Rıfat Ilgaz’ın bu romanı, adını Karadeniz’in emekçi, çalışkan kadınlarının simgesi olan sarı yazmadan almıştır. Ilgaz’ın çocukluk yıllarını geçirdiği Cide’ye dönüşüyle başlayan Sarı Yazma da bu topraklara aittir. Çok küçükken ayrılmak zorunda kaldığı, ama hiçbir zaman unutamadığı memleketi, yazarı geçmişine götürür. Sarı Yazma’da çocukluğunu, öğrenciliğini, zorluklarla geçen öğretmenlik günlerini, aile yaşamını, her türlü baskıyla engellenmeye çalışılan cezaevi ve sanatoryum arasında sürdürdüğü yazarlığını anlatır.

Rıfat Ilgaz’ın kendi yaşamı ekseninde Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’ndan 1950’li yıllara kadarki politik yapısını ve edebiyat dünyasını anlattığı bu roman, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın karanlığından nasibini almış 1940 Kuşağı toplumcu-gerçekçi aydınlarının mücadele dolu öyküsüdür.


SARI YAZMA

BİR

Beni “Turistik Otel”e Yenigün gazetesinin sahibi Kemal Çukurkavaklı bırakmıştı, özel arabasıyla. Arabanın bagajı da, içi de kendi kitaplarımla tıklım tıklımdı. Giysilerimle, notlarımı içine alan iki küçük bavul, kitap paketleri arasında görünmez olmuştu.

Cide’ye, bu doğduğum memlekete yıllardan sonra dönüşümü, otelin Karadeniz’e bakan lokantasında kutluyorduk. Kemal, elindeki rakı bardağını kaldırırken:

“Hoca!” dedi, “Cide, gerçekten güzel bir yer! Tam dinlenilecek bir kıyı… Ama gene de kuşkuluyum, burda kışı geçirebileceğinden!”

Bardağını dikerken bile gözleri bendeydi, bu kuşkusunu onaylamamı beklermiş gibi…

“Yalnız kışı değil…” dedim, “Geriye kalan bütün yıllarımı…”

O, kuşkusuna nedenler ararken:

“Sonra…” dedim, “Ben buraya dinlenmeye de gelmedim… Başlayıp bir türlü bitiremediğim, düşünüp başlayamadığım çok konularım var işleyecek.”

Belki dinlenmek, son ayların yorgunluğunu çıkarmak da vardı düşündüklerimin içinde. Gerçekten çok yorulmuştum. Bir kargaşa, bir tedirginlik kaynağı olduğunu anladığım evimden kaçmıştım. Bütün bu kalabalığın benimle hiçbir yakınlığı kalmadığını, bu evim dediğim yerde öksürüklü, aksırıklı yaşlı bir sığıntıdan başka bir şey olmadığımı anlamıştım. Üst üste gelen hırlaşmaların uyandırdığı sinirlilikle kapıyı çekip çıkmıştım. Cebimde basın kartım olmasa, Küçükçekmece’den yirmi kilometre çeken Aksaray’a zor ulaşabilecektim. Geceyi bir arkadaşın evinde geçirmiş, ertesi gün bir kitabımdan senaryo çıkarma hakkını satın alan sinema patronunun yazıhanesine uğramak zorunda kalmıştım. Dağınık işlerimi bir düzene koymak için bir ay surda burda gecelemem, sununla bununla türlü sorunlar üzerinde tartışmam, yakın arkadaşların uzlaştırma çabalarını atlatmak için direnmem, kendimi daha da haklı görmem için içip içip kendimle hesaplaşmam, yazacak, düşünecek, giderek gazete okuyacak güç bırakmamıştı bende. Yazmadan, okumadan yaşamanın hiçbir anlamı yoktu. On beş yaşımdan beri durmadan yazıyordum. Elim durdu mu, ancak değirmen taşlarının gürültüsünü işitmekle mutlu olabilen değirmenciden hiçbir ayrıcalığım olmadığını anlıyordum. Bu taşlar ne pahasına olursa olsun dönmeliydi. Tek işlevim buydu benim. Yazdıklarımı okuyan, sahnede, beyazperdede izleyen, okurken izlerken mutlu olan yüzlerce kişi vardı. Daha doğrusu var olduğuna inanmaya başlamıştım artık. Böyle olmadığına alıştıramazdım bu yaştan sonra kendimi. Ben aldansam bile kitapçılar, gazeteciler, okurlar aldanmazdı.

