Masalda, yaşadığı ada ile anakara arasındaki sakin denizde her gün tek başına balığa çıkan Uraşima adındaki fakir bir balıkçı anlatılır. Uraşima uzun siyah saçları olan genç ve yakışıklı bir adammış. Bir gün denizler kralının kızı yukarı bakıp da geniş gökyüzü dairesinden yüzerek geçen bir karaltıyı seyrederken, kayığının kenarından eğilen Uraşima’yı görmüş.

Dalgaların içinden çıkarak, kendisiyle birlikte denizin altındaki sarayına gelmesi için Uraşima’ya yalvarmış. Uraşima önce, “Çocuklarım evde beni bekler,” diyerek kabul etmemiş. Ama denizler kralının kızı nasıl reddedilir? “Sadece bir geceliğine,” demiş Uraşima.

Le Guin’in sekiz öyküden oluşan ve Dünyanın Doğum Günü kitabından on yıl kadar önce yazdığı İçdeniz Balıkçısı’nda, “Bilimkurgu Okumamak Üzerine” başlıklı bir giriş yazısı da yer alıyor. Her iki kitabında da ortak olan bazı olay, araç ve kavramları nasıl icat ettiğini anlatıyor yazar. “Çörtme teorisini” ya da “nıh uçuşu”nu merak edenlere tavsiye edilir.


GİRİŞ – BİLİMKURGU OKUMAMAK ÜZERİNE

Bilimkurgu okumayan insanlar ve hatta bilimkurgu yazanların bir kısmı, bilimkurguda kullanılan fikirlerin hepsinin uzay mekaniği ve kuantum teorisi ile sıkı bir bağdan kaynaklandığını ve sadece NASA’da çalışan ve video kayıt cihazını programlamayı bilen okurlar için yazıldığını varsayarlar veya öyleymiş gibi yaparlar. Böyle bir fantazi, yazarların kendilerini üstün hissetmelerini sağlarken, okumayanlara da okumamak için bir gerekçe vermiş olur. Bunu anlamıyorum; teknoloji fobisinin derin, konforlu, oksijensiz mağaralarına sığınarak zırlıyorlar. Bilimkurgu yazarlarının da çok azının “bunu” anladığını anlatmaya çalışmanın bir faydası yok bu insanlara. Biz de, videoya “Başyapıtlar Kuşağı”nı kaydetmeye niyetlendiğimiz halde, genellikle “I Love Lucy” dizisinin yirmi dakikası ile bir güreş müsabakasının yarısını kaydetmiş olduğumuzu fark ederiz. Bilimkurgu kitaplarındaki bilimsel fikirlerin çoğu ilkokulu bitirmiş herkesin eksiksiz anlayabileceği ve gerçekten bilindik şeylerdir; öte yandan zaten kitabın sonunda kimse sizi bu bilgilerden sınava tabi tutmayacak. Kaldı ki bu yazılanlar fark ettirmeden verilen bir mühendislik dersi falan da değildir. Matematik Şeytanının icadı olan “öykü şeklinde problemler” de değil. Öykü bunlar. Kendiliğinden ilginç, güzel, insanlık durumuna uygun olan bazı konularla oynayan kurgular sadece. Kaba ve kusurlu “bilimkurgu” adında dahi, “bilim”, “kurgu”nun hizmetindedir, “kurgu”nun anlamını tamamlayıcı bir işlevi vardır.

Mesela Karanlığın Sol Eli adlı kitabımdaki ana “fikir” bilimsel bir şey değildir ve teknoloji ile hiç alakası yoktur. Burada biraz fizyolojik hayal gücü vardır – bedensel bir değişim. Çünkü uyduruk dünya Gethen’deki insanların belli bir cinsiyeti yoktur. Zamanın çoğunda cinsiyetsizdirler, ayda bir kez kızışırlar, bazen kadın, bazen erkek olarak. Bir Gethenli hem bir bebek doğurabilir, hem de bir bebeğin babası olabilir. Şimdi, böyle bir şey uydurmak size ister tuhaf, ister uygunsuz, ister heyecan verici gelsin, bunu kavramak veya roman içinde ima ettiği şeyleri anlamak çok da bilimsel bir zekâ gerektirmez.

