Parlak ve yetenekli yazar Benjamin Sachs, karlı bir kış günü bir yol kenarında, hazırlamaya çalıştığı bombanın patlamasıyla paramparça olur. Yakın dostu Peter Aaron, Benjamin’in umulmadık ölümünü araştırırken onunla ilgili akıl almaz bilgiler edinir. Olayı soruşturan yetkililer kendilerince bir “gerçek” uydurmadan, Benjamin’in ölümünün ardındaki gerçeği ortaya çıkarmaya çalışır. Benjamin, bir gizli örgüt üyesi midir? Neden bir başkasının kimliğine bürünmüştür?

Leviathan, günümüzün en yaratıcı yazarlarından Paul Auster’ın başyapıtlarından. Kendi tarzını her romanında biraz daha yetkinleştiren Auster, gözüpek bir polisiye öyküyü yazınsal bir ustalıkla anlatırken, günlük yaşama beklenmedik bir biçimde giriveren şiddeti, kıvrak bir dil ve şaşırtıcı bir kurguyla sorguluyor. Leviathan, okurlarını derinden etkileyen bir dostluk ve ihanet romanı.


PAUL AUSTER
LEVIATHAN
ROMAN
1993 MÉDICIS ÉTRANGER ÖDÜLÜ

1

Altı gün önce, Wisconsin’in kuzeyindeki bir yol kenarında, adamın biri kendini havaya uçurdu. Hiç tanık yoktu, ama anlaşıldığı kadarıyla, yapmakta olduğu bomba kazayla patladığı sırada, adam yola park ettiği arabasının hemen yanındaki çayırda oturuyordu. Adli tıp raporuna göre, adam anında öldü. Gövdesi paramparça oldu ve patlamanın olduğu yerden on beş metre uzakta bile et parçaları bulundu. Bugüne (4 Temmuz 1990) kadar adamın kim olduğunu bilen çıkmadı. Yerel polis ve Alkol, Tütün, Ateşli Silahlar Şubesi’nin ajanları ile birlikte çalışan FBI, araştırmaya yedi yaşındaki mavi Dodge’a bakarak başladı; ama çok geçmeden arabanın çalıntı olduğu –12 Haziran’da Joliet’deki bir otoparktan güpegündüz çalındığı– anlaşıldı. Mucizevi bir biçimde patlamadan pek zarar görmemiş olan cüzdanı karıştırdıklarında da aynı sonuçla karşılaştılar. Polisler cüzdanı açınca bir ipuçları hazinesi bulduklarını sandılar –ehliyet, sosyal sigorta numarası, kredi kartları–, ne var ki, bu belgelerle ilgili bilgileri bilgisayara yükledikleri zaman, hepsinin ya sahte ya da çalıntı olduğu ortaya çıktı. Bir sonraki aşama, parmak izlerinin kontrolü olacaktı, ancak adamın elleri bombayla parçalandığından, parmak izi de kalmamıştı. Arabadan da hayır yoktu. Dodge, kömürleşmiş çelik ve erimiş plastikten oluşan bir enkaz durumundaydı; polisin tüm çabalarına karşın arabada tek bir parmak izi bulunamadı. Adamın ağzında diş kalmışsa, belki bu polise biraz yardımcı olur; ama bu da epey zaman alır, hemen hemen birkaç ay sürer. Sonunda mutlak bir şeyler yakıştıracaklardır, ama parçalanmış kurbanın kimliğini saptayıncaya kadar yapabilecekleri hiçbir şey yok.

