Medarı Maişet Motoru Sait Faik’in kaleminden bir ilk romandır. Henüz Yeni Mecmua’da tefrika edildiği sırada (1940-41) dönemin baskıcı siyasi ortamında sakıncalı bulunup roman olarak yayımcı bulmakta zorlanacak ve Sait Faik’in annesinin maddi desteğiyle Ahmet İhsan Basımevi’nden 1944’te yayımlanacaktır.

Ancak dağıtılmaya başlanmışken bakanlar kurulu kararıyla toplatılan roman, kimi paragrafları çıkarılarak Birtakım İnsanlar adıyla 1952 yılında okuyucusuna kavuşur. İş Bankası Kültür Yayınları olarak Medarı Maişet Motoru üzerinde yıllardır süren sansürü kaldırıyor ve “tehlikeli” bulunarak çıkarılan kısımları koyu harflerle vererek yapıtı eksiksiz bir şekilde sunuyoruz.


Birinci Kısım

Yeni Mecmua’da 1940-41 yılları arasında tefrika edilen Medarı Maişet Motoru, Sait Faik’in annesinden aldığı yardımla, Ahmet İhsan Basımevi’nde 2000 adet olarak basılır (1944). Henüz dağıtılmaya başlanmışken bakanlar kurulu kararıyla toplatılan roman, kimi paragrafları çıkartılarak Birtakım İnsanlar adıyla 1952 yılında okuyucusuna kavuşur.

Bu edisyon söz konusu iki baskının karşılaştırılmasıyla hazırlandı. Dönemin koşullarında “tehlikeli” bulunarak çıkarılan kısımlar, okuyucunun dikkatini çekmek amacıyla koyu harflerle verildi.

Farklı dillerden aktarılan sözcüklerle ilgili bir sözlük çalışması yapılmış ve dipnotlama yöntemiyle sunulmuştur. Rumca sözcüklerin Türkçe karşılıkları için Ari Çokona’ya başvuruldu.

Editörün notu

Medarı Maişet Motoru

Kir Dimitro’nun berber dükkânının bir kapısı deniz kenarına, ötekisi, sütçü ile ekmekçinin dükkânları önündeki dar yola açılırdı.

Deniz kenarındaki kayıklara yahut da deniz kenarındaki kayıklardan, yarısını lokanta haline sokmuş Bulgar sütçü Pandeli’nin kuru fasulye ile pilav kaynayan tencerelerine kavuşmaya en kestirme yol, Dimitro’nun berber dükkânından geçtiği için dükkânın her iki kapısı da gelen geçene açıktır. Kalabalık günlerde insanlar, dükkânın içinden, birbiri arkasından adeta sokaktan geçermiş gibi lakayt geçerler.

Dimitro, isterse dükkânından kimseyi geçirtmeyecek kadar can sıkan söz söylemesini bilir bir adamdır. Daha olmazsa deniz kenarındaki kapıyı açık bırakıp sütçünün dükkânı sokağına açılanı kapayıverir.

Fakat bu dükkânın içinden gelip geçenler haftada bir defa olsun -bu gelip geçme diyeti olarak- kendisine tıraş olurlar. Bu gelip geçenlerden uzamış sakalını Dimitro’nun usturasına vermemiş adam yoktur.

Şayet bu bir hafta yahut bir ay -adamına göre- biraz fazlaca uzarsa Dimitro bunu derhal fark eder. Beyaz saçları, beyaz bıyıkları, mavi gözleriyle altmışlık bir adam olan Dimitro, insanı ciğerinden vurmasını da bilen bir adamdır. Mesela Evgeniya ile dalga geçen delikanlıya:

— Dimitro pasajından geçilir ama Evgeniya’dan geçilmez anam! der.

Kendisine laf atılan delikanlıysa, Evgeniya ile olan münasebetini bir müddet için saklamaya mecburdur.

Dimitro, en kirli imaları ekmek parası için yapmaya, en gizli dedikoduları -nadir akşamları mavi gözlerinin o, yine mavi cam cilasını vurmaya yardım eden duzikolar için- öğrenmeye mecburdur. Kış günleri, köyde cinlerin top oynadığı, kedilerin rıhtıma dizildiği, ihtiyar Rum kadınlarının, hastalarla açların kedilerle beraber balıktan dönen kayıkları beklediği, poyrazın ejderha kafasını duvardan duvara, ağaçtan ağaca vurduğu mor renkli günlerde Dimitro’nun dükkânının iki kapısı da kapalı, pencereler buğulu, gazete kâğıtlı, içerisi su karıştırılmış bir bardak rakı kadar beyaz, bulanıktır.