Halûk Yetiş’in oğlunun düğününde rastladığım Oğuz Akkan, yeni bir kitap istemişti benden. Küçükçekmece’deki evde bu kitabın bir tek satırını bile yazamazdım. Göl kıyısındaki ev yalnız anlamını değil, işlevini de yitirmişti artık. Düpedüz bir geçimsizlik miydi, tedirginliğimin nedeni? Sevgiden mi, sevgisizlikten mi, geçim darlığından mı geliyordu bu geçimsizlik?

Birbirimizde ne aramış, ne bulmuştuk? İşin en tuhaf yanı, bu kez sadece bir emekli çalışması, bir işçi dinlenmesi aramıştım bu birleşmede. Yaşamın gerektirdiği, başımı dinleme isteği… Bu dinginlik içinde gene de boşdurmamak, üzerime düşen işi yapıp, her şeyden önce bu dinlenmeyi sürdürecek olanakları sağlamak…

Şu anda, masa başında bile düşündüğüm bu. Geride bıraktıklarımın da rahatını sağlamak… En azdan yaşayışlarında yeni bunalımların doğmasını önlemek…

“Hadi Hoca!” dedi Kemal, “Kaldır şu bardağını!” Kaldırdım ister istemez. Ama yutamıyordum ağzımda birikenleri. Karadeniz’in koyulaşmaya yüz tutan maviliği, sinirlerimi yatıştıran suskunluğu, yeni bir yaşayışın eşiğini atlama coşkusu, hiçbirşey rakı içme isteği yaratmıyordu bende. Yaşama yorgunluğu muydu bu? Söz veriyorum kendi kendime, yarından tezi yok bırakacağım rakıyı… Yerine göre beni dinlendiren, yerine göre içimi açan, coşturan içkiden de soğuyacakmışım demek! Yoksa bu yaşamaktan da soğumak anlamına gelmesin? Hiç sanmam. Yaşamanın nedeni, bence yazmak, boş durmamak olduğuna göre, içimde güçlü bir yazma coşkusu varken, niçin yaşamaktan soğuma olsun bu? Arkadaşımın keyfini kaçırmamak için sözünü etmiyorum, içimden geçenlerin. “Peki! Hadi, içelim!” diyorum. “Odanı da gördüm.” diyor Kemal. “Balkonunda ne tatlı rakı içilir ya!.. Karadeniz’e baka baka…” “İçilir… Neden içilmesin. Hele balık çıktığı günler!”

Ah çocukluğumdaki uskumrular… Barbunyalar… Lüferler, levrekler…

Cide, doğduğum eşsiz, benzersiz memleket… Ne iyi etmişde anam beni bu cana yakın memlekette doğurmuş!

Herşeyimi yitirdiğim günlerde Cide’nin, belleğimin duvarlarına yansıyan görünümleriyle dirilir, yaşama gücümü tazelerdim. Çocukluğumun anılarıyla yetinirdim. Bahçe içindeki evimizin yalağına boşaltılan hediyelik balıkların düşleriyle giderirdim açlığımı. Şimdi köküne kıran girdiği söylenen uskumruların, barbunyaların, lüferlerin düşleriyle…

Babamın haftada iki gün kapısını açtığı tuz mağazası görünüyordu oturduğumuz yerden.

“İşte surdan binerdik babamla sandala…” dedim. “Tuz almak için Cide iskelesine gelen sandalcılar kapışırlardı bizi. Ben hemen geçerdim dümene, kendimi Nemse vapurunu yöneten kaptan sanırdım.”