Bence ne kadar uzun sürerse o kadar iyi. Anlatmak zorunda olduğum öykü oldukça karmaşık ve eğer polis bir sonuca ulaşmadan bitiremezsem, yazacağım sözcüklerin hiç anlamı kalmaz. İş ortaya çıkınca bin türlü yalan uydurulacak, çirkin saptırmalar gazetelerde, dergilerde çarşaf çarşaf yazılacak ve bir insanın saygınlığı göz açıp kapayana kadar yok edilecek. Yaptığını savunuyor değilim, ama o artık kendini savunacak durumda olmadığına göre, en azından onun kim olduğunu ve Wisconsin’in kuzeyindeki o yolun kıyısına nelerden geçerek geldiğinin gerçek öyküsünü aktarabilirim. O yüzden elimi çabuk tutmak zorundayım; zamanı geldiğinde hazırlıklı olmalıyım. Olur da işin sırrı çözülemezse, yazdıklarımı kendime saklarım, kimsenin bir şey bilmesine gerek olmaz. Olabilecek en iyi sonuç bu; tarafların tek söz söylemediği mutlak bir suskunluk. Ama buna bel bağlayamam. Yapmam gerekeni yapabilmek için, polisin sonuca yaklaştığını, onun kimliğini er geç bulacaklarını varsaymalıyım. Hem de yazacaklarımı bitirinceye kadar geçecek süre içinde değil, her an, şu andan başlayarak her an çözüme ulaşabileceklerini düşünmeliyim.

Patlamanın ertesi günü, ajanslar kısa bir haber geçtiler. Hani şu gazetedeki yazıların arasına sıkıştırıverilen, iki paragraflık, hiçbir şey anlatmayan haberlerden biri, ama o gün öğle yemeğimi yerken The New York Times’da gözüme ilişiverdi. Ve aklıma ilk gelen Benjamin Sachs oldu. Haberde, söz edilen kişinin o olduğunu belirten hiçbir şey yoktu, yine her şey yerli yerine oturuyor gibiydi. Neredeyse bir yıldır görüşmemiştik, ancak son konuşmamızda anlattıkları, başının iyice belada olduğuna, bir karanlık, belirsiz felakete koştuğuna inanmam için yeterliydi. Ne demek istediğimi anlatamadıysam, bombalardan söz ettiğini, sözü döndürüp dolaştırıp bombalara getirdiğini de açıklamalıyım. O günü izleyen on bir ay boyunca içimde hep bu korkuyla –onun kendini öldüreceği, bir gün gazeteyi açıp arkadaşımın kendini havaya uçurduğunu okuyacağım korkusuyla– yaşadım. Başlangıçta bu ürkütücü bir sezgiden, saçma bir önseziden öte değildi; ama bir kez aklıma düşünce bir daha kurtulamadım ondan. Haberi okuduktan iki gün sonra, iki FBI görevlisi evime geldi. Kim olduklarını söyledikleri anda, düşündüklerimde haklı olduğumu anladım. Kendini havaya uçuran adam Sachs’dı. En ufak kuşkuya yer yoktu. Sachs ölmüştü ve şu anda ona yapabileceğim tek iyilik, öldüğünü kimseye söylememekti.

Haberi okuduğum zaman keşke görmeseydim demiştim, ama iyi ki görmüşüm. Böylece, en azından şoku atlatmam için birkaç gün kazanmış oldum. FBI memurları soru sormaya geldiklerinde hazırlıklıydım, bu da kendimi tutmama yardımcı oldu. İzimi bulmalarının kırk sekiz saat almış olmasına da alınmadım. Sachs’ın cüzdanından çıkanlar arasında, adımın başharfleri ile telefon numaramın yazılı olduğu bir kâğıt parçası da varmış. Bunun üzerine beni aramaya başlamışlar. Ama aksiliğe bakın ki, o numara New York’taki evimin numarası ve ben de on gündür ailemle birlikte yazı geçirmek üzere Vermont’da kiraladığımız evdeyim. Burada olduğumu keşfedinceye kadar kim bilir kaç kişiyle konuştular. Bu arada, oturduğumuz evin Sachs’ın eski karısının evi olduğunu söyleyeyim de, öykünün ne kadar karışık ve karmaşık olduğunu iyice anlayın.

