Belki de İktidardaki Şeytan

1960’ların sonlarına doğru Sabahattin Ali’yi nihayet okuyabilmiştim. Ama bu okumaların geçmişe uzanan bir macerası vardı.

Daha Galatasaray Lisesi’nde ortaokul öğrencisiyken yakın dönem Türk edebiyatı yazarlarının eserlerini büyük bir tutkuyla okuyordum. Başlangıç talihliydi; çünkü halka kitap okumayı sevdirten yazarların romanlarıyla başlamıştım. Kerime Nadir’i Esat Mahmut, Ethem İzzet Benice’yi Muazzez Tahsin Berkand takip etmişti.

Önce Reşat Nuri büyüledi beni. Çalıkuşu’nu, Dudaktan Kalbe’yi ve Akşam Güneşi’ni derin hayranlık duyarak okudum. Sonra Halide Edip ve Yakup Kadri. Uzayıp gider liste.

Okumak mutluluk verdikçe, hem dünya edebiyatının hem Türk edebiyatının yazarlarına kavuştukça ufkum genişliyordu. Romanın yanı sıra öykü; öyküden bir zaman sonra da şiir.

Bütün bu süreçte Sabahattin Ali adını nereden işitmişsem işitmiştim. Eserlerini bulmak olanaksızdı. Bana, Sabahattin Ali’nin tıpkı Nâzım Hikmet gibi memlekete zararlı bir insan olduğunu söylediler. Kimler söylemişti, tam çıkaramıyorum.

Yalnız, ‘memlekete zararlılığın’ boyutu kişiden kişiye değişmiş olmalı ki, Sabahattin Ali’yi bazan ‘vatan haini’, bazan ‘vatan haini bir komünist’ falan gibisinden damgalanışlarla tanımıştım.

Nâzım Hikmet konusunda zaten ürperti verici bir anım vardı. Ada, Her Yalnızlık Gibi’de yazdım: Galatasaray Lisesi’nin büyük konferans salonunda toplanılmış; Nâzım Hikmet’in şiirlerini okuyan bir öğrenciyi ihbar ettiği için bir başka öğrenciye ödül verilmiş, artık uydurmuyorsam, madalya gibi bir şey takılmıştı…

Bu olay, sebebini bilmeksizin ve çözemeksizin, bende tuhaf bir iğrenti uyandırmıştı. Nâzım Hikmet’ten tek dize okumamıştım. Bununla birlikte, çok genç yaştaki bir insanın şiir okumak yüzünden okuldan atılmasını bir türlü anlayamıyordum.

Kitapları yasaklanmış, artık basılmayan Sabahattin Ali’yi okumak da aynı belalara yol açabilirdi elbette. Gelgelelim merak her zaman öne geçer.

Annemin ailesi Kadıköylüydü. Sabahattin Ali yazları Moda’da bir yaz otelinde kalırmış, eşi ve kızıyla birlikte. Annem, eşinin çok güzel bir kadın olduğunu hatırlıyordu. Sabahattin Ali biraz mağrur, enikonu soğuk tavırlıymış.

Annem başka şeyler de hatırlıyordu. Korka korka, hep de hayal meyal hatırlanan bu şeyler arasında, aylarca sürmüş duruşmalar, Ankara’daki gençlik gösterileri, adı yine ürkülerek söylenen Atsız diye bir başka yazar, Marko Paşa diye bir gazete, hikâyesi meçhul bir ölüm söz konusuydu.

Bildiklerini, hatırladıklarını benimle paylaşan annem, hele serüvenin sonunda ölümle yüz yüze gelindiğinde, 1984’ün bir roman kişisi gibi kaygılarla donanır, bunları unutmamı ister, bunları kimseye söylememek gerektiğini defalarca tembih ederdi.

Tam bu lise yıllarımda beklenmedik bir şey oldu, Varlık Yayınevi Sabahattin Ali’yle Sait Faik’in “Bütün Eserleri”ni yayımlamaya koyuldu.

“Bütün Eserleri” başlığı bile bizim kuşak için… en azından benim için yepyeni bir adlandırıştı. Her nedense, Fransız yazarlarının öylesi basımları olabileceğini düşünmüşüm… Edebiyatımızın iki usta yazarı da şimdi “Bütün Eserleri”yle okura sunuluyordu.

Artık Atatürk Erkek Lisesi’ndeydim. Gerçek bir edebiyatsever olan öğretmenimiz Bakiye Ramazanoğlu sınıfta “Mahalle Kahvesi” hikâyesini okudu. Birdenbire Sait Faik’e vuruldum. “Mahalle Kahvesi” o güne kadar okuduğum hikâyelerin çok dışındaydı.

Gerçi yenilikçi edebiyattan Oktay Akbal, Necati Cumalı, Sabahattin Kudret Aksal gibi değerli yazarlarımıza yabancı değildim. Ama “Mahalle Kahvesi”nde tam da özüne varamadığım derin ürpertiler gezinip duruyor, günler geçtiği halde hikâyenin etkisinden çıkamıyordum…

Bakiye Hanım, Sabahattin Ali’yi de “mutlaka” okumamız gerektiğini söylemişti.

