Bir Bilim Adamının Romanı, Oğuz Atay‘ın İTÜ İnşaat Fakültesi’nden hocası olan Prof. Dr. Mustafa İnan’ın yaşam öyküsünü anlattığı romanıdır. Kitap İletişim Yayınları‘ndan çıkmıştır ve 270 sayfadan oluşmaktadır.

Romanın ilk bölümünde Mustafa İnan’ın çocukluğundan, mezuniyetine kadar gelişen olaylar aktarılır. Mustafa İnan, 1911 yılında Adana’da bir posta memurunun oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Dünya Savaşı yıllarına denk gelen çocukluğu boyunca Anadolu’nun zorluklarla dolu engellerinden başarıyla çıkmıştır, öğrencilik hayatında oldukça başarılı bir öğrenci olmuştur.

İkinci bölümde idealist bir akademisyen olarak, üretken ve başarılı bilimsel faaliyetlerde bulunan bir aydın olarak yaşadığı süreç aktarılır. Eşi Jale Hanım ile nasıl tanıştığı ve evliliği hakkında bilgiler de yer alır. Mustafa İnan, bilime karşı büyük bir tutku beslemiş, sadece mühendislik değil edebiyattan, felsefeye kadar birçok ilmi ve düşünsel alanlarla ilgilenmiştir. Yahya Kemal’in sohbetlerinin sıkı takipçisidir. Maddiyata önem vermeyen sadece bilime çaba harcamayı üstün değer sayan İnan, kendisine sunulan her türlü siyasi ve parasal işleri reddetmiştir. Eğitimciliğine ve bilimine önem vermeye devam eder.

Tüm idealist bilim adamları gibi yoğun çalışma temposu içerisinde beden sağlığını ihmal eden İnan, 1967 yılında lösemi hastalığından ötürü hayatını kaybetmiştir. Kendisinin eğitime ve ilme karşı derin tutkusu onu hastalığına rağmen öğrencilerinden ayrı kalmama çabasına sürüklemiştir.

Oğuz Atay, derin sevgi ve saygı beslediği hocası Mustafa İnan’ın idealist kişiliğinin tüm ilme merak duyan ülke gençlerine saygın bir bilim adamı portresi olarak, Bir Bilim Adamının Romanı’nı yazmıştır. (kaynak: vikipedi)

Türkiyede pek benimsenmemiş bir dalda, biyografik roman türünde Oğuz Atayın kendine özgü üslubu ve kurgusuyla, kendi hocası da olan Prof. Mustafa İnanı anlatışı. Atayın hedefi, bir halk çocuğunun uluslararsı ün sahibi bir bilim adamı oluşunun zorlu macerasını sergilemek. Bunun yanısıra, Oğuz Atayın toplumsal eleştiri kalıplarını zorlayışını da izliyoruz. Elinizdeki kitapta, Prof. Mustafa İnanın hayatından kesitler veren bir de fotoğraf albümü yeralıyor.


Mustafa İnan en beğendiğim, güvendiğim ve sevdiğim arkadaşımdı 1967 yazında öldü O’nun ardından çok saydığım bir fizikçimiz olan Cavit Erginsoy genç denebilecek bir yaşta öldu O sıralarda Kazancakis’ın Zorba‘sında anlattığı ve bir bakıma ölenle ölünmez deyimimizle özetlenebilecek bir kişilik kavramının etkisi altındaydım ve kendimi o kişiliğe göre programlamaya çalışıyordum Bu ölümler gerek bende, gerekse içinde bulunduğum çevrede derin acılar yarattı Bu acıları sözünü ettiğim kendi kendimi programlama çabaları ile bağdaştırmaya uğraştığım sırada, hatırladığıma göre Erdal İnönü’nün, Mustafa İnan ve Cavit Erginsoy’un yaşam öykülerini TÜBİTAK’ın desteği ile romanlaştırarak yayınlat ma önerisi ile karşılaştım. Bu öneriye sözünü ettiğim programlanma çerçevesinde şu görüşle katıldım:

Benimsediğim temel bir doğal yasaya göre, doğadaki bireyler karşılıklı etkileşmelerinde kendi iç örgütlenmelerini korumak yönünde güçlü bir direniş içindedirler Bu arada insanlar da bu direniş öğesi ile mutluluklarını sınırsızlık, ölümsüzlük duygularında ararlar. Maddesel anlamda ölümsüz olabileceklerine kendilerini inandıramadıkları için de kimileri çocuklarına kendilerinin devamı gözü ile bakmak, kimileri de toplumda bırakacaklarını umdukları anılarla bir ölümsüzlük ve mutluluk duygusuna bir bakıma erişebilirler. Gerek Mustafa İnan’ın, gerekse Cavit Erginsoy’un yaşamları sırasında bu ikinci tür mutluluklara erişebildiklerini sanıyorum. Diğer taraftan toplumlarda gerek maddesel gerekse yukarda sözünü ettiğim anlamdaki mutlulukların yaygınlaşmasında, bırakacakları anılar umudu ile mutlu olabilen bilim adamlarının temel katkıları aşikârdır kanısındayım Buna göre böyle kişilerin iç mücadelelerinin yayınlanması o umutların boşa çıkmayacağını göstermek ve bir sonraki nesillere o iç mücadelenin neler olabileceklerine örnek vermek bakımından çok yararlı olabileceği görüşündeydim. Köşe dönme hissinin çok yaygın olduğu bu günlerde daha da ısrarla aynı görüşteyim.