Bu bulanıklığın içinde su ibriğinin külü, kolonya şişelerinin tozu, sigara dumanı, Dimitro’nun üç beş günlük uzamış sakalı, gayet itinayla taranmış beyaz saçları vardır.

Pencereden bakınca Dimitro hayal meyal camlardan gözükür. Gözlüklerini takmış, mahalli Rum gazetelerini, herhalde güzel bir inşat ile okuduğu sanılır; biraz kulak verilirse onları gürül gürül okuduğu da anlaşılır.

Kapı vurulunca içerde, beyaz bir mayi içinde hareket eder gibi ağır hareketler sezilir.

Bir anahtar kapıda gıcırdar. Müşteri içeriye süzülür. Kapıyı poyraz bir tekmede kapar. Dimitro’nun kapıyı açmasıyla müşterinin içeriye girmesi, poyrazın bir tekmede kapıyı kapaması o kadar anidir ki içeriye giren insanın, “Şimdi neredeydim, şimdi neredeyim?” der gibi bir his duymamasına imkân yoktur.

Sonra poyrazın her aralık başında insanı gerilettiği veya ittiği, yağmurun insan yüzüne veya ensesine kör edercesine, delercesine yapıştığı günlerde Dimitro’nun dükkânının içi ılık, sessiz, kokuludur. Sabunla kolonya kokar. Kış günleri Dimitro’nun dükkânında bir iki dakikalık bir saadet duymamaya imkân yoktur.

Günlerden cumaydı. Dimitro gazetelerini okumakla meşguldü. Bir müşteri ona Atina’da çıkan gazetelerden de bırakmıştı. Kapı vuruldu, Dimitro gözlüklerini alnına itip buğulu camı sildi. Kısa boylu bir adama dikkatle baktı.

Kapıyı açmamak, tekrar Venizelos’un beyanatına dönmek istedi. Sonra kapıyı vuranın yeni dost oldukları bir Türk olduğunu düşündü. Venizelos’un “İki Kardeş Millet” ismindeki makalesinden gelen bir sempatiyle gidip kapıyı açtı.

— Sen misin, Kondos? dedi.

Poyraz, Kondos’un arkasından kapıyı tekmeledi (Kondos, Rumca kısa boylu adam manasına gelir). Tıraş olmaya gelen adamın yüzünde bir mahalle çocuğu hali vardı. İnsana neredeyse: “Gidelim ulan! Şehzadebaşı’na gidelim. Tüyeriz bir sinemaya be! Dinine yanayım! Hadi ulan, ne duruyorsunuz be salozlar?” deyiverecek… Bütün Ada halkını arkasına takıp, denizin üstünden yürümeyi teklif ederek, Şehzadebaşı’ndaki sinemalara bedava sokmaya çalışacak gibiydi.

Adam, Dimitro’ya:

— Bizim köseleyi bir kazıyıver! dedi.

Fakat Dimitro adamın hali tavrından, bu

ancak bir haftalık sakalından kendisine bir haber vermeye yahut da bir şey danışmaya geldiğini derhal çaktı.

Kondos bir haftalık sakalını tıraş ettirecek kadar zengin mi olmuştu? Yoksa yine takacak mıydı? Her zaman yaptığı gibi bütün ceplerini alabora edecek, adamakıllı bir küfürden sonra:

— Bu ceplerde para mı kalır be usta Dimitro? Bak hepsi delik, diyecek.

Usta Dimitro, Kondos’un parası olduğu zaman kendisine gelmeyeceğini bilirdi. Fakat Kondos’u kızdırmaya da gelmezdi. Belalının biriydi… Suyu ısıtmadı bile. Sabunu köpürtmedi. İki dakika sonra Kondos tertemizdi. Tıraş olunca yüzü o mahalle çocuğu suratını kaybetmişti.

Bazı çizgileri sert, derin, hatta manidardı. İnsan o mahalle çocuğu intibaını Kondos’un gözlerinden aldığını derhal anlıyordu. Saçlarını ıslatırken:

— Usta Dimitro, diye başladı, benim kızı senin yanına vermeye niyetim var… Ha, ne dersin?

— Berber mi yapacaksın kızı, Ali Rıza?

— Öyle istiyorum, Allah izin verirse…

Dimitro, “Türkler ne oldular? Olur şey değil,

vay anasını! Türkler… Bu Kondos gibileri bile… Olur iş değil” dedi içinden.

— Nasıl olur? dedi. Sizin Müslümanlıkta günahtır vre Kondos.

Ali Rıza hiddetlenmişti.

— Ulan berber! Bana dinimi sen mi öğreteceksin?