1960 sonrasının görece özgürlük ortamında, yabana atılamayacak cesaretle, Yaşar Nabi Nayır, Varlık Yayınevi’nde Sabahattin Ali’yi yayımlamayı göze almıştı. O gün üzerinde hiç durmadığım bu cesaret, şimdi geçmişe dönüp bakınca şaşırtıcı geliyor bana. Üstelik Yaşar Nabi’nin adıyla birlikte ‘tutuculuk’tan söz açmayı ille gereksinen kimi kişileri düşündükçe, andıkça.

Değirmen, Kağnı, Ses derken Sabahattin Ali’nin bütün öyküleri beni dergilerde yayımlanan ilk yazılarımdan birine götürecekti. Bu yazının adını bile hatırlamıyorum bugün. Ne var ki, Yeni Dergi’de yayımlandığını, nasıl gurur duyduğumu, ne sevinçlerle donandığımı asla unutmadım.

Fakat hemen eklemem gerekiyor: Sabahattin Ali’nin bütün öykülerini, öyküsel masallarını okumam Varlık Yayınları’nın basımları ötesinde bir çabayla olmuştu. 1960’ların görece özgürlüğünde Sırça Köşk orijinal haliyle yayımlanamamış, 1940’ların baskıcı ortamında mahkûm edilişi göz önünde tutularak, bazı metinlerin çıkartılması uygun bulunmuştu.

Sırça Köşk’ün aslını sahaftan edinmiştim, nice kaygıyla…

Ya romancı Sabahattin Ali?!

Varlık Yayınları önce Kuyucaklı Yusuf’u yayımlamıştı. Sabahattin Ali’nin öykülerindeki isyan çığlığı bu romanda doruğa çıkar. Art arda okuduğum İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna sadece çığlık açısından Kuyucaklı Yusuf’la akrabadırlar. Yoksa, bu son ikisi kentsel ortamda geçer ve Kuyucaklı Yusuf’un Anadolu romanına denk ortamından çok ayrıdırlar.

Tahir Alangu hocamızın Cumhuriyet’ten Sonra Hikâye ve Roman’da Sabahattin Ali’ye yönelik ilginç eleştirileri var. Yazarın siyasal mücadelesini pek olumlu karşılamayan Alangu, mücadelenin yazınsal çabayı, özellikle son dönemlerde, geri plana ittiğini belirtiyor.

Ben böyle düşünmüyorum.

O zamanlar, yeniyetmelik yıllarımda, Sabahattin Ali etrafındaki karanlık söylem, yalnızca etliye sütlüye karışmayanlarca dile gelmezdi. Bir yandan da, Sabahattin Ali’yle beş aşağı beş yukarı aynı dünya görüşünü paylaşmış, bu uğurda hayatlarını harcamayı göze almış kişilerde yazarın eseri, hatta yaşantısı konusunda ikircikli davranırlardı.

Şimdi burada sözkonusu ünlü kişilerin adlarını anmak istemiyorum. Geçen zaman pek çok acıyı Türkiye’de daha da bilediğinden, kaygılar, tasalar, kuruntular da birer acı olup çıkabiliyor. O kişilerin acılarını artık kavrayabiliyorum.

Ama o günlerde şaşırırdım. 1960’ların sonuna doğru Papirüs dergisinde yayımlanmış bir yazı vardı ki, beni neredeyse dehşet içinde bırakmıştı. Bu yazıda, Sabahattin Ali’nin gerçek yaşamöyküsünün kolay kolay yazılamayacağı ileri sürülüyor; bulanık bir ifadeyle, Sabahattin Ali’deki gelgitli yaradılışın daima ikili ve ikici bir akış gösterdiği öne sürülüyordu.

Trajik son, gelgitli yaradılış, düşünce ve davranışlardaki fırtına… Hepsi de Sabahattin Ali’nin eserinde olanca acısıyla duyumsanır. Birçok öyküsündeki trajik sonlar, günün birinde kendi sonu olup çıkmıştır.

Gelgelelim dönemin herkesi birbirine kırdırma politikasından Sabahattin Ali de nasibini alıyor; trajik sonu birtakım söylentilerle adeta hafifletiliyordu. Son kez yineliyorum: Bu tutuma çok tanıklık ettim…

Şimdi romanlara dönüyorum.

Sabahattin Ali bence büyük bir romancıdır, tıpkı büyük bir hikâyeci olduğu gibi.

Kuyucaklı Yusuf’un olağanüstü bulduğum Anadolu sahnelerinde hocamız Alangu, “maceralı, şiirli bir aşk hikâyesine” geçiş için dekor çabası bulur. Kuyucaklı Yusuf’u, İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna’dan daha “gerçekçi” saymakla birlikte, eserde romantizmin ve “halk romanları”nın izlerini yakalar.

Alangu adeta iz sürüyor:

“Yusuf’un Edremit’teki arkadaşlarından bahsederken seçtiği kişilerin bütün canlı özellikleriyle verilişi, esere gerçekçi bir renk verdiği halde, maceralı, şiirli bir aşk hikâyesine geçilirken Reşat Nuri ve Ethem İzzet’in Çalıkuşu (1922) ve Yakılacak Kitap (1927) gibi eserlerinde en tipik örneklerini bulan halk romanlarının tesirleri açıkça görülmektedir.”