Toplumumuzun bilimsel düzeyini yükseltmek ve gelecek nesillere de mutluluklarını bilimsel anılar bırakmakta arayan insanlarımızın çoğalmasını sağlamak, TÜBİTAK’ın başlıca yasal görevi idi. O zamanki TÜBİTAK bilim kurulu Erdal İnönü’nün bu önerisini benimsedi.

Ancak aradan yıllar geçtiği halde anlatmaya çalıştığım bu hususları bir yaşam romanında canlandıracak bir yazar bulunamadı Bu işi üstlenecek yazarın bilimsel coşku hakkında en azından bir sezgiye sahip olması gerekiyordu. Nihayet Mustafa İnan’ın bir öğrencisi olan ve dolayısı ile Mustafa İnan’ın bilim sahasında bir eğitimden geçmiş olan Oğuz Atay bu işi kabullendi. Kendisine toplum koşullarımızın, Mustafa İnan’ın iç örgütüne yansımalarının oluşturduğu gerilimleri çoğu kez yenmekle beraber, bazen de doğal olarak yenik düşebildiğini ve duyduğunu sandığım mutluluk ve acılarını anladığım ve becerebildiğim kadarı ile ilettim.

Mustafa İnan’ın doğuştan olacak doğrudan doğruya algılanamayan şeyleri sezebilme hususunda olağanüstü bir hafızası vardı Bunların ötesinde de mükemmel bir insandı Oğuz Atay, Mustafa İnan’ı başkalarından da dinledi ve sonuç, bu elinizdeki yaşam öyküsü oldu Şunu da itiraf etmeliyim ki, bu sonucun düşlediğim sonuca tam tamına uyduğunu sanmıyorum. Ama ne yapalım ki hayallerimiz hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmiyor. Yine ne yapalım ki, Tutunamayanlar’ın yazarı da hepimiz gibi yukarda sözünü ettiğim mutluluklara erişebilen bir insan olarak, toplum koşullarına arada bir yenik düşmüştür. Onu bunun için çok sevdim.

CAHİT ARF

Bilim Hizmet Ödülü

Uzun boylu, esmer ve ürkek bakışlı genç bir adam, üniversitenin büyük kapısı önünde durdu; ilkyazın sıcak günlerinden biriydi. Yakasını gevşeten bu kılıksız gencin, büyük kapının gerisindeki serinliğe sığınmak islediğini sezen ve çatık kaşlarıyla koyu renk elbisesinden görevli olduğu anlaşılan biri yolu kapadı: “Nereye hemşerim?” Nereden hemşeri oluyoruz?’ diye düşündü esmer genç. ‘Hemşeri olsak yolumu keser miydin? Fen Fakültesi,” dedi; sonra, sanki hangi şehirde olduğunu unutmuş gibi, “Ankara Fen Fakültesi,” diye tekrarladı. “Evet burası, ne olmuş?” Delikanlı buruşuk yakasını ceketinin içine soktu: Giriş sınavı gibi bir söz mırıldandı, başını kaldırıp baktı. Kapıyı tutan koyu renkli engel, yetkili kolunu yana uzattı: Orada, küçük demir kapı. Ve hemen genç adamı unuttu.

