna gülümseyerek, pasaport kuyruğunda ilerlediler.
Altı numaralı valiz bölümünde beklemeye başladılar. İlk başta Anber’in valizleri geldi. Anberin ona elini uzattı.
“Çok memnun oldum” dedi. “Yarın sizi muhakkak arayacağım.”
“Sizi bekleyeyim. Yolda sizi bırakır, öyle devam ederim.”
“Hiç zahmet etmeyin.”
“Zahmet olmaz katiyen.”
“Lütfen. Siz çıkın. Ben biraz da duty free’de oyalanacağım. Nasılsa görüşeceğiz.”
“Emin misiniz?”
“Sizi buldum bir kere, bırakmam, merak etmeyin, arayacağım, söz.”
Anber, onun elini sıkmakla yetinemedi. Kendine yansıması kadar benzeyen kadın o kadar eski bir tanıdık gibiydi ki, öpüşerek vedalaştı.
Çıkış kapısına ilerlerken garip bir duyguyla sarılmıştı. Sanki bilmediği bir yarısını bulmuş ve tekrar ardında bırakmıştı. Durdu, geriye döndü. New York uçağının valizleri konveyörden düşmeye devam ediyordu. Gözleri Anberin’i aradı. Göremedi. Duty free girişine doğru bakındı. Anberin sırra kadem basmıştı.
la luna – as one
Güneş çoktan batmış, akşamın geceye yolculuğu başlamıştı. Göğün, henüz ışık istemeyen, kendine ait gri-mavi bir aydınlığı vardı. Arılar, o puslu aydınlığa aldanmış olmalılardı ki hâlâ ham maltaeriklerinin üzerinde vızıldanıp duruyorlardı. Birden, uzaklardan bir yerden, sadece kendilerinin duyduğu bir çağrı almış gibi, grup halinde, vızıldayarak eriklerden son bir kez usare emdiler ve uçup gittiler.
Şimdi, gerçek gece başlamış olmalıydı. Bu zamanı en iyi arılar bilirdi; mum yakma zamanını.
Anber, verandada, bacaklarını uzatmış oturduğu sedirde kıpırdandı. Bilgisayarını dizlerinden indirdi. Antik iki sütun başının taşıdığı cam sehpanın üzerindeki kibriti alıp yaktı. Masadaki kandilleri tutuşturdu. Geceye yayılan yumuşak ışığa dalgın bakarken kibriti üfledi; alevin içinde sadece kendisinin gördüğü bir şeylerin de sönmesine kıyamıyormuş gibi usulca.
Başını içeriye, salona doğru çevirdi. Sabah uçakta gördüğü rüyayı düşündü. Yerinden kalktı. Kocasını rüyasında en son gördüğü yere, bara ilerledi. Kendisine bir kadeh viski doldurdu. Raftan Fahir Atakoğlu’nun CD’lerinden birini çekti. la luna – as one geldi eline. “la luna” kulaklarını okşamaya başladı.
Sevdiği müziği, saatlerle, günlerle tekrar tekrar dinleyebilirdi. Bıkmak bir yana, satırlarındaki bir ruh halini tetikliyorsa müzik, yazdığı bir bölüm, bazen bölümler bitene kadar, günler boyu, tek bir besteyi dinlediği dahi olurdu.
Balkonda sedirin yumuşak yastıklarına gömülüp, bilgisayarını tekrar dizlerine yerleştirdi. Viskisinden bir yudum aldı. Gözleri, alacayla puslanmaya başlayan Boğaz’ın karşı tepelerinin üzerinde dolandı. Ay, oldukça geç çıkacak olmalıydı bu gece. Ama bekleyecek ve yükselişini bir kez daha, ezberler gibi, sindirerek seyredecekti. Boğaz’da ışıl ışıl süzülen gezi teknelerini izlerken, içlerinde beraber gezinen hayatları düşündü. Acaba insanlar yaşadıkları yolculuğun tadını hakkıyla çıkarıyorlar mıydı? Yoksa kuru kuru, tekneyle beraber salınıyorlar mıydı?
Kendi yolculuklarını düşündü. Zihninden yıldırım hızıyla, denizler, yollar, ülkeler, oteller geçti. İçinde olduğu yolculuğu düşündü, her daim ruhunda yaşadığı yolculuğu. Duygularını alıp götüren, yeni duygular getiren yolları, yolculukları yüreğinde seyretti uzun uzun.
Atakoğlu’nun “Hayatın İçinden” bestesi, hayatın ciddiye alınan hüznüne, arada bir küçük, alaylı öpücükler kondurur gibiydi. Dudaklarına bir tebessüm yayıldı. Keşke, kendisine şu anki hislerini söyleyebilseydi. Acaba bestelerken neler düşünmüştü, bilmek isterdi. Bir gün karşılaştıklarında soracaktı.
Fadia el Hage’nin sesinden “Yelil” başladığı an, dudaklarındaki tebessüm söndü. İçinde hüzünden başka bir şey duyamadı. Hâtta herhangi bir hüzün değildi duyduğu. Uzun bir bekleyişi, hasreti hissettirdi ona. Hiç görülemeyecek, varılamayacak, kavuşulamayacak bir beklentiye duyulan hüznü taşıyordu beste. Şu an içinde taşıdıklarıyla çok örtüşüyordu.
Birden, içindeki hüzne önce özlem katıldı, sonra deli gibi yürek çarpıntısı duydu. Müthiş bir sevinç hissi yüreğindeki özlemin elini tuttu. Fahir Atakoğlu’nun müziği, ruhuna bambaşka duygulardan göndermeler yapıyordu. Yazmak, deli gibi yazmak istedi.