Uzunca bir dönem, Türk edebiyatı, aşktan söz açan eserlere mesafeli bakmayı tercih etmiştir. Kuyucaklı Yusuf da nasibini alıyor.

Oysa Kuyucaklı Yusuf, tıpkı İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna gibi, edebiyatımızda örneğine az rastlanılan bir romandır. Burada gerçekçilik, bence, yazarın kaleme getirdiği iç dünya gözlemlerinde aranmalıdır…

Sabahattin Ali’nin üç romanını da her zaman büyük bir hayranlıkla okudum.

İçimizdeki Şeytan’ı okuduğumda, romana yönelik eleştirilerin hiçbirini okumamıştım. Bu yüzden de, Sabahattin Ali’nin ‘birtakım gerçek kişiler’i ‘hedef’ aldığını bilemez, düşünemezdim.

Sonradan öğrendiğime göre, İçimizdeki Şeytan’da, Peyami Safa, Atsız gibi gerçek kişiler ağır ithamlarla yeriliyormuş.

Bu türden sözlerin, söylentilerin geçersizliğini öğrenmek için de zamana ihtiyacım varmış: Bugün, roman sanatının, ‘kurmaca’dan ötesiyle değerlendirilemeyeceğini bildiğimden; ne Sabahattin Ali’nin eserinde Peyami Safa’yı ya da Atsız’ı görüyorum, ne de Atsız’ın eserinde Sabahattin Ali’yi.

Tam tersine, hem Atsız’ın hem Sabahattin Ali’nin, gerçek yaşamda birer trajedi kişisi olduğuna inanıyorum. Dönemin müthiş baskısında, düşünsel inançları dolayısıyla handiyse cinnete sürüklenmiş kişiler… Üstelik yalnızca ikisi de değil!..

İçimizdeki Şeytan bu açıdan bir ibret kitabı gibi okunabilir. Karanlık siyasetin insanları birbirlerine nasıl kırdırtabileceğine işaret eden pek çok sayfası vardır. ‘Birey’in gelişmesini asla istemeyen bu siyaset, sürekli gözetim ve denetim altında tuttuğu ‘sürü’den ayrılmak isteyenlere inanılmaz kertede merhametsiz davranmıştır.

Romanda Ömer’in “büsbütün başka bir hayat” istemesi boşuna değildir. Büsbütün başka hayatı Ömer’den esirgeyen sadece içimizdeki şeytan olabilir mi?

Alangu’nun yürek yakıcı bir saptayımı var:

“Buradaki Yusuf, Kürk Mantolu Madonna’nın târik-i dünyası Râif, İçimizdeki Şeytan’daki Ömer, hepsi bir tek insandır, ‘atını sürüp dağlara doğru gider.’ Yarattığı kişilikleri, sonları ile sanatçının âkıbeti arasında ne derin ve düşündürücü bir benzerlik var!”

Ömer’in büsbütün başka bir hayat ülküsünü gönlümüzde hissedinceye kadar öylesi âkıbetlerle hep yüz yüze geleceğiz…

İçimizdeki Şeytan üzerine yazanlar, Ömer’den direnç beklemişler ve dirençsizliğini çoğu kez Ömer’in karmaşık, dahası hastalıklı kişiliğine bağlamışlardır.

Buna da katılmıyorum. Ömer, içindeki şeytanda, tiranlığı ortadan kaldıracak “sanatkâr” bir şey aranıp duruyor; nefretlerinde, suçlamalarında, acılarında ve nihayet yıkılışında, gelecekteki aydınlığı söylemeye çabalıyordu.

Ne yazık ki, Ömer’in içindeki “sanatkâr” şeytana, siyasetin ve iktidarın şeytanı yaşama, var olma hakkı tanımayacaktı…

Selim İleri

İçimizdeki Şeytan

I

Öğleden evvel saat on birde Kadıköy’den Köprü’ye hareket eden vapurun güvertesinde iki genç yan yana oturmuş konuşuyorlardı. Deniz tarafında bulunanı şişmanca, açık kumral saçlı, beyaz yüzlü bir delikanlı idi. Bağa bir gözlüğün altında daima yarı kapalı gibi duran ve eşya üzerinde ağır ağır dolaşan kahverengi miyop gözlerini vakit vakit arkadaşına ve solda, güneşin ziyası altında uzanan denize çeviriyordu. Düz ve biraz uzunca saçları, arkaya atılmış olan şapkasının altından dökülerek sağ kaşını ve gözkapağının bir kısmını örtüyordu. Çok çabuk konuşuyor ve söz söylerken dudakları hafifçe büzülerek ağzı güzel bir şekil alıyordu.

Arkadaşı ise ufak tefek, zayıf, kolları sinirli hareketlerle mütemadiyen oynayan, gözleri her şeye keskin bir bakış fırlatan, soluk yüzlü bir gençti.

Her ikisi de yirmi beş yaşından fazla göstermiyorlardı ve boyları ortaya yakındı.