Ada’da âdettir: Fakir her erkek çocuk bir bakkal, sütçü, ekmekçi, pastacı, kasap veya berber yanına çırak alınır. Kimse dışarıdan çırak getirmez. Ta ki, Ada çocuklarının hepsi iş bulsun…

Yalnız hırsızlarla fazla açıkgözler müstesna… O geçen sene Karamanlı’nın zeytinyağlarını aşıran çocuk değil mi?

Şu daha evvelki sene kilise mumlarını İstanbul’a kaçıran oğlan değil mi? Onlar müstesna, hepsi bir yere kapılanır. Üstleri yağlı, ayakları çıplak, belleri çökük, yazın koca yokuşları damacanalarla, sırtlarına yüklendikleri, fanilalardan sulan akan buzlarla, zeytinyağı tenekeleriyle, sepetlerle her şeyi bu çocuklar taşır. Dükkânların önünü onlar süpürür. İki lira haftalıklarım aylarca biriktirdikten sonra yaz bitene yalan hepsinin sırtında bir mavi gömlek, ayaklarında bit beyin verdiği büyük ayakkabı vardır. Şimdi beyaz, kar gibi pantolonlarıyla onlar da çorbacı çocuklarına karışabilirler. İşte o zaman da Karamanlı’nın dükkânından gaz tenekesi, sebzecinin şeftalileri, kavunları, ekmekçinin ekmekleri, pastacının kurabiyeleri eksilir. İşte bunun için haftalıklarını hemen yiyen çıraklar en makbul çıraklardır. “Para insanı ahlaksız ediyor. Karnı doyunca insanın kötü huyları da meydana çıkıyor” der bakkal Karamanlı. Bunu tecrübeyle öğrenmiştir. Bunda bir hakikat vardır ama bu hakikati herkes kendine göre tefsir eder.

Karamanlı’nın yüz paralık buzu, yirmi beşe, hastalara sattığı çok olmuştu. Ama buna hırsızlık denmez, açıkgözlülük denirdi.

Kiliseden mumları aşıran çocuğa gelince: O da dünyada güzel şeylerin bulunduğunu altı ay sonra başına geçirebildiği mektepli kasketi, iki bacağına taktığı keten pantolonu giydikten sonra hissetmiştir. Manastırın mumlarıysa demet demet köşede yığılıdır. Nafile yere yanar dururlar. İstanbul’a vapurla, parayla inilir. Bir yerde ışıklar söner, bir perdede çocuklar oynar, adamlar boğazlaşır. Bacakları gümüş kızlar öpüşür… İstanbul’da daha neler neler vardır… Manastırın mumlarıysa yok yere kilisede korkunç, sarı, manasız uzanmış ölüler için yanar.

Doğrusu hiçbir çocuk böyle düşünmez. Biz büyükler böyle düşünürüz. Çocuk nasıl, niçin çalar? Yirmi tane faraziye ortaya koyar, yine de niçin çaldığını bilmeyiz.

Berber Dimitro, çalan çocuklara karşı çok müsamahakârdır. Fakat kendisi hiçbir zaman çırak yetiştirememiştir de belki ondan…

Dimitro, Kondos’un kızını reddetmek istedi. Sonra yine Venizelos’un makalesi hatırına geldi. Yine reddetmek istedi. Fakat köy âdetinde hırsızlığı olmayan çocuğu reddetmek hemen hemen hakaret, hiç olmazsa bir nevi fazla hodperestlik gibi telakki edileceğini düşündü. Kondos’un bıyıklarını düzeltmek üzere şıkırdattığı makas daha fazla şıkırdamaya başladı.

Yalnız olgun berberlerde düşünmekle makas şıkırdaması arasında bir muvazene vardır. Kötü berber düşünürken ya makas elinde donakalır yahut da makas ahenksiz şıkırdar. Çok iyi berberse hem kafasına, hem eline hâkim olandır. Düşüncenin süratiyle, haletiruhiyeyle makasın ahengi bozulmamalıdır. Diyebiliriz ki, aynı ahenkten anlayan bir başka berber bu makas şıkırtısıyla Mors alfabesiyle çıkarılan manalar çıkarabilir.

Ali Rıza berber olmadığı, berberlerin Mors alfabesini bilmediği halde Dimitro’nun kafasından geçenleri sezmişti. Bu berber Dimitro’nun sanatında ustalığına mı, yoksa hâlâ koyduğu yerde otladığına mı delalet ettiğini Kondos, bu dakikada inceleyecek vaziyette değildir!