Aynı kitapta başka bir unsur da bir buzul çağının ortalarında olan gezegenin iklimiydi. Basit bir fikir: Soğuk; çok soğuk; hep çok soğuk. Dallanıp budaklanmalar, karmaşıklıklar ve akisler, hayal gücünün ayrıntılara inmesiyle ortaya çıkar.

Karanlığın Sol Eli’nin gerçekçi bir romandan tek farkı, okurdan o an için anlatı gerçekliğinde belirli ve sınırlı bazı değişiklikleri kabul etmesinin istenmesidir. Yani iki buzul çağı arasındaki ılıman bir iklimde, iki cinsiyetli insanlar arasında Dünya’da (diyelim ki Gurur ve Önyargı’da veya istediğiniz başka bir gerçekçi romanda) değil de, bir buzul çağında, erdişiler arasında Gethen’de bulunmuş oluyoruz. Bu arada her iki dünyanın da hayal ürünü olduğunu hatırlamakta fayda var.

Öğelerdeki bilimkurgusal değişiklikler ne kadar eğlenceli ve şık olsalar da esasen kitabın doğası ve yapısının gerektirdiği şeylerdir. İster romanda asıl peşine düşülen ya da keşfedilen şeyler olsunlar, ister bir metafor veya sembol görevi görsünler, bu öğelerdeki değişiklikler toplum ve karakter psikolojisi çerçevesinde, kurgu tarzında betimlemeler, olaylar dizisi, duygular, imalar ve imgeler yoluyla çözümlenir ve somutlaştırılırlar. Bilimkurgulardaki betimlemeler, varsayılan ortak deneyimlere hitap eden gerçekçi kurgudakilere nazaran, Clifford Geertz’in deyimiyle bir bakıma daha “yoğun”dur. Ama bunları anlamanın zorluğu, herhangi bir karmaşık kurguyu takip etmenin zorluğundan daha fazla değildir. Gethen dünyası daha az bildik bir yerdir, ama aslında Jane Austen’ın araştırdığı ve son derece canlı bir şekilde somutlaştırdığı iki yüz yıl öncesinin İngiliz sosyal yaşamına nazaran son derece basittir. Her ikisi de kelimeler dışında, yani bunlar hakkında okumak dışında şahsen deneyim edinebileceğimiz yerler olmadığından, her iki dünyayı da anlamak için biraz çabaya ihtiyaç var. Bütün kurgu eserler bize başka türlü erişemeyeceğimiz bir dünya sunarlar; bu dünyanın erişilmezliği ister geçmişte kalmış olmasından, ister uzak ya da hayali yerlerde geçmesinden, ister bizim başımızdan geçmemiş deneyimler hakkında olmasından, isterse bizi kendimizden farklı zihinlere götürmesinden kaynaklansın. Bazı insanlara göre dünyalardaki bu değişiklikler, bu tanışık olmama durumu, üstesinden gelinemez bir engeldir; bazılarına göre de bir macera ve zevktir.

Sürekli bilimkurgu okumasalar da en azından bir kere hakkıyla bilimkurgu okumaya çalışmış insanlar genellikle onu gayri insani, elitist ve kaçışçı bulduklarını söylerler. Bilimkurguların bütün karakterlerinin hem geleneklere uygun olmalarından, hem de olağandışı birer dâhi, uzay kahramanı, süper-hacker, erdişi uzaylı olmalarından dolayı bu kurguların gerçek insanların hayatta uğraşmak zorunda oldukları şeylere değinmekten kaçtığını ve böylece kurgunun temel işlevlerinden birini yerine getiremediğini söylerler. Jane Austen’ın İngilteresi bize ne kadar uzak olursa olsun, kitabın içindeki insanlar akla yatkın ve bir şeyleri açıklayıcı gelir – onlar hakkında okurken, kendimiz hakkında bir şeyler öğreniriz. Bilimkurgunun kendimizden kaçmaktan başka bize sunduğu bir şey yok mu?