Şişmancası, gözlerini denizden çevirmeyerek anlatıyordu:

“Kendimi tutmasam kahkahayı koparacaktım. Tarih müderrisi sualleri birbiri arkasına sıraladıkça kız şaşırıyor, dört tarafından yardım ister gibi başını çeviriyordu. Bir kere bile notları açıp okumadığını bildiğim için bal gibi çaktı dedim. Bir de gözüm arkasında oturan Ümit’e ilişti, ne göreyim, kaşıyla gözüyle profesöre işaretler yapıyor. İstediği de oldu azizim, hoca birkaç sudan şey sorup cevaplarını kendisi verdi ve kızı mezun etti.”

“Ümit’e pek mi tutkun?”

“Her kıza tutkun… Biraz yüzüne bakılır olursa…”

Sonra elini arkadaşının dizine vurarak, hikâyesine devam ediyormuş gibi bir eda ile:

“Hayat beni sıkıyor…” dedi. “Her şey beni sıkıyor. Mektep, profesörler, dersler, arkadaşlar… Hele kızlar… Hepsi beni sıkıyor… Hem de kusturacak kadar…”

Bir müddet durdu. Eliyle gözlüğünü oynattı ve devam etti:

“Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki… Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum: Elimizden ne yapmak gelir? Hiç!.. Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında… Bu bile biraz palavralı bir rakam. Geçen gün bizim felsefe hocasıyla konuşuyordum. Lafı gayet ciddi tarafından açtım ve ‘hikmeti vücudumuz’u araştırmaya çalıştım. Dünyaya ne halt etmeye geldiğimiz sualine o da cevap veremedi. Yaratmak zevkinden, hayatın bizatihi bir hikmet olduğu hakikatinden dem vurdu, fakat çürük. Ne yaratacaksın? Yaratmak yoktan var etmektir. En akıllımızın kafası bile bizden evvelkilerin depo ettiği bir sürü bilgi ve tecrübenin ambarı olmaktan ileri geçemez. Yaratmak istediğimiz şey de bu mevcut malları şeklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret. Bu gülünç iş bir insanı nasıl tatmin eder bilmiyorum. Bize ziyasını beş bin senede gönderen yıldızlar varken, en kabadayısı elli sene sonra kütüphanelerde çürüyecek ve nihayet beş yüz sene sonra adı unutulacak eserler yazarak ebedi olmaya çalışmak, yahut üç bin sene sonra, kolsuz bacaksız, bir müzede teşhir edilsin diye, ömrünü çamur yoğurmak ve mermere kalem savurmakla geçirmek bana pek akıllı işi gibi gelmiyor.”

Sesine mühim bir eda vererek ağır ağır mırıldandı:

“Bana öyle geliyor ki, hakikaten yapabileceğimiz bir tek iş vardır, o da ölmek. Bak, bunu yapabiliriz ve ancak bu takdirde irademizi tam bir şey yapmakta kullanmış oluruz. Ben ne diye bu işi yapmıyorum diyeceksin! Demin söyledim ya, müthiş bir gevşeklik içindeyim. Üşeniyorum. Atalet kanunu icabı sürüklenip gidiyorum. Eeeeh.”

Ağzını müthiş bir surette açıp esnedi. Ayaklarını uzattı. Karşısında oturarak Ermenice bir gazete okuyan yaşlıca bir adam bu genişleme karşısında hemen toplandı ve genç adama ters bir bakış fırlattı.

Arkadaşı bütün bu sözlere, belki onuncu defa dinlediği için pek kulak asmamış, gözlerini etrafta gezdirmeye ve kafasında birtakım fikirleri toparlamak ister gibi ara sıra kaşlarını çatarak mırıldanmaya devam etmişti.

Yanındakinin nutku bitince manalı bir tebessümle:

“Ömer” dedi. “Paran var mı? Bu akşam bir rakı içelim.”

Ömer biraz evvelki derin sözlerine pek yakışmayan pişkin bir tavırla:

“Yok ama, birini kafesleriz. Ben bugün daireye uğrasam kolaydı, fakat hiç niyetim yok.”

Zayıf genç mühim bir tavırla başını sallayarak:

“Seni yakında sepetlerler. Bu kadar asmak olur mu? Zaten bütün daireler dârülfünuna1 devam eden memurları yakalarından atmak için bahane arıyorlar. Senin gibi postanede çalışanların vaziyeti büsbütün berbat. Orada vakit her yerden pahalıdır. Yahut böyle olması icap eder.”

Sonra gülerek ilave etti:

“Tevekkeli değil, Beyazıt’tan gönderdiğimiz mektuplar Eminönü’ne kırk sekiz saatte varıyor. Senin gibi gayretli memurlar sağ olsun.”

Ömer gayet sakin cevap verdi:

“Benim mektuplarla alakam yok. Ben muhasebedeyim. Akşama kadar defter dolduruyorum. Akşamları da ara sıra veznedara yardım ediyorum. Para saymak tatlı bir şey Nihatçığım.”