Ali Rıza’ya göre bu esmer kızın üç sene sonra açacağı dükkâna bütün Ada halkı dolacaktır. İstanbul’dan iki çırak getirtecekler. Lüks lambasının altındaki masanın üstünde gâvurca mecmualar, Türkçe gazeteler bulunacaktır. Canım perdelerin kenarında sakallı insanlar bekleşecek, paravanayla ayrılmış kadınlar tarafında büyük esrarengiz aletler tavanlardan sarkacaktır. Bir bakır mangalda saç kıvırma aletleri ısınacak…

Ali Rıza akşamları kasa mevcudundan bir lirasını öz keyiflerine harcayabilecek: Bir galon şarap, yeni matbaa kokan gazeteler satın alacak. Bir nargile, sırmalı bir uzun marpuç, sonra belki ilk defa bir Türk berber kızının babası olacak. Kendisini şimdiden geniş, hür fikirli adam gibi görüyordu.

Dimitro:

— Peki Kondos, dedi, gelsin.

— Zanaatı çabuk öğrenir mi acaba?

— Senesine kalmaz. Kızların bu işe eli daha yatkındır.

— Öyle mi?

— Veve a…

— Ne zaman göndereyim,

Dimitrakimu?..

— Ne zaman istersen, vre Kondossi.

Kondos para vermeyi unutarak kapıdan dışarıya fırladı. Dimitro, “kızın haftalığından keserim”, diye düşündü.

Ali Rıza berber dükkânından çıkar çıkmaz havanın karardığını, poyrazın büsbütün hırçınlaştığını fark etti. Bu akşam balığa çıkamayacağını düşünerek üzüldü. Bir akşam gazetesi araştırmaya koyuldu. Hemen hemen her yer kapanmıştı. İskelenin taşlarına koca dalgalar vuruyordu. Rıhtım boyunca rüzgârın önüne doğru ilerledi. Hep aynı hulyaları kurdu: Yeni fikirli babanın kızına açtığı berber dükkânının hayali…

Bir insan geçebilecek kadar dar bir aralıktan bir kilisenin meydanlığına çıktı. Kilisenin önündeki bir elektrik lambasına doğru yürüdü. Bu lambanın altında kilise kapısına yahut zangoça ait gayet rahat, çok rustik iki kanepe vardı ki, bu kanepeleri bazen aydınlıkta sevişmeyi daha gösterişli bulan iki nişanlı, bazen de iki ihtiyar, dindar Rum karısı her zaman işgal eder. Bu kanepelerin boş zamanı ancak böyle herkesin akşam yemeğine oturduğu poyrazlı günlerdir. Kanepeye çöktü. Bir sigara yaktı. Kızı modistra olmak istiyordu. “Seni berber yapacağım Melek”, nasıl diyebilirdi?

Sigara bitinceye kadar eve girince nasıl hareket etmek lazım geldiğini düşündü. Olacak gibi değildi. Tekrar çarşıya indi. Tahta kepenklerinden ışık sızan bir dükkânın kapısını vurdu.

— Yanko be! dedi. Bana bir bardak şarap versene.

Yanko denilen adam iki parmağıyla bir para işareti verdi.

— Var! diye haykırdı Ali Rıza, var.

Öteki oturduğu yerden hâlâ kalkmıyor, gülümsüyordu.

Bütün ceplerini aradı. Ancak bir ikinci aramadan sonra bir şeyler buldu. Şarapçıya verdi.

Adam bir bira bardağına insana ılık hissi veren çay renginde şarap doldurdu. Ali Rıza bir hamlede yuvarladı. Dükkânın içinde gözleriyle bir şeyler aradı.

Şarapçı, bu aranılan şeylerin ne olduğunu anladığını anlatmak için gibi, bir dilim ekmeğin üzerinde ona bir balık kuyruğu uzattı. Dükkâncıya verdiği para bir ikinci şaraba yetiyormuş olacak ki, Yanko bu sefer eliyle para sayma işareti yapmadan bardağı doldurdu.

Ali Rıza ayakta onu da bir hamlede yuttu. Balık kuyruğunu ısırdı. Kılçıklarıyla yedi. Sonra yalvaran bir yüz, o mahalle çocuğu gözü haliyle:

— Yanko, dedi, doldur! Vallahi yarın veririm.

Şarapçı kadehi doldurdu. Bu sefer bir balık kafası uzattı. Bu bardağı Kondos hakiki, tam bir ayyaş haliyle ağır ağır, sindire sindire adeta emer gibi bitirdi.

Burasını poyraz tutmuyordu. Yakın bir binanın çıkıntısı mâni oluyordu. Yalnız Ali Rıza’nın ayaklarına kadar denizin serpintileri geliyor; paçalarından içeriye serseri rüzgârlar giriyordu. Vücudu, paçalarından giren rüzgârın girebildiği yere kadar buz gibi, yukarısı kış günü bir umum müdür odası kadar kaloriferliydi.