Polislere hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapmaya, açık vermemeye çalıştım. Gazetedeki haberi okumadım, dedim. Bombalar, çalıntı arabalar, Wisconsin’deki köy yolları ile ilgili bir şey bilmiyorum, dedim. Yazar olduğumu, ekmeğimi kazanmak için roman yazdığımı, isterlerse araştırabileceklerini – ama bunun soruşturmalarına bir yarar sağlamayacağını, yalnızca zaman yitirmiş olacaklarını söyledim. Belki de öyledir, peki, ama ya ölünün cüzdanından çıkan kâğıda ne buyrulur, dediler. Beni herhangi bir şeyle suçlamıyorlardı, ancak adamın telefon numaramı üzerinde taşıması, aramızda bir ilişki olduğunu gösteriyordu. Bunu kabul etmeliydim, değil mi? Evet, tabii, ama böyle bir olasılık ille de gerçek olduğu anlamına gelmezdi. Birinin telefon numaramı edinmesi için binbir olasılık vardı. Dünyanın dört yanında dostlarım vardı, içlerinden biri numaramı tanımadığım birine vermiş olabilirdi, o da başka birine. Polisler olabilir tabii, dediler, ama insan tanımadığı birinin numarasını ne diye üzerinde taşısındı ki? Yazar olduğum için, dedim. Ya, öyle mi dediler, peki yazar olmanız ne fark eder? Çünkü kitaplarım yayımlanıyor, dedim. İnsanlar da onları okuyor ve ben o insanların kim olduğunu hiç bilmiyorum. Hiç bilmeden, yabancıların yaşamlarına giriyorum ve kitabım ellerinde olduğu sürece benim ağzımdan çıkanlar onlar için tek gerçek oluyor. Bu normaldir, kitap okurken öyle olur, dediler. Evet öyledir, dedim, ama kimi zaman kafadan çatlaklar da çıkar. Kitabınızı okurlar, kitaptaki bir söz içlerine işler. Birdenbire sizin kendilerine ait olduğunuza, dünyadaki tek dostlarının siz olduğunuza inanıverirler. Ne demek istediğimi açıklamak için de hepsi gerçek olan, hepsi başımdan geçmiş örnekler verdim. Dengesiz mektuplar, sabahın üçünde edilen telefonlar, imzasız tehditler. Daha geçen yıl, diye sözümü sürdürdüm, anladım ki adamın biri kendini benim yerime koymuş – benim adıma mektuplara yanıt veriyor, kitapçılara girip kitaplarımı imzalıyor, yaşamımın kıyılarında uğursuz bir gölge gibi dolanıyor. Kitap gizemli bir nesnedir, dedim, bir kez dünyada dolaşmaya başladı mı, her şey olabilir. Her türlü belaya yol açabilir ve bu durumda sizin elinizden hiçbir şey gelmez. İyi de olsa, kötü de olsa, ipler artık sizin elinizde değildir.

Olaydan hiç habersiz olduğuma inanıp inanmadıklarını bilmiyorum. İnanmadıklarını sanıyorum, ama inanmasalar bile bu strateji bana biraz zaman kazandırdı. Daha önce hiç FBI ajanlarıyla konuşmadığımı düşünecek olursak, sorgulama sırasındaki tutumum hiç de fena sayılmaz gibi geliyor. Serinkanlıydım, naziktim, hem yardımcı olmaya çalışıyormuş, hem de şaşkınlık içindeymiş gibi davranmayı becerdim. Bu kadarı bile benim için başarıdır. Genellikle insanları aldatmayı beceremem, yıllardır uğraşmama karşın kimsecikleri kandıramadım. Önceki gün bu konuda başarılı olmuşsam, bunda FBI memurlarının da payı vardı. Bu konuşmalarıyla da değil, görüntüleriyle, rollerine tam uyum sağlayan kılıklarıyla yaptılar; en ufak ayrıntıya kadar, kafamdaki FBI memuru tipine uyuyorlardı – açık renk yazlık takımlar, kalın köseleli pabuçlar, yıka-ütülemeden giy türünden gömlekler, geniş çerçeveli güneş gözlükleri. Bunlar olmazsa olmaz güneş gözlükleriydi ve bir yapaylık getiriyordu. Sanki bunları takanlar birer aktörmüş, ucuz bir filmde ufak bir rol oynayan figüranlarmış gibi oluyordu. Bütün bunlar beni tuhaf bir biçimde rahatlattı; şimdi düşünüyorum da, bu gerçek değilmiş görüntüsünün işime yaradığını anlıyorum. Bu, kendimi de bir aktör gibi görmemi sağladı ve bir başkası olduğum için onları aldatmaya, en ufak vicdan azabı duymadan yalan söylemeye hak kazandım.