Bilgisayarının ekranına çevirdi bakışlarını. İki ayrı pencerede, iki ayrı kadın, kendi yarım kalmış hikâyelerinin içinden ona el uzatmışlar, sesleniyorlardı sanki.
“Haydi, buluştur artık bizi. Bir yolunu bulup bir araya getir. Yazarımızsın, ancak sen başarırsın bu işi.”
İkisi de hüzünlü, ikisi de yalnız yolculuklarını anlatan kadınları nasıl bir kurguyla bir araya getireceğini düşünüp duruyordu son kırk sekiz saattir. Toplam dört saat uyumuştu. Her iki kadının da hayatları çok yoğun duygularla örtülüydü ve bu yoğunluk romanı çok ağırlaştırıyordu. Biraz kahramanları, biraz da kendisi için, bu ağırlıktan sıyrılmanın bir yolunu arıyordu aslında. Yoksa sıradan bir anlatımla da, pekâlâ her iki kadın da okurdan kabul görürdü. Hayatlarının, anlatacaklarının çeşnisi, macerası yeterdi ilgiyi odakta tutmaya. Ama içine sinmiyordu, herhangi birinin de düşünüp yazabileceğini yazmak. Kendisinin de olağan bulduğu bir şeyi yazmak istemiyordu. Kendini de, okurunu da şaşırtmak istiyordu… şaşırtmak… Bunu daha evvelki üç romanında yapmıştı… yine aynı çıkış noktasına, sihirli bir duyguya ihtiyacı vardı, aradığı çözümün şifresini yakalamak için…
“As One”ın huzura davet eden başlangıcıyla derin bir soluk aldı. Başını arkasına dayayıp gökyüzüne baktı. Bıraktı gözlerini, maviden lâciverde dönen derinliğin içinde bakabildiği kadar uzaklara baksınlar diye. Daldırdı gözbebeklerini olabildiğince derinliğe. Romanı için ihtiyacı olan şifreyi sonsuzluktan bir yerden bekler gibiydi.
Birden! Birden, “As One”ın darbuka ritmiyle zihninde şimşekler çaktı, gözleri gökyüzünün bütün lâciverdini içine almış halde tekrar ekrana döndü. Yüreği kanatlanmış, dudaklarının ucuna kadar gelmişti sanki.
“Teşekkür ederim. Tanrım! Teşekkürler ederim” diye mırıldandı sevinçle. Öyle duygu yüklenmişti ki, gözüne yaş gelmişti. Avuçlarını birbirine sürttü, parmaklarını birbirine kenetledi, dudaklarına götürüp öptü, görünmeyen birine teşekkür öpücüğü gönderir gibi.
İşte! Aradığı şifre buydu. Hınzırlık kokusu dolaştı burun kanatlarında, gülümsedi kocaman.
“Teşekkürler Fahir Atakoğlu, sana da teşekkürler!” diye mırıldandı. Evet, bu hınzırlık hafifletecekti kadınlarının ağırlığını, yazmayı tatlı bir oyuna çevirecekti. Okuruna bilmeceler yaratacak, eğlendirecekti çözmek telâşında.
Yanı başındaki kâğıt tomarına uzandı. Darbukanın ritmi öylesine taşıyordu ki yeni kurgusunu, artık akustik gitarın da Fadia el Hage’nin de seslerindeki hüzün onu yeniden melankoliye sokamıyordu. Darbukanın sürükleyip getirerek zihnine bıraktığı hınzırlığı, kurgusunda nasıl pekiştireceğini süratle not almaya başladı.
Yazarken, yüreği çırpın çırpın, zihninin kanatları omuz başlarında pır pır, ateşinin yükseldiğini hissetti. Midesinde kelebekler uçuşuyordu. Yüreği öyle yoğun dolmuştu ki, aşk hissediyordu yeniden. İşte bu da aşktı. Yaratmak, arayış içinde, daha evvel yapmadığını, yapılmayanı yakalamak mutluluğu da aşktı… Ve bu, sadece başlangıçtı. Şimdi önünde harika bir yolculuk başlamak üzereydi. Kahramanlarını, kurgusunun teknesine bindirecek ve aylar sürecek bir yolculuğa çıkaracaktı. Üç kadın, beraber çok eğleneceklerdi, emindi.
Bütün bir roman zihninin içinde yazılmış, sayfa sayfa kendini okutuyordu. Mümkün olsa, şu andan itibaren, hiç uyumadan yazıp bitirmek istiyordu romanını. Şöyle, zihnindekileri ışınlayıp ânında kitaba çevirip ciltleyecek bir sistem olsa, roman yarın raflarda olurdu ne güzel. Ama o zaman da işin esas tatlı, heyecan ve doyum veren kısmını kaçırırdı; yolculuğunu…
Aşk kırmızısının ucu görünmüştü, Göksu Tepesi’nin ardında. Mehtap çıkıyordu bu gecenin yolculuğuna. Ne çok yolculuğa gebeydi gece…
Gönderilmeyen Aşk kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.
Gönderilmeyen Aşk (2010)
Roman
Yazar: Nermin Bezmen
İlk Basım: 2010
Yayınevi: Doğan Kitap
İnce Kapak Sayfa Sayısı: 376 Baskı Yılı: 2010 Dili: Türkçe Yayınevi: Doğan Kitap