Nihat birdenbire canlanmış gibi:

“Enteresan şey…” dedi. “Umumiyetle para enteresan bir şeydir zaten. Çok kere cebimden bir lira alır, önüme koyarak onu saatlerce seyrederim. Hiçbir fevkaladeliği yok. Birtakım hünerli çizgiler, tıpkı mekteplerdeki resmi hattî2 vazifeleri gibi. Belki biraz daha ince ve karışık… Sonra bir resim. Birkaç satır muhtasar yazı ve bir iki imza… Üzerine biraz fazla eğilince insanın burnuna ağır bir yağ ve kir kokusu da vurur. Fakat ne muazzam şeydir bu kirli kâğıt azizim, bir düşün!”

Bir müddet gözlerini yumdu.

“Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi. Bu depresyon kelimesine yapışıp iç sıkıntısının uçsuz bucaksız denizinde bocalarken karşına uzun zamandan beri görmediğin bir ahbap çıkar. Kılık kıyafetinin düzgünce olduğunu görür görmez derhal aklına kendi meteliksizliğin gelir ve gafil dostundan, talihin varsa, bir iki lira borç alırsın… İşte ondan sonra mucize başlar. Şiddetli bir rüzgâr ruhundan bir sis tabakasını sıyırıp götürmüş gibi içinin birdenbire aydınlandığını, bir hafiflik, bir genişlik duyduğunu görürsün. Eski sıkıntı pır deyip uçmuştur. Gözlerin etrafa memnuniyetle bakar ve sen de gevezelik edecek bir arkadaş aramaya başlarsın. İşte, iki gözüm, ciltlerle kitabın, saatlerce tefekkürün yapamadığı işi iki kirli kâğıt başarır. Sen ruhumuzun bu kadar ucuz bir bedel mukabilinde takla atmasını haysiyetine yediremediğin için belki daha asil sebepler peşinde koşarsın, gökyüzünde birkaç yüz metre daha yükselen bir bulut, yahut ensene doğru esen serince bir rüzgâr, yahut o esnada aklına gelen zekice bir fikir, sana bu değişmenin sebebi gibi görünmek ister. Fakat söz aramızda, iş bunun tamamıyla aksinedir, cebimize giren iki lira sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgârın serinliğini hissetmek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur… Kalk, iki gözüm, iskeleye geldik. Günün birinde ya çıldıracağız, ya dünyaya hâkim olacağız. Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine birkaç kadeh içelim.”

II

Nihat sözlerini bitirip ayağa kalkınca Ömer’in yerinden kımıldamadığını gördü. Elini onun omzuna dokundurdu; Ömer biraz irkildi, fakat vaziyetini bozmadı. Öteki, acaba uyudu mu diye bakmak için biraz eğilince arkadaşının, gözlerini mukabil taraftaki kanepelerden birine dikerek, fevkalade meraklı bir şey seyreder gibi etrafla alakasını kesmiş olduğunu gördü. Başını o tarafa çevirip gözleriyle araştırdı. Hiçbir şey göremedi. Elini tekrar Ömer’in omzuna koyarak:

“Hadi, kalksana!” dedi.

Ömer cevap vermedi, yalnız kendini rahat bırakmasını isteyen bir ifade ile yüzünü buruşturdu.

“Ne var yahu! Nereye bakıyorsun?”

Ömer, nihayet başını çevirmeye karar vererek: “Sus ve otur!” dedi.

Nihat bu emre itaat etti.

Yolcular yavaş yavaş yerlerinden kalkarak çıkılacak kapılara doğru yürümeye başlamışlardı. Ömer bunların arasından karşı tarafı görebilmek için başını yukarıya, sağa sola çevirip duruyordu. Arkadaşı onu dürterek söylendi:

“Eee! Sıktın artık. Söylesene, nereye bakıyorsun?”

Ömer ağır ağır başını çevirdi, bir felaket haberi veriyormuş gibi:

“Şurada genç bir kız oturuyordu, gördün mü?” dedi.

“Görmedim, ne olmuş?”

“Şimdiye kadar ben de görmemiştim!”

“Saçmalıyor musun?”

“Şimdiye kadar böyle bir mahluk görmemiştim diyorum!”

Nihat canı sıkılmış gibi yüzünü buruşturdu, tekrar ayağa kalkarak:

“Sen bütün büyük laflarına ve dillere destan olan zekâna rağmen asla ciddi bir insan olamayacaksın!” dedi.

Bu cümleden sonra dudaklarının kenarında kalan bir istihza çizgisi birkaç saniye kadar devam etti, sonra yerini lakayt bir ifadeye bıraktı. Ömer de kalkmıştı. Boynunu uzatıp ayaklarının ucuna kalkarak aranıyordu. Bir aralık Nihat’a döndü:

“Daha oturuyor!” dedi. Sonra gözlerini arkadaşının yüzüne dikerek:

“Gevezeliği bırak. Şu anda ömrümün en ehemmiyetli dakikalarını yaşıyorum. Hislerim beni şimdiye kadar asla aldatmamıştır. Müthiş bir şey oldu veya olacak. Şurada gördüğüm genç kız, bana, daha dünyaya gelmeden, daha dünyanın, daha kâinatın teşekkül ettiği sıralardan tanıdığım birisi gibi geldi. Sana nasıl anlatabilirim. ‘İlk görüşte deli gibi âşık oldum, yanıyorum, tutuşuyorum!’ gibi laflar mı söyleyeyim? Fakat işin tuhaf yanı bunlardan başka da söyleyecek sözüm yok. Hatta burada seninle nasıl durup çene çaldığıma hayret ediyorum. Bundan sonra ömrümün bir dakikasının bile ondan uzakta geçmesi benim için ölüm demektir. Demin pek göklere çıkardığım ölüme şimdi müthiş bir şey gibi bakmama da hayret etme, ne diye mi hayret etmeyeceksin? Ne bileyim ben? Sana izahat verecek değilim ya… Ne lüzumu var! Yalnız ukalalık etmeden bana bir akıl öğret! Ne yapayım? Korkunç bir vaziyet karşısındayım. Onu bir kere gözden kaybedersem ölünceye kadar ömrüm yalnız aramakla geçer; ve herhalde bu müddet pek kısa olur. Of be! Saçmalıyorum. Fakat fevkalade doğru söylüyorum. Onu bir daha hiç görmemek ihtimali en feci ve maalesef en akla yakın olanı. Düşün ki şu anda çehresini hatırlayamıyorum bile, fakat hafızamdan daha derin bir yerde onun bir taşa hakkedilmiş3 kadar keskin bir tasvirinin, akılların almayacağı kadar eski zamanlardan beri mevcut olduğuna eminim. Şu kalabalığın içine gözlerim kapalı olarak karışsam bir kuvvet beni muhakkak hiç şaşırtmadan doğru ona götürecektir.”

Fevkalade süratle söylediği bu sözlerden sonra hakikaten gözlerini kapayarak bir adım ilerledi. Sol eliyle hâlâ Nihat’ın bileğini tutuyordu. Nihat zangır zangır titreyen bu kolun sahibine hayretle baktı. Onun her türlü çılgınlığına alışık olduğu halde bu şiddetli heyecan kendisine biraz yabancı geliyordu. Söyleyecek bir şey bulamayarak:

“Sen ne biçim mahluksun Ömer?” dedi.

Ömer’in terli avcu Nihat’ın bileğini daha çok sıktı:

“Bak, bak, hâlâ orada… Görmüyor musun?”

Nihat başını Ömer’in baktığı tarafa çevirince, tamamen boşalan kanepelerden birinde oturan siyah saçlı bir genç kız gördü. Yanında yaşlıca ve şişman bir kadın daha vardı ve bir şeyler konuşuyorlardı. Kız bir elinde kalın bir paket halinde bir sürü notalar tutuyor, ötekiyle yanına dayanıyordu. İnce boynunun üstündeki kıvırcık saçlı başını zarif bir hareket ettirişi vardı. İlk göze çarpan hususiyeti çenesinin meydana vurduğu kuvvetli bir irade ifadesiydi. Nihat’ın bulunduğu yerden işitilmeyen sözlerinin arasında, kati bir hüküm vermiş gibi susuyor, sonra yeniden, gene bir hüküm bildiriyormuş gibi söze başlıyordu. Bakışları biraz karanlık fakat tabiiydi. Zaten bütün duruşu ve hali tam bir tabiilik gösteriyordu. Ara sıra dayandığı yerden kalkarak bir işaret yaptıktan sonra yavaşça kanepenin muşambasına uzanan eli, zayıf denecek kadar ince parmaklı ve soluk renkli idi. Tırnakları dibinden kesik ve ince uzundu. Nihat bir müddet gözlerini kızın üzerinde dolaştırdıktan sonra başını Ömer’e çevirdi ve “Eh, ne olmuş? Ne var bunda?” der gibi onun yüzüne baktı.

Ömer sayıklıyormuş gibi bozuk bir sesle:

“Hiçbir şey söyleme! Ne cevher yumurtlayacağın suratından belli!” dedi. “Ben kararımı verdim. Derhal gidip kızı kolundan tutacağım ve…”

Bir müddet sustu, düşündü; sonra mırıldandı:

“Ve… bir şeyler söyleyeceğim herhalde. Belki de o benden evvel söylemeye başlayacak. Muhakkak ki beni görür görmez tanıyacaktır. Başka türlü olmasına imkân yok. Ve tanıyınca bunu saklayamayacak. Gel istersen beraber gidelim, sen biraz arkamda dur. Bizi dinle. Aslını bilmediğimiz âlemlerde tanıştığımız bir kızla konuşmamız herhalde alelade olmayacaktır.”

Bunları söyleyerek Nihat’ı kolundan çekti. O elini kurtararak:

“Vapurda rezalet çıkarmak niyetinde misin?”

“Ne gibi?”