Listelerin başı kalabalıktı, karanlık koridorda hafifçe itişen insanların arasına karışmak istemedi; biraz yürüdü, bir köşeyi döndü, yaylı bir kapıyı ilip geçti omzuyla, gürültüden ve kazanılan puanlar üzerine yürütülen tahminlerden, sayılardan ve virgüllerden uzaklaştı. Koridorların bittiği bir yerde, güneş gören camlı bir çıkıntıda, tütünleri hep ceketinin dibine dökülen ucuz sigarasını içti. sonra yeni bir koridor buldu aynı sessizlikte. Bir süre sonra da geri dönmek istediği zaman yolunu bulamadı. Gene kaybolduk diye öfkelendi: “Ne olacak taşralıyız işte. Büyük kapıdaki ‘hemşerim’ bile gözlerimden anladı bunu.” Kapılardaki yazılara baktı: sarı madenler üzerinde profesörler. Çok uzak ve düşünülmesi zor bir gelecek. Henüz kapalı kapıları vuracak kadar cesaretli değildi. Yürüdü geçti. Sonunda camlı ve aydınlık bir kapı; sıcak güneşin altında buldu gene kendini. Koca binanın çevresini dolaşıp küçük demir kapıyı arayacaktı yeniden. “Virgüllü duvarların peşinden ayrılmamalı: üç yüz elliyi geçtik mi ne?” Yakında bir bina daha vardı. Kapısı kalabalık. Çok sayıda yetkili. Puvarı derdinden uzak oldukları yüzlerinden belli kimseler giriyorlar içeri. İnsanlar kapılardan taşıyor. “Kalabalık görünce kılığın düzgünse yaklaşacaksın, içeri girebilirsin.” İlk engeli aştı kalabalıktan yararlanarak. Başını uzattı, içeri bakmaya çalıştı. “Ne oluyor orada?” Orta boylu, gözlüklü, yaşlıca bir adamı yana itti galiba. Kibar bir adam olmalı ki, kendisine omuz vurulmamış da sanki bir soru sorulmuş gibi açıkladı: “Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunun ödülleri dağıtılıyor.” Delikanlı duyduğu sesten yana çevirdi başını.

“Bu sözlerimden bir şey anlamadınız galiba.” Anlamadık. Başını salladı. “Tören yapılıyor.” O kadarını anladık. Gözlerini yere dikti, tören için parlatılmış döşemenin üstünde eski ve tozlu ayakkabılarını gördü. Orta yaşlı adam güldü: “Zarar yok; ceket ve kravat yeter.” Sonra hemen sözü değiştirdi: “Ama tören için gelmedin buraya, değil mi?” Genç adam başını kaldırdı: koyu renk giyinmiş olmakla birlikte bu ihtiyar, bir yetkiliye hiç benzemiyordu; gene de “Giriş imtihanı,” dedi, sustu. “Sonuçları öğrendin mi?” Delikanlı eliyle bir hareket yaptı; bilim koridorlarında nasıl kaybolduğunu anlatacaktı galiba. Sonra vazgeçti, başını salladı: “Ne yapacağıma karar vermedim daha.” Orta yaşlı adam gülümsedi: “Belki de memleketinde bir dükkân filan açmayı düşünüyorsun.” Hayır canım, öyle değildi: yani demek istiyordu ki, hangi fakülteye girmeli? Hangisi daha iyi? Gözlüklü adam güldü. “Yani hangisi daha kazançlı? Öyle mi? Bence bu dükkân fikri…” Sözlerine devam edemedi; genç adamla ve kalabalığın bir kısmıyla birlikte koyu renk görevliler tarafından biraz kenara itildi. Kapıdaki kalabalık dalgalandı; ceketinin yakasını düzeltirken, “Cumhurbaşkanı geliyor,” diye mırıldandı orta yaşlı adam; “bilim ödüllerini dağıtacak.” Kaşlarını çattı: “Ne zaman bilim desem, bu sözü hiç duymamış gibi bakıyorsun bana.’’ Kapının önündeki sıkışıklık yüzünden çabuk samimî olmuşlardı galiba: birbirlerine bakıp güldüler. Yaşlıca adam, “Ama görüyorsun bilim, büyük insanları bile ayağına getiriyor.”

Delikanlı ilk olarak biraz cesaretle konuştu: “Siz de bu bilimin içindesiniz galiba.” “Olabilir,’ dedi orta yaşlı adam; “üstelik gözlüklerim de var, sanki törene çağrılmışım gibi koyu renk de giyinmişim. Ne dersin, dört yüz puvanı filan geçersen, bu asık suratlı bilim ailesine sen de katılmak ister misin?” Genç adam küçük kasabasını, kerpiç evini, çevresini, yaşadığı bölgeyi ve bütün kültürünü bir anda açığa vuran bir sesle, “Böyle şeyleri biz nerden bilek?” dedi. “Tamam!” diye atıldı gözlüklü ‘bilim’ adamı; “Mustafa İnan da tıpkı bu sesle, bu şiveyle konuşurdu; ama bundan utanırmış gibi görünmezdi.” Esmer delikanlı şivesinden utandığını gizlemek için elini yüzüne götürdü, alnını kaplayan sık saçlarım karıştırdı: “Kim bu Mustafa İnan?”

‘Bilim adamı’ ciddileşti: “Bugün bilim ödülü alacak işte. Mustafa İnan’ın hemşerisi olduğunu yeni öğrenen genç biraz heyecanlanmıştı: “Demek onu tanıyorsunuz.”

"

Bir Bilim Adamının Romanı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Bir Bilim Adamının Romanı