Son yudumu içerken kadehi uzun müddet kafasından yukarıda tuttu. Bu esnada kendisinde bir cambaz hali vardı. İçeride küçücük tezgâhların önünde iki müşteri onu süzüyorlardı. Ali Rıza o kadar komik bir vaziyet almıştı ki, bir tanesi dayanamadı:

— Doldur be Yanko, Kondos’a benden bir bardak! dedi.

Yanko tereddüt etti. Ali Rıza içince cıvıtırdı. Küfür ederdi. Cam kırardı. Yapmadığı kepazelik kalmazdı. En sonundaysa muhakkak dayak yerdi. Bu rüzgârda Ali Rıza’yı dövmek de meseleydi. Ya kazara denize uçarsa! Olur mu olurdu.

— Ne duruyorsun be, efendi emrediyor! Doldursana, zangoç tohumu!

Bu küfür Yanko üzerinde istenilen tesiri yapmıştı; bardağı doldurmadı. Ali Rıza fazla içmek istemiyordu, O da biliyordu ki, içince cıvıtacaktır, kızacaktır, lafını beceremeyecektir. Halbuki ona üç bardak şarap bir ittihatçı natıkası verirdi.

— Deminki kadehe say beyin ısmarladığını, dedi, sana borcum yok.

Gitmek ister gibi bir hareket yaptı. Döndü:

— Sana borçlanacağıma köpeğe borçlansam daha iyi, köpeoğlu köpek! dedi.

Arkasından Rumca bir küfür, bir şişe gibi atıldı. Tahta kepenkler kapandı. Şimdi Ali Rıza kızına vereceği nutku hazırlayarak tekrar klisenin meydanlığına doğru yürüyordu. Evden içeri adımı atar atmaz başlayacaktı:

— Kızım Melek! Sen maşallah adamakıllı kendini bilir bir kızsın. Beni iyi dinle: Ben bugün varım, yarın yokum. Bütün düşüncem sen, bir de Hikmet. Nerede o, daha gelmedi mi? Rıza Kaptan’la mı gitti? İyi öyleyse… Akşama paralı gelir. Tabii pay almıştır canım! Son vapurla buradadır.

Gelelim biz kendi işimize, dediğim gibi bu yalan dünyada ne ekersen onu biçersin. Sen adam olursan, ben mesut olurum. Bizim de başımızı sokacak bir yerimiz olur. Biz fıkara insanlarız Melek, biz kızımızla kısrağımızla çalışmalıyız ki ötekiler gibi olalım. Olmazsak işimiz bozuktur. Bunun burasında ihtiyarlık var, hastalık var… Elhamdülillah şimdi demir gibiyim. Her iş yaparım, aç kalmayız, kalmayız ama şurada -elinin geniş bir hareketiyle birtakım garip, eski, manasız eşyalar yığılmış, duvarları küherçileli, ıslak bodrumu gösterdi- şu it barınmaz yerde daha ne güne kadar oturacağız? Daha doğrusu daha ne zamana kadar tahammül edip de kendimizi iskeleden aşağı kapıp koyuvermeyeceğiz, malum değil! Öyle değil mi Melek?

Birdenbire tepeden inme asıl maksadına girmek lüzumunu hissetti:

— Seni berber yapacağım. Dimitro’yla konuştum, ne zaman istersen gidip çalışırsın. Bir seneye kalmaz sanatı kaparsın, fena sanat mı? Sen sanatı kaptın mı mesele yok… Ötesini bana bırak. Ben sermayeyi düzerim… ilâh…

Melek itiraz etmedi. İçini bir dükkân sahibinin hürriyeti, kış akşamı sıcak bir dükkân havası doldurdu. Kendi dükkânı: Siyah sakallı müşteriler, gözleri parlayan kırmızı, altın enseli delikanlılar, lüksün çıtırtısı, camların dışarısındaki poyraz, köpüklü deniz, dükkânın camlarına yapışmış buğular.

Bodrum katının duvarında sonradan babasının eliyle yapılmış bir merdiven asılı duruyordu. Onu Melek yerinden indirerek ilk giren için gayet esrarengiz, nereden, nasıl olduğu belirsiz, insan girecek kadar bir deliğin ağzına dayadı. Bir erkek çocuk bacaklarıyla merdivene tırmandı. Burası Melek’in odasıydı.

Küçük kız dizlerinin üstünde sürünerek yürüdüğü halde kafasını eğmeye mecbur kalıyordu. Minyatür bir camdan yumuşak bir aydınlık giriyor, odanın içinde hayal meyal bir kafes fark ediliyordu.