Parmağımın doğrultusuna gözlerini dikmiş olan Kemal’e:

“Yarın çıkacağım Belediye Başkanına.” dedim, “Sayın Başkan, diyeceğim. O tuz mağazasının arkasından üç arşınlık toprak istiyorum, ister sağlığımda ver, ister öldükten sonra beni yatır. Zincirlikuyu mezarlığı için arkadaşlarımı yormaya hiç yüzüm yok. Son günlerde o kadar yoruldular ki.”

Kemal biraz da rakının tadını çıkarmak için:

“Ya kalkıp buralara kadar gelirlerse seni gömmek için?” dedi gülerek.

“Gelemezler… Gömüldükten çok sonra yayınlatacağım ölüm duyurumu.”

“Ne yaparsan yap Hoca, onları, mezarının başına gelmekten alıkoyamazsın! Ölümünün, ikinci yıldönümünde Cide’de öyle bir tören yaparlar ki senin için, Cideliler şaşıp kalırlar.”

“Yapabilirler, buna karışamam! Ben törensel gömüden kaçıyorum buralara. Turistik bir gezi olur, ikinci ölüm yılımda yapılan tören.”

“Daha çok yazınsal..”

Kemal, tuz mağazasının çok yukarılarından, karanlıklara doğru atılan ışıktan lastik topu gösteriyordu. Top iki kez havaya atılıyor, sonra görünmez ellerle yakalanıyor, bir süre sonra yeniden fırlatılıyordu havaya sanki.

“Nedir bu?” dedi, “Uçak mı yoksa?”

“Uçak aynı yerde durmayacağına göre… Olsa olsa deniz feneri…”

Orta Anadolu’da doğup büyüyen Kemal için deniz feneri daha da akıl dışı bir kavramdı duran uçağa bakarak.

Çocukluğumda Köpekburnu dediğimiz şu dik kayalıkların üzerinde böyle bir deniz feneri yoktu. Anılarıma saygısızlık gibi geldi bu durup durup havaya fırlatılan ışıktan toplar. Gemiciler için büyük bir anlam taşıyan bu ışıklar sadece havaya atılan iki lastik toptu bence. Onlar için yararlı olan, kuşkusuz benim için de yararlı olmalıydı. Tutucuların yenilik karşısında direnmelerinin nedeni, her zaman sınıfsal çıkarlara dayanmıyordu demek. Biraz da duygusallık giriyordu işte böyle araya. İstiyordum ki Cide’de her şey çocukluğumdaki gibi kalsın, tek çivi çakılmasın, yerinden tek taş oynatılmasındı. Yalı dediğimiz bu kilometrelerce süren kumsalın bir yanından uzayıp giden bu beton yol da ne oluyordu. Sonra yalının en güzel yerine beğenisizce oturtulan kereste fabrikası… Eskiden oralarda kızaklar üzerine bodoslamaları, omurgalarıyla oturtulan mavnalar, kütük kayıkları, elinde keser kolları sıvalı ustalarca yapılırdı. Deniz kıyılarında mavili beyazlı, inceden kırmızı, sarı çizgili, balıklar kadar biçimli sandallar sıralanırdı, feleklerin üstünde. Biz çocuklar bir gün bile ayakkabı giymeden dört beş ay bu

sandalların arasında koşar oynar, yüzdürülmelerine, çekilmelerine yardım eder, suların ısınmasını beklemeden yaşımıza göre donlu, donsuz, mayolu, mayosuz denize girer, köpekler gibi acıktığımız halde iki üç kilometre içerilerde kalan evlerimize gidip peynir ekmek yemeyi bile düşünmezdik. Bütün yaz tazılar gibi karınlarımız sırtımıza yapışırdı besinsizlikten. Derilerimiz sahtiyana, saçlarımız güneşte kavrula kavrula mısır püskülüne dönerdi. Okul açıldı mı merdiven altında dura dura kabuk kesilmiş eski ayakkabılarımızı ayağımıza geçirmeye çalışır, ıslatmadan giyemezdik. Giysek bile yeni nallanan taylar gibi tedirginlesin gelir gider ayakkabılarımızı şadırvanın akarına tutardık.