“Kız derhal polisi çağırır ve polis senin gibi bir serseriyi karakola götürmekte tereddüt etmez. Sen dünyayı kafanın içi gibi ipsiz sapsız şeylerle dolu mu zannediyorsun Allah aşkına? Bir türlü kendine ve insanlara gözlerini açarak bakamayacak mısın? Bütün ömrün tasavvurlar, hayaller, Don Kişotça emeller peşinde koşup kendini aldatmak ve aleladeliklerden başka hiçbir şey yapılmayan bu dünyada kendinin ve başkalarının fevkaladelikler yapacağını vehmetmekle mi geçecek? Daha demin dünyada bir insan hiçbir şey yapamaz diyordun, şimdi dünyada pek az insanın yapabileceği hafifliklere kalkıyorsun. Senin alelade bir mecnundan farkın nedir anlamıyorum!”

Ömer hakarete uğramış gibi boynunu gerdi:

“Şimdi görürsün. Senin kuş beynin insanlar arasındaki karanlık ve derin münasebetleri anlayamaz. Burda bekle.”

Bu sözleri söyleyerek genç kıza doğru yürüdü. Nihat başını gayri ihtiyari denize doğru çevirerek “Eyvah!” dedi ve kopacak rezaletin ilk gürültülerini beklemeye başladı.

Gözlerini genç kıza dikerek ağır ağır yürüyen Ömer birdenbire uykudan uyanıyormuş gibi başını silkti. Tam kıza yaklaştığı sırada kulağının dibinde bir kadın sesi: ”O!… Ömer, nasılsın?.. Hiç görünmüyordun!” dedi. Başını o tarafa çevirince, genç kızın yanında uzak akrabalarından Emine Hanım’ın oturduğunu gördü.

Emine Hanım devam etti:

“Ayol, deminden beri buraya bakıyorsun, geleceksin diye oturup kaldım, bir türlü çeneyi kesemedin. Haydi vapurda kalacağız.”

Her iki kadın doğrularak yürüdüler. Ömer ne söyleyeceğini şaşırmış, kendini toplamaya çalışıyordu:

“Vallahi ne bileyim… teyzeciğim. Derslerden, işten vakit oluyor mu? Hem siz beni bilirsiniz canım, kusuruma bakacak değilsiniz ya!” dedi.

Emine teyze güldü:

“Ayol, senin kusuruna kim bakar! Anasına babasına bile senede bir kere olsun mektup yazmayan insandan kime hayır gelir! Hadi bakalım, nasılsa buluştuk, anlat bari, ne âlemdesin?”

Ömer gözlerini genç kızdan ayırmayarak cevap verdi:

“Hep eskisi gibi. Vaziyette bir yenilik yok!”

Bu sırada köprüye çıkmışlardı. Hep beraber İstanbul tarafına doğru yürüdüler.

Ömer’in, teyzesinin şişman ensesinden kaydırdığı gözleri hiç lafa karışmadan yanlarında giden genç kızın bakışlarıyla karşılaştı. Kız bir müddet, bir şey hatırlamak ister gibi devamlı ve dalgın bir bakışla ve gözlerini hiç kırpmadan karşısındakini süzdükten sonra başını ileri çevirdi. Ömer bir müddet de onun uzun kirpiklerinin gözlerinin altına düşen gölgesini seyrettikten sonra teyzesine dönerek başıyla: “Bu kim?” demek isteyen bir işaret yaptı.

Emine Hanım, uzun müddet İstanbul’da oturan Anadolululara mahsus bir kibarlıkla:

“Ah!.. Tanıştırmadım mı? Siz birbirinizi tanırsınız da!.. Macide’yi bildin mi bakayım? Annenin büyük dayısının torunu ayol. Öyle ya, sen Balıkesir’den çıktığın zaman o daha şu kadarcıktı. Altı aydan beri bizde. Piyanoya çalışıyor, bir mektebe de gidiyor.”

Başını çevirerek Macide’ye baktı. Bu sırada Ömer’in elini sıkan kız:

“Konservatuvara gidiyorum!” dedi ve gözlerini tekrar ileri çevirdi. Ömer kafasını yorarak adedi yüzleri aşan ve bugün İstanbul, Balıkesir ve daha birçok yerlere yayılmış bulunan akrabaları arasından annesinin büyük dayısını ve onun torununu bulup çıkarmaya çalışıyordu.

Gözleri Emine teyzeye ilişince onun yüzünün biraz kederli ve şaşkın bir ifade almış olduğunu fark etti. Sordu; o:

“Bunun yanında söylenmez!” manasına birtakım işaretler yaptı.

Ömer merakla başını eğince, şişman kadın zayıf bir sesle çabucak mırıldandı:

“Sus! Sorma başımıza geleni! Bize uğra da anlatırım!”

Gözleri birçok şeyler söylemek ister gibi oynadı. Bakışlarında kıza karşı alaka ve acınmayı anlatmak isteyen bir ifade vardı. Sağında giden Macide’ye süratle bir göz attıktan sonra Ömer’e dönerek:

“Zavallıcığın daha haberi yok… Bir türlü söyleyemiyorum, bir hafta evvel babası öldü… Ne yapacağım bilmem” diye mırıldandı.

Ömer içinde birdenbire sevince benzer bir şey parladığını hissetti ve gene bir anda bu histen dolayı müthiş bir utanma duydu. Bu ölümü kendisine yardım edecek bir hadise olarak telakki etmenin pek dürüst bir şey olmadığını düşündü. Fakat içimizde, bizim “ahlak” tarafımızda hiçbir şekilde münasebete geçmeyerek hadiseleri muhakeme eden, neticeler çıkaran ve tedbirler alan bir “hesabi” tarafımız vardı ve lafta değilse bile fiilde daima o galip çıkıyor ve onun dediği oluyordu.