Bir kenarda serili olduğu belli olmayan bir yatağın üzerine küçük kız yüzükoyun kapandı. Bir çok üzüldüğü zaman, bir de iyi veya kötü şeyler düşünmeye karar verdiği zaman en küçük bir aydınlığa tahammül edemezdi. Kapkara bir yalnızlık içinde kendi vücudundan bile habersiz düşünmeyi pek severdi. Melek on dört yaşındaydı. Yüzü herhangi bir denizin ortasındaki adada yerli yahut melez bir ırk güzelliği taşıyordu. Fakat asıl güzel yeri vücuduydu. Hemen hemen bütün azasında o büyüyecek, kuvvetlenecek insanlara mahsus yaşa göre bir kocamanlık vardı. Ayakları büyüktü. Elinin parmakları uzun, hem kalıncaydı. Omuzları kendi yaşındaki erkek çocuk omuzlarından bile geniş, göğsü düz, yayvan…

Kuvvetli, güzel bir istikbal vaat eden her şeyine rağmen yüzü bir hasta yüzü kadar sarıydı. Dudakları soluktu. Yalnız gözleri büyük, canlı, hareketli, kurnaz, ışıklıydı.

Melek yüzükoyun yattığı yerde vücudunun kendisinin olmaktan çıktığını hissetti. Simdi onun yalnız kafası işliyor; öte tarafı asla işlemeyecek, kendisinden ayrı bir taş parçası haliyle yatıp kalacak, fakat kafasıyla, kafasının yaratacağı bir başka vücut, başka ayaklarla dünyada güzel bir şeye, güzel her şeye kavuşacak. Kendisini saçlarının arasında karanfillerle, bazen bir buruşmuş paltonun göğsüne takılmış bir gülle görüyordu. Saçlarının arasında karanfillerin yanında bir tarak vardı.

Melek yattığı yerden birdenbire kalktı.

Vücudunu kımıldatmazsa hareket etmeyi unutacağını sanmış gibiydi, Pencerenin önüne gitti. Camdan dışarıda yarı karanlık, dar bir kasaba yolu, ötede iki evin birbirine bitiştiği yerde bir şehir aydınlığına kavuşuyor, kavuştuğu yerde de bitiveriyordu. Oradan öteki âlem, balıkçı kahveleriyle, rıhtımda sallanan sandallarla, son vapura koşan hamallarla evdekinden daha fena değildi. Vapur gelir, vapur giderdi hiç olmazsa. Belki de Melâhat oradadır. Bahriye mektebi talebelerini uğurlamaktadır. Lacivert elbiseli, altın düğmeli çocuklar işaret ederlerdi Melâhat’a. Melâhat kırıtırdı.

“İskeleye kadar gitsem mi?” diye düşündü. Aşağıya seslendi:

— Baba saat kaç?

— Onu geçiyor olmalı.

Melek kendi kendine, “geç olmuş”, dedi. Tekrar yatağın üzerine atıldı. Yastığın altına elini soktu, uyudu.

Ali Rıza, kızı yukarıya çıktıktan sonra hafiften şarkı mırıldanarak nargilesini hazırlamaya koyulmuştu. Bodrumun kapısı açıktı. Rıza kapıya doğru baktığı zaman iki ayak, kapının önünde duruyor, eğiliyor, içeriye bakıyor.

Fakat böyle iki büklüm eğilmiş, yukarıdan gözüken insan çehreleri ne kadar tanıdık olsa yine tanınamıyordu. Bakan adam da geçip giderdi. “Kim baktı acaba?” diye söylenirdi. Sinirlenir, gider kapıyı kapardı. Melek’in babası odanın eşyasıyla hiç münasebeti olmayan güzel, yaldızlı bir kanepeyi bulunduğu yerden odanın tam ortasına getirip içine yerleşti: Nargile hazırdı. Marpuç, üç dört yerinden tamir edilmişti. Ama yine her tarafından duman çıkıyor, iyi nefes almıyordu. Kanepeye güzelce yerleşmişken yerinden kalktı. Odanın garip eşyası arasında bir şeyler aradı. Bir makara buldu. Bez parçalarıyla marpucun duman çıkan yerlerini sardı. Makara ipliğiyle güzelce bağladı.

Tekrar kanepeye, bacaklarını altına alarak yerleştiği zaman birdenbire bu akşam gazetesiz kaldığını hatırladı. Tekrar kalktı. Eski gazete

yığınlarından bir tane çekip yerine yerleşti. Gazeteyi açtı. Hem okuyor, hem dalıyordu: “Doğançay” İstasyonu’nda istasyon müdürüydü. Kocaman kayalar, akarsular, iki dağın ortasına sıkışmış küçük Çerkes köyleri, istasyon müdürünün sıcak odasının camlarına beyaz Gürcü yüzlerini yapıştırıp karanlık gözleriyle bakan o Çerkes kızları!