Naylon karakter sendromu ilk bilimkurgularda gerçekten vardı, fakat yazarlar onlarca senedir karakterleri ve insan ilişkilerini araştırmak için bu edebi türü kullanıyor. Ben bunlardan biriyim. Tamamen hayal ürünü olan bir ortam, belirli bazı özellikler ve fırsatların yaratılması için en uygun ortamdır. Ama çağdaş romanların büyük bir bölümünün karakter romanı olmadığı da bir gerçek. Yüzyılın bu ucu, Elizabeth veya Victoria devirlerindeki gibi bir bireysellik çağı değil. Bizim gerçekçi yahut başka türlü öykülerimizde güvenilmez anlatıcılar, dağılmış görüş açıları, çoklu algılayış ve perspektifler bulunur; karakter derinliği ana değer olarak kabul edilmez. Olağanüstü metafor imkânlarıyla bilimkurgu birçok yazarı bireysellik sınırlarının ötesindeki bu araştırmanın en ön saflarına taşımıştır: Postmodernin yamaçlarındaki Şerpalar gibi.

Elitizme gelince, bu sorun bilimperestlikle ilgili olabilir: Teknolojik avantaj, ahlaki bir üstünlük zannediliyor. Yüksek teknokrasi emperyalizmi, kibri açısından eski ırkçı emperyalizme denktir; teknoloji düşkünleri bilginin/ağın içinde olmayanları, insan eliyle yapılmış doğru gereçlere sahip olmayanları yok sayarlar. Onlar proleterlerdir, yığınlardır, suratları olmayan hiçlerdir. Gerek kurgu, gerekse tarih kitabında hikâye onlarla ilgili değildir. Hikâye, gerçekten etkileyici, gerçekten pahalı oyuncakları olan çocukların hikâyesidir. Böylece zamanla “insan” denilen şey, son derece gelişkin ve hızlı büyüyen endüstriyel teknolojiye ulaşabilenler diye tarif edilmeye başlanıyor fiilen. “Teknoloji “nin kendisi de bu tür şeylerle sınırlanıyor. Ben, Keşiften önce Amerika Yerlilerinin hiçbir teknolojiye sahip olmadıklarını büyük bir samimiyetle söyleyen bir adamı kendi kulaklarımla duymuştum. Öyleyse fırınlanmış testiler hudayinabittir, sepetler yaz mevsiminde olgunlaşırlar. Machu Picchu da olduğu yerde bitivermiştir.

İnsanlığı, karmaşık bir endüstriyel gelişim teknolojisinin üretici-tüketicileriyle sınırlandırmak gerçekten acayip bir fikir, tıpkı insanlığı Yunanlılarla, Çinlilerle veya İngilizlerin orta sınıfının üst kesimiyle sınırlandırmak gibi. Biraz fazla sayıda insan dışarıda kalıyor.

Bununla beraber bütün romanlar insanların çoğunu dışarıda bırakmak zorundadır. Karmaşık bir teknolojiyle ilgili bir romanda (nasıl desek) teknolojik açıdan farklı türde olanlar meşru olarak dışarıda bırakılabilir; tıpkı orta sınıfın yaşadığı banliyölerdeki zinalar hakkındaki bir romanın şehrin fakirlerine önem vermemesinde veya erkek ruhuna odaklanmış bir romanın kadınları atlamasında olduğu gibi. Ama bazılarının bu şekilde dışarıda bırakılması, avantajın üstünlük anlamına geldiği, bütün toplumun orta halli beyaz sınıftan oluştuğu ya da hakkında kitap yazmaya değer tek varlığın erkek cinsi olduğu şeklinde de okunabilir. Bir şeyin atlanmasıyla verilen ahlaki ve politik mesajlar, bunları verme bilinci üzerinden meşrulaştırılırlar; yazarın kültürünün bu bilince izin verdiği kadarıyla elbette. Bu iş, eninde sonunda bir sorumluluk alma meselesidir. Yazarlık sorumluluğunun inkârı ve kasti bir bilinçsizlik elitizm adını hak eder ve gerçekçilik de dahil her türden kurguyu fakirleştirir.