Bunları düşünürken geçen birkaç saniyelik sükûtu Ömer’in bir akraba ölümü karşısında duyduğu teessüre hamleden4 Emine teyze:

“Bugünlerde bize uğra, uzun meseledir, sana anlatırım” dedi.

Eminönü’ndeki tramvay durak yerine gelmişlerdi. Kadın ve genç kız Ömer’den ayrıldılar. Delikanlı bir müddet onların arkalarından baktı ve kendisine itiraf etmediği halde, Macide’nin başını çevirmesini bekledi.

Fakat o, ince ve güzel vücuduyla, alçak ökçeli iskarpinlerinin üzerinde, süzülür gibi gitti ve o sırada gelen bir tramvaya atlayarak Emine teyzeye elini uzattı.

Gözleriyle hâlâ onları takip eden Ömer, omzuna hızla vuran bir elin tesiriyle sıçradı. Nihat kavga edecek gibi bir tavır alarak ondan izahat bekliyordu. Ömer’in ağzını açmadığını görünce:

“Amma adamsın yahu!” dedi. “Vapurda çıkaracağın kepazeliği görmemek için size arkamı dönmüştüm, bir de baktım ortada yoksunuz. Sonra köprüde onlarla ahbapça konuşup giderken gördüm, arkanızdan geldim. Kız galiba o yolun yolcusu? Ha? Şişman karıda da tam esnaf kılığı var ya!..”

Ömer güldü:

“Sen zaten başka türlü düşünmezsin ki; o mübarek kafan her şeyi mevcut bir ölçüye uydurmadan rahat edemez. Bu adam şu kadını tanımıyordu, gitti, konuştu. Kadın polise vermedi, demek ki o yolun yolcusuydu. Oldu bitti. Başka bir şey olamaz. Hayatta fevkalade hiçbir hadise yoktur. Her şey birbirinin aynıdır. İşte bu kadar…”

Eliyle arkadaşının kafasını dürterek:

“Böyle dümdüz bir beynim olacağına hiç olmamasını tercih ederdim. Muhayyile namına bir şey yok yahu!..”

Nihat bu sözlere ehemmiyet bile vermeden sordu:

“Peki, iki gözüm, ne oldu öyle ise? Sen yanına gider gitmez kız: Vay, nereden çıktın, kâinatın teşekkülü esnasında karanlık âlemlerde eş olduğum insan, diye boynuna mı sarıldı? Buna inansam bile o şişman karının bu metafizik aşinalığı pek sükûnetle karşılayacağına inanamam!”

Ömer bir sır veriyormuş gibi:

“Akraba çıktık azizim!..” dedi. “Ben kıza bakmaktan dünyayı görmemişim, yanındaki kadın bizim mahut Emine teyze imiş. Küçükhanım da yakın akrabadan Macide Hanım. Konservatuvara gidiyormuş. Bir hafta evvel babası ölmüş. Daha kendisinin haberi yokmuş.”

Nihat başını sallayarak:

“Allah bakilere ömür versin!” dedi. Sonra alaylı bir bakışla Ömer’e sordu:

“Mevcut ölçülerin dışındaki fevkalade tanışma bu mu? Oğlum, sen dünyada ne kadar antikalık yapmak istersen hayat da önüne o kadar gündelik hadiseler çıkarıyor. Korkuyorum ki bu, ömrünün sonuna kadar böyle devam edecek ve sen dünyanın parmağını ağzında bırakacak bir iş beceremeden rahmeti rahmana kavuşacaksın. Bayıldım doğrusu, demek daha kâinatın teşekkülü sıralarında ahbaplık tesis ettiğini söylediğin taze, akrabadan imiş! Çocukluğunuzda ihtimal beraber oynadınız. İhtimal hafızanın bir köşesinde o eski çocuk çehresinin birkaç çizgisi canlandı. Ve senin o daima kırk bir derecei hararette çalışan dimağın işi derhal esrarengiz örtülere bürüdü. Komik adamsın vesselam!”

Ömer başını salladı:

“Evet, tanışmamız hakikaten pek harcıâlem bir şekilde oldu, fakat ona karşı duyduğum hisler hep aynı halde. Onunla beni bizim iradelerimizin üstünde bir bağın bağladığına eminim. Göreceksin, bundan sonra Emine teyzenin evini ne kadar sık ziyaret edeceğim!..”

Nihat kahkahayı bastı:

“Ve bu çok orijinal aşkınız bir akraba sevişmesi halinde sona erecek değil mi? Dünyada teyzezadesini baştan çıkaran yegâne delikanlı diye anılacaksın. Ne diyelim, Allah muvaffakıyet versin!”

Ömer cevap vermedi. Sözü değiştirdiler ve akşam nerede içeceklerini konuşarak Beyazıt’a doğru yürüdüler.

"

İçimizdeki Şeytan kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

İçimizdeki Şeytan