Bir aralık Doğançay’da istasyon müdürlüğü yaparken yine böyle bir koltuğa yerleşip gazeteler okuduğunu her zaman hatırlayacaktı.

O zaman nargile içmezdi. O tüy gibi Seferoğlu cıgara kâğıtlarına sarı, bir kabak içi kırmızısına kaçan Hendek tütünlerini sarar, sarardı. Oda sıcaktı. Bir dökme soba koca kavlan yarmalarını tüketir, tüketirdi…

Tren zamanı, Çerkes kızları yemiş satmaya geldikleri zaman istasyon müdürünün odasındaki saate bakmak için beyaz, kar gibi yüzlerini cama yapıştırırlardı. İstasyon müdürü onların burunlarını tutmak, sıkmak isterdi.

Gece, dağdan dağa çakal sesleri vurur, yakın şoseden tıkır tıkır, kara atlar üstünde süvariler geçerdi. Bazı geceler Çerkes köylerinin düğünlerinin brovning, parabellum sesleri gece yarılarına kadar yıldızlı, aydınlık Doğançay gecesini deler giderdi.

Tren, bacasından geceye sarı bir duman döker; büyük, canlı ejderha sesleriyle gelir; canavar sesleriyle kalkar; küçük kıvılcımlar dökerek Geyve Boğazı’nın içinde tutsalar sıkışıp kalacakmış gibi koşardı.

Onu tömbeki ile gazete, her zaman bu gençliğinin en büyük memuriyetinin büyük hazzına bırakır. Her zaman bu eski rüyayı görür. Fakat her zaman da bu güzel, eski rüyanın sonunda yeni, en yeni bir vaka, canını sıkacak bir şey hatırlamazsa yapamazdı. Bu şey sırasına göre biraz evvel yerinde gibi gözüktüğü halde biraz sonra boşluğu, manasızlığı hatırlanacak bir hadise olurdu. Mesela, bu akşam kızına verdiği nutuk gibi.

Bir utanma hissi duydu. “Ayıp be!” dedi. “Kıza neler söyledim. Ama haklıyım be! Hayır, ne hakkı? Neden haklıyım? Ne boş lakırdılardı onlar. Böyle mi söylemeliydim? Demeliydim ki: ‘Kızım! Biz, daha doğrusu ben, artık hamallık, balıkçılık yapacak vaziyette değilim. Her tarafım ağrıyor. Perişanım. Şu üstüme başıma bak! Bana vız gelir ama, senden utanıyorum. ‘Bak Melek’in babasına!’ diyecekler. Bir küçük dükkân açalım istersen. Ben biraz rahat edeyim. Birkaç sene sonra biz de bir ufacık ev alır -üç dört odalı bir şey- ikisinde biz otururuz, öteki odaları yazın kiraya veririz. Sen helal süt emmiş bir esnaf çocuğu bulur, evlenirsin, torunlarımı görürüm.’ Böyle söyleseydim herhalde daha iyi olurdu, daha düşündüğümü söylemiş olurdum” dedi kendi kendine.

“Ah bu yarım sarhoşluk! İnsanı yalancı ediyor, riyakâr ediyor, lafını şaşırtıyor. Bu kör olasıyı ya bir daha içmeyeceğim yahut zilzurna olacağım. Üç günde bir paket tömbeki benim neme yetmiyor? Şimdilik bu bile fazla ya!”

Gece ilerlemişti. Uzaktaki balıkçı sesleri kesilmiş, yalnız zaman zaman, belli belirsiz denizin sesi geliyordu.

Saat kaçtı acaba? Ali Rıza: “Naci de nerede kaldı?” diye düşündü. “Şehirden çoktan dönmüş olmalı. Herhalde bir kahvededir. Kahveler kapanmadı mı dersin? Ha, Sultana’nın kahvesi sabahçıdır. Belki de bir gırgırda ziyafet vardır.

Kafayı tütsülüyorlardır. Çapkın oğlan!” dedi. “Ya Hikmet? Hikmet nerede acaba? O da mı Naci’yle yoksa? Herhalde. Naci onu bırakmaz. Gelip uyusaydı bari çocuk! Allahın günü o hergele balıkçılara uşaklık eder. Ama içlerinden insanı da çıkmıyor değil ha! İşte kıçına şayak lacivert pantolonu veren ihtiyar çok insan bir adam. O Romanya’dan alınmış dağ ayakkabılarını Hikmete veren delikanlı da iyi çocuk ha!”

Hikmet’i bir kış günü Mütareke’de kanunken devriye gezdiği bir gece sokakta bulmuştu. Yedi yaşında ya var ya yoktu.