Ancak, onlar da aptal değillerdi. Biri kırklarında, öteki çok daha gençti, belki yirmi beş yirmi altı; ama ikisinin de gözlerinde beni her an tetikte tutan bir bakış vardı. Bu bakışın ne olduğunu tam olarak anlatabilmem zor; ürkütücü olan, galiba boş bakmaları, içlerinden geçeni ele vermemeleri ve aynı anda hem her şeyi görüyormuş, hem de hiçbir şeyi görmüyormuş gibi olmalarıydı. Bu bakışlardan öylesine anlam çıkmıyordu ki, adamların ne düşündüklerini hiç kestiremedim. Gözleri, gereğinden fazla sabırlı, kayıtsızlığa bürünmekte gereğinden fazla ustaydı; buna karşın alabildiğine uyanık, sizi tedirgin etmek, ağzınızdan kaçanları ve dil sürçmelerinizi fark ettirmek, sizi sindirmek üzere eğitilmişçesine uyanık bakışlardı. Adları Worthy ve Harris idi, ama hangisi hangisiydi unuttum. Fiziksel yönden, insanı rahatsız edecek kadar, sanki aynı kişinin gençliği ve yaşlılığıymışçasına birbirlerinin kopyasıydılar: Uzun, ama fazla uzun değil; irikıyım, ama fazla irikıyım değil; sarı saçlar, mavi gözler, tırnakları tertemiz büyük eller. Gerçi konuşma tarzları farklıydı; ama bu ilk izlenimden kesin sonuçlar çıkarmaya kalkışmıyorum. Bildiğim tek şey, sıralarını beklemeleri, gerektiğinde rolü birbirlerine aktarmaları. İki gün önce bana geldiklerinde, genç olanı sert adamı oynuyordu. Soruları katı ve kestirmeydi, işini çok ciddiye alıyormuş gibiydi; örneğin hiç gülümsemiyor, zaman zaman küstah ve sinir bozucu bir resmiyet içinde konuşuyordu. Yaşlı olanı daha yumuşak, daha dostça davranıyor, konuşmayı doğal bir hava içinde sürdürmeye niyetli görünüyordu. Hiç kuşkusuz bu yüzden de çok daha tehlikeliydi, yine de onunla konuşmanın pek tatsız olmadığını itiraf etmeliyim. Kitaplarımla ilgili olarak aldığım manyak tepkileri anlatmaya başladığım zaman, bu konunun onu ilgilendirdiğini gördüm ve beklediğimden daha uzun süre anlatmama izin verdi. Beni yokluyor olmalıydı, konuşturarak nasıl biri olduğumu, kafamın nasıl çalıştığını kestirecekti, birinin benim kimliğimi kullandığından söz ettiğimde, bunu bir soruşturma konusu yapmayı bile önerdi. Belki bu da bir oyundu, ama pek sanmıyorum. Bu öneriyi reddettiğimi söylemeye gerek yok, fakat koşullar farklı olsaydı yardım önerisini geri çevirmeden önce bir kez daha düşünürdüm. Bu konu uzun zamandır canımı sıkıyor ve işin aslını öğrenmek istiyorum.

Ajan, “Ben pek roman okumam,” dedi. “Hiç zaman bulamıyorum.”

“Öyle, çoğu kişi roman okumaya zaman bulamaz,” dedim.

“Romanlarınız iyi olmalı. İyi olmasaydı, sizinle bu kadar uğraşmazlardı.”

“Belki de kötü oldukları için uğraşıyorlardır. Bu günlerde herkes edebiyat eleştirmeni kesildi. Okuduğun kitabı beğenmediysen, gider yazarı tehdit edersin. Bunun da kendine göre bir mantığı var. Herif senin canını sıkan bir şey yazmışsa, bunu ona ödetirsin.”