İnebolu’dan gelip de yerleşen Hüseyin Çavuş’un evinde doğmuşum dediklerine bakılırsa. Yalıya en yakın evlerden biriymiş evimiz. Sonraları daha içerlek bir eve taşınmışız. Belki de Rus gemilerinin bombardımanından korkmuşuz. Cideliler nedense kediler gibi denizden ürkerler. Köyleri, kentleri deniz kıyısından uzaktır bu yüzden. Denizden iyilik yerine daha da çok kötülük görmüşlerdir yüzyıllar boyu.

On iki yaşındaydım burdan ayrıldığımızda. Kardeşlerimden en büyüğü Çanakkale’de yaralanıp gelmiş, bir daha dönmemişti. Yaş bakımından ondan sonra gelen ablam Kastamonu’ya gelin gitmişti. Benden altı yedi yaş büyük olan ikinci ağabeyim kentin telgrafhanesinde manüpleyi öğrenince Samsun’a “muhabere memuru” olarak atanmıştı. Ölenleri çıkarırsak yedi kardeşten en küçüğü olan ben kalmıştım, baba ocağında. İlkokulun beşinci sınıfından nakil kâğıdı bile almayı düşünmeden, işte şu kıyıdan binmiştik sandala. Yelken, kürek İnebolu’ya gitmiş, oradan büyük bir vapura binerek Samsun’a geçmiştik. Babamı Terme’ye vermişlerdi “inhisar memuru” olarak. Yazı Samsun’da ağabeyimin

yanında geçirmiştim annemle. Okullar açılırken bir yaylı ile geçmiştik Terme’ye.

Şu kıyılardan on tonu bulmayan sandalımıza, kilimlere sarılmış yataklarımız yüklenirken kalabalığın arasında aklı karalı tüyleriyle yaşlı kedimi de görmüştüm. Emektar kedimiz anlamıştı Cide’yle birlikte kendisini de bırakıp gideceğimizi. Bir kez bile miyavlamadan buğulu gözlerle bize bakıyordu. Belki de sandala binme sırasının kendisine gelmesini bekliyordu. Bizim bölünmez bir parçamız olduğuna inanıyordu henüz. Kendimi bildim bileli tek arkadaşımdı benim. Çok daha önceleri beşiğe birlikte belenmemiz için ağlar, direnirmişim. Sonraları birlikte yer, içer, birlikte koşar oynardık. Kendimi bildim bileli bu böyle sürüp gitmişti. Evin çevresinde birlikte dolaşır, kuş avlardık. Çok becerikliydi bu işte doğrusu. Otların, yaprakların arasına akıllıca saklanır, tam zamanında atlardı avının üzerine. Tuttuğu kuşu yemez, bana getirirdi oynamamız için. Çalıkuşlarını serçelerden çok severdi nedense… Biraz daha küçük, biraz daha sıçana benzediklerinden olacak… Belki oynak, civelek

olduklarından, avlanması beceri istediğinden seçiyordu onları. Adını “Süleyman Efe” koymuştum. Demek bir efe yanı vardı kedimin. Ama bütün efeliğine, becerisine, ortaklaşa anılarımıza bakmadan bırakıp gidiyordum işte.

Kalabalıktan ayrılıp yanına sokulmuştum. Başından kuyruğuna doğru okşamıştım son kez. “Hoşçakal!” demek istemiştim, Süleyman Efe’ye. Soğuk bakışlarla beni süzüyor, her zamanki sıcak horultusunu esirgiyordu benden. Biliyordu artık burada bırakılacağını. Eğer götürülseydi, ön ayaklarından tutulur, kucağa alınmaz mıydı? Tam on üç yıl insan içinde yaşamıştı. On üç yıl, on üç yaş demekti, kediler için, emeklilik yaşı, geçkin bir yaştı bu. Genç olsa belki kucaklanıp götürülürdü birlikte.

"

Sarı Yazma kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?