Zayıf, çelimsiz, beyaz, burnunun üstü çilli, sarı saçlı, muhacir çocuğu gibi bir şeydi. Alıp eve getirmişti. O zamanlar Boşnak karısı sağdı. Boşnak karısı Melek’in anasıydı. Doğançay’dan sonra Edirne taraflarında istasyon amiriyken aldığı karıydı.

Boşnak karısı amma da söylenmişti ha! “Kendi çocuklarına bakamazsın. Sokaktan çocuk toplarsın. Sokaktan çocuk toplamakla biter mi? Bari güzel bir şey olsa…” deyip deyip haykırmıştı.

Ona göre güzel şey şöyle bir şey olmalı: Kıvır kıvır zeytinyağlı saçları olmalı. Kafasında sirkeler pırıldamalı… Akşamları gaz lambasının altında Boşnak karısı ölen kızının bitlerini ne büyük hazla kırardı! Saatlerce ağzının kenarında bir zevkli salyayla o Horhor’daki evin geniş, soğuk odasında küçük kızla Boşnak karısını içi ezilerek seyrederken bütün Horhor Mahallesi’ni yakmamak için az mı arkadaşlarının gece nöbetlerini almıştı. Yangın geceleri evine koştuğu zaman ana kız kaç defa birbirinin bitlerini ayıklarken yakalamıştı. Akşamları az mı öğürtücü çiğ etlerle yapılmış yemekler yemişti. Neydi o, bakla, et, hıyar turşusu ve tarçınla yapılmış Sırp yemeği?

Boşnak karısı öldükten, Kondos memuriyeti bıraktıktan sonra aşağı yukarı on dört yaşlarında olan bu Hikmet eve bakmıştı. Gazete satmış, köprü başında gelene geçene takvim, mâni okutmuştu. Kondos seferberlikten sonra hastalanmıştı.

Hasta halinde ona, bu Galata’nın karanlık bir sokağında bulup eve aldığı Hikmet bakmıştı. Çıplak, ince, mor bacaklarıyla onun Horhor’daki evin pencere kenarındaki sedirin üstünde kafeslerin arkasında ne garip hislerle -kendine değil, onun zayıflığına acıyarak- doktora koştuğuna bakmıştı.

O zaman onu bir garip, yarım baş ağrısı yakalamıştı. Ateşi kırktan aşağıya düşmezdi. Hastalığının ismini hâlâ öğrenemedi.

O hastalıktan kalktıktan beri bazen nadir günlerde kafasında derin, yeri doldurulmaz bir boşluk, tam bir boşluk hissederdi. Öyle ki, bu boşluk bir gün devam edecek olsa insan mahvolurdu. Kafasındaki boşluk şöyle bir saat sürer; bir şey hatırlamaz, bir şey düşünmez, yüzü balmumu gibi sarı, gözleri bulanık dolaşırdı.

Adanın bütün tepelerini böylece dolaşmakla bu hal geçerdi. O zaman Yanko’nun dükkânının önünde kanı tekrar derisine yayılır, eski neşesini bulurdu.

İşte Hikmet, o zamandan beri hâlâ didinir. Kondos’a baba gibi, Naci’ye kardeş gibi sarılırdı. Yalnız Melek’le pek geçinmez, çok kavga ederler. Fakat Kondos’tan korkmadığı, Naci’yeyse kendisinden altı yaş ufak olduğu için hiç ehemmiyet vermediği halde Melek’in her sözünü yerine getirir, ondan garip bir çekingenlik duyar.

Ali Rıza derin bir uykuya daldı.

Hikmet “Medarı Maişet” isimli motora motorcu muavini olarak yerleştiği gün Ruhi Kaptan ona sarı bir tulum almış, ayaklarına, Dimitro’nun yanında haftalığı dört liraya çıkan Melek sağlam bir asker kaloşu hediye etmiş, onu bir güzel tıraş etmiş, kafasına Ali Rıza, arması taze takılmış fakat bir kasket geçirmişti.

Bu bahar gününde Hikmet, ömründe ilk defa giydiği, çoktan özlediği bu eşyayla yürümesini şaşırmıştı. Zayıf vücuduna tulum bol geliyordu. Alelacele yapılmış tıraşından aslında güzel olan kafası bir yolunmuş hal almıştı. Çenesini biraz öne eğerek, ensesini biraz kısarak ciddi yürüyüşü garip, külhanbeyceydi. Bunun için gelip geçen Hikmet’in arkasından gülüyordu.

Fakat o mağrurdur. İnsanların içine ilk defa çıplak bir yeri gözükmeden çıktığı için rahattır.

"

Medarı Maişet Motoru kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Medarı Maişet Motoru