Memur, “Niye uğraştıklarını anlamak için, oturup kitaplarınızdan birini okumam gerek herhalde,” dedi. “Umarım aldırmazsınız.”

“Tabii aldırmam. Okunsunlar diye kitapçılarda duruyorlar.”

Böylece ziyaret tuhaf bir biçimde bitti. FBI memuru kitaplarımın adlarını yazıp gitti. Adamın neyin peşinde olduğunu hâlâ kestiremiyorum. Belki kitaplarda bir ipucu yakalayacağını sanıyordur, belki de benimle işinin henüz bitmediğini, yeniden geleceğini ima etmek için böyle yaptı. Ne de olsa, ellerindeki tek ipucu benim ve eğer yalan söylediğimi düşünüyorlarsa beni kolay kolay unutmayacaklardır. Bunun dışında ne düşündükleri hakkında en ufak bir fikrim yok. Bana terörist gözüyle bakacaklarını pek sanmam; ancak bunu terörist olmadığımı kendim bildiğim için söylüyorum. Oysa onlar bilmiyorlar ve pekâlâ bu fikri geliştirip geçen hafta Winconsin’de patlayan bomba ile aramda bir ilinti kurmaya çalışabilirler. Bunu yapmasalar bile, uzun süre benimle ilgilenecekleri bir gerçek. Sorular soracaklar, yaşantımı didik didik edecekler, kimlerle arkadaşlık ettiğimi öğrenecekler ve önünde sonunda Sachs’ın adı ortaya çıkacak. Bir başka deyişle, ben burada Vermont’da bu öyküyü yazmaya çalışırken, onlar da kendi öykülerini yazacaklar. Bu benim öyküm olacak ve öyküyü tamamladıklarında, beni benim kadar tanıyor olacaklar.

Karımla kızım, FBI memurları gittikten yaklaşık iki saat sonra eve döndüler. Sabah erkenden arkadaşlarına gitmişlerdi ve Harris ile Worthy geldikleri zaman evde olmadıklarına seviniyordum. Karımla hemen hemen her şeyi paylaşırız, ama bu olanları ona anlatmam gerektiğini sanmıyorum. Iris, Sachs’ı çok severdi, ama ben onun için birinci plandayım ve eğer Sachs yüzünden FBI ajanlarıyla başımın derde gireceğini anlarsa, beni durdurmak için yapmayacağı yoktur. Şu anda da bu riski göze alamam. Doğruyu yaptığıma sonunda onu inandırabilsem bile bu çok zaman alır, oysa benim böyle bir lükse ayıracak zamanım yok, her dakikamı üstlendiğim işe vermek zorundayım. Üstelik, Iris dediğimi kabul etse bile kendi kendini yiyecektir, bunun da bir yararı olmaz. Nasıl olsa sonunda gerçeği öğrenecek; zamanı gelince her şey gün ışığına çıkacak. Onu aldatmak istemiyorum, yalnızca olabildiğince uzun süre üzüntüden uzak tutmak istiyorum. Bunun da çok zor olacağını sanmıyorum. Nasıl olsa buraya yazmaya geldim ve Iris, küçük atölyeme kapanıp çalıştığımı sanırsa, bundan ne çıkar? Yeni romanım üzerinde çalıştığımı düşünecek ve nasıl canla başla çalıştığımı, saatlerce yazdıktan sonra ne kadar çok yol aldığımı görünce sevinecektir. Iris de denklemin bir parçası ve o mutlu olmazsa yazmaya başlama cesaretini bulacağımı sanmıyorum.

Bu, burada geçirdiğimiz ikinci yaz. Eskiden, Sachs ile karısı her temmuz ve ağustosta buraya geldikleri zaman, arada bir beni de çağırırlardı, ama bunlar kısa süreliydi, üç dört geceden fazla kaldığım pek enderdi. Dokuz yıl önce Iris ile evlendikten sonra da birkaç kez geldik, hatta bir seferinde Fanny ve Ben’e evin dışını boyamaya yardım ettik. Fanny’nin ailesi, bu evi Büyük Ekonomik Bunalım sırasında, bunun gibi çiftliklerin beş paraya satıldığı dönemde almış. Elli dönümden büyük arazi üzerinde, bahçesinde göleti olan bir evdi ve her ne kadar bakımsızsa da içi ferah ve havadardı. Bir iki ufak onarımla yaşanabilecek duruma gelirdi. Goodmanler New York’ta öğretmenlik yapıyorlardı ve burayı aldıktan sonra elden geçirmeye paraları yetmedi. Bu yüzden de ev hep o ilkel, yalın görünümünü korudu: demir karyolalar, mutfaktaki şiş karınlı soba, çatlak tavanlar ve duvarlar, griye boyalı döşeme tahtaları. Bütün bu yıpranmışlığın ve bakımsızlığın içinde yine de ayakta duran bir şey vardı ve burada yaşayanlar rahat ederdi. Benim için evin en çekici yanı, uzaklığı. Ev, en yakın köye dört millik bir patikayla bağlanan bir tepenin üzerinde. Kış burada herhalde çok sert geçer, ama yazları her yan yemyeşildir, çevrenizde kuşlar cıvıldaşır, çayırlar sayısız kırçiçeğiyle örtülür: kuzukulağı, kırmızı yonca, katırtırnağı, düğünçiçeği, yabankaranfili. Evin otuz metre kadar ötesinde Sachs’ın çalışma stüdyosu olarak kullandığı bir atölye vardır. Burası, üç minik odası, mutfağı ve banyosuyla bir kulübecik ve on iki on üç yıl önceki şiddetli kıştan sonra iyiden iyiye harap durumda. Borular çatlak, elektrik kesik, yerdeki muşamba başını almış gidiyor. Bunları anlatıyorum, çünkü şu anda oradayım – elimde kalem, en büyük odanın ortasındaki yeşil masada oturuyorum. Onu tanıdığımdan bu yana, Sachs her yazı burada, bu masada yazarak geçirdi; bana içini döktüğü ve bu korkunç sırrı açtığı gün, yani onunla son konuşmamız da bu odada oldu. Düşüncelerimi o gecenin anısı üzerinde yoğunlaştırırsam, Sachs’ın hâlâ burada olduğunu sanabilirim.

Sanki sözcükleri hâlâ çevremdeki havada asılı, sanki elimi uzatsam ona dokunabilirim. Konuşmamız uzun ve yorucuydu ve (sabahın beşinde ya da altısında) bittiği zaman, sırrının dört duvardan dışarı çıkmayacağı konusunda benden söz aldı. Tam tamına böyle dedi: Söylediklerinin hiçbiri bu odadan çıkmayacaktı. Şimdilik sözümü tutabilirim. Burada yazdıklarımı ortaya çıkarmanın zamanı gelinceye kadar, sözümde durduğumu düşünerek vicdanımı rahatlatabilirim.

İlk karşılaşmamızda kar yağıyordu. O günden bu yana on beş yılı aşkın süre geçti, yine de ne zaman istesem o günü geri getirebiliyorum. Pek çok şeyi unuttum, oysa Sachs ile o karşılaşmamızı bugün gibi anımsıyorum. Şubat ya da martta bir cumartesiydi, ikimiz de West Village’deki bir barda yapıtlarımızı okumak üzere çağrılmıştık. Sachs’ın adını hiç duymamıştım, ama beni arayan kadının telefonda sorularımı yanıtlayamayacak kadar acelesi vardı. “Bir romancı,” dedi. “İlk kitabı birkaç yıl önce basıldı.” Kadın çarşamba gecesi, okuma toplantısından yalnızca üç gün önce aradı, sesinde panik vardı. Cumartesi günü gelmesi beklenen şair Michael Palmer, New York gezisini birden iptal etmişti ve kadın onun yerini alıp alamayacağımı soruyordu. Bu pek içtenlikli bir çağrı olmamakla birlikte, gideceğimi söyledim. Yaşamımın o noktasında yayımlanmış pek fazla yapıtım yoktu, küçük tirajlı dergilerde çıkmış altı yedi öykü, bir avuç makale ve kitap eleştirisi – ve insanların bunları yüksek sesle okumak için can attıkları da yoktu. Bu yüzden paniğe kapılmış kadının önerisini kabul ettim, sonra da o konuşmayı izleyen iki gün boyunca kendim paniğe kapıldım; öykülerimin minik dünyası içinde dört dönerek beni utandırmayacak, bir oda dolusu yabancıya okunacak kadar iyi bir şeyler bulmaya çabaladım. Cuma akşamüstü birkaç kitapçıya uğrayıp Sachs’ın romanını sordum. Onunla tanışmadan önce yazdıkları hakkında fikir edinmemin doğru olacağını düşünüyordum, ama kitap çıkalı iki yıl olmuştu ve kitapçıların elinde kalmamıştı.

Aksilik bu ya, cuma gecesi Ortabatı’dan korkunç bir fırtına koptu geldi, cumartesi sabahı şehir yarım metre kar altındaydı. Yapılacak en mantıklı iş beni çağıran kadını aramaktı, ama aptallık etmiş, kadının numarasını almamıştım ve o da saat bire kadar telefon etmeyince bir an önce şehre inmem gerektiğine karar verdim. Paltomu, çizmelerimi giydim, en son öykümü ceketimin cebine tıktım, 116. Sokak ile Broadway’in kesiştiği köşedeki metro istasyonuna gitmek üzere Riverside Drive’da yürümeye başladım. Hava açıyordu, ama sokaklar ve kaldırımlar kar içindeydi, ortada pek taşıt da görünmüyordu. Yolun kıyısındaki kar yığınları altında birkaç otomobille kamyon park edilmişti, arada bir ağır ağır ilerleyen bir taşıt geçecek olsa, her kırmızı ışıkta fren yapınca kayarak sürücünün kontrolünden çıkıyordu. Başka zaman olsa bu kargaşanın keyfini çıkarırdım, ama hava burnumu kaşkolumdan çıkartmama fırsat vermeyecek kadar berbattı. Sabahtan bu yana ısı sürekli düşmüştü ve artık Hudson’dan kopup gelen, sözcüğün tam anlamıyla gövdemi iten vahşi rüzgâr iyice ısırıyordu. Metro istasyonuna vardığımda neredeyse donmak üzereydim, yine de her şeye karşın trenler hâlâ işliyordu. Buna şaşırdım, merdivenden inip biletimi alırken, tren işlediğine göre okuma toplantısı da yapılacak demektir, diye düşündüm.

Nashe’ın Barı’na ikiyi on geçe vardım. Bar açıktı, ancak gözlerim içerideki karanlığa alışınca hiç kimsenin olmadığını gördüm. Beyaz önlüklü bir barmen, alışkın hareketlerle kadehleri kırmızı bir peçeteyle silip parlatıyordu. Kırk yaşlarında, yapılı biriydi. Ben girince, yalnızlığını bozmama sinirlenmiş gibi tepeden tırnağa süzdü beni.

“Yirmi dakika sonra burada bir okuma toplantısı olmayacak mı?” diye sordum. Sözler ağzımdan çıktığı anda da, bunları söylemekle aptallık ettiğimi kavradım.

Barmen, “İptal edildi,” dedi. “Dışarıda bu kadar kar varken, toplantı yapmanın anlamı yoktu. Şiir güzel şeydir, ama kıçını dondurmaya değmez.”

Bar taburelerinden birine oturup bir bourbon söyledim. Karda yürürken başlayan titremem hâlâ sürüyordu ve yeniden dışarı çıkmadan önce biraz içimi ısıtmak istiyordum. İçkiyi iki yudumda bitirdim ve çok iyi geldiği için bir kadeh daha söyledim. İkinci bourbonun yarısına geldiğim sırada, bara bir müşteri daha girdi. Uzun boylu, son derece zayıf, ince yüzlü, kahverengi sakallı bir gençti bu.

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Leviathan kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Leviathan (1994)

Leviathan

Ödüllü Roman
Yazar: Paul Auster  
İlk Basım: 1994
Yayınevi: Can Yayınları