Diğer dünyaların, uzay yolculuğunun, geleceğin, hayali teknolojilerin, toplumların veya varlıkların imgelerini ve mecazlarını kullandığı için bilimkurgunun yaşamlarımızla insani bir bağ kurmaktan kaçtığı şeklindeki yargıyı kabul etmiyorum. Ciddiyet sahibi yazarlar tarafından kullanılmış olan bu imgeler ve mecazlar bizim yaşamlarımızın imgeleri ve mecazlarıdır; bizim hakkımızda, varlığımız ve seçimlerimiz hakkında şimdi ve burada başka türlü söylenemeyecek şeylerin meşru bir şekilde kurgu yoluyla simgesel söylenişidir. Bilimkurgunun yaptığı şey şimdiyi ve burayı genişletmektir.

Siz neyi ilgi çekici bulursunuz? Bazı insanlar için, sadece diğer insanlar ilginçtir. Bazı insanlar gerçekten de ağaçları, balıkları, yıldızları veya makinelerin nasıl çalıştığını, gökyüzünün neden mavi olduğunu hiç umursamaz; onlar, genellikle de dinlerinin etkisiyle sadece insana odaklıdır; bu insanlar ne bilimi, ne de bilimkurguyu sevebilirler. Antropoloji, psikoloji ve tıp hariç tüm bilim dalları gibi, bilimkurgu da sadece insan odaklı değildir. Diğer varlıkları ve varlığın diğer safhalarını da içerir. Bilimkurgu, gerçekçi romanın en büyük konusu hakkında, yani insanlar arasındaki ilişkiler hakkında olabilir ama bir insanla başka bir şey arasındaki, başka bir çeşit varlık, fikir, makine, deneyim veya toplum arasındaki bir ilişki de olabilir.

Son olarak da, bazı insanlar bana, bilimkurgular kasvetli olduğu için bu kitaplardan kaçındıklarını söylüyorlar. Eğer felaket sonrası olabilecekler için insanlığı uyaran öykülere, birbirlerinden daha fazla zırlamayı marifet bilen yeni moda yazarlara ya da gevşek-metal-boş-sanal karakter ve ortamlı Kapitalist Gerçekçiliğe dayanan romanlara denk geldilerse bu anlaşılabilir bir şey. Ama bence genellikle bu suçlama okurun kendi zihnindeki bir ürkekliği veya bir karamsarlığı yansıtır daha ziyade: değişime güvensizlik, hayal gücüne güvensizlik gibi. Birçok insan gerçekten de tam anlamıyla tanımadığı herhangi bir şey hakkında düşünmek zorunda kalmaktan ürker veya böyle bir şey karşısında karamsarlığa kapılır; denetimini yitirmekten korkar. Zaten son derece iyi bildikleri bir şey hakkında değilse okumazlar, başka bir renkse nefret ederler, McDonald’s değilse yemezler. Dünyanın onlardan önce de var olduğunu, onlardan büyük olduğunu ve onlarsız da yoluna devam edeceğini bilmek istemezler. Tarihi sevmezler. Bilimkurguyu sevmezler. Tanrı onlara McDonald’s’ta yemek ve Cennet’te mutlu olmak nasip etsin.

Şimdi, insanların neden bilimkurgu sevmedikleri hakkında konuştuktan sonra, ben neden sevdiğimi söyleyeyim. Ben pek çok kurgu çeşidini, büyük ölçüde, hiçbiri tek bir türe has olmayan aynı özelliklerden dolayı severim. Ama bilimkurguda bulunan ve bilimkurguyla ilgili olarak sevdiğim şeyler özellikle şu meziyetlerdir: canlılık, genişlik, hayal gücünün kılı kırk yarması; oyunculuk, çeşitlilik ve mecaz gücü; geleneksel edebi beklentiler ve üsluplardan azadelik; ahlaki ciddiyet; akıl; heyecan vericilik ve güzellik.

Durun şu son kelime üzerinde biraz oyalanayım. Bir öykünün güzelliği düşünsel olabilir, tıpkı bir matematik ispatı veya billurdan bir yapı gibi; estetik olabilir, tıpkı iyi yapılmış bir eserin güzelliği gibi; insani, duygusal ve ahlaki olabilir; büyük ihtimalle de hepsi birden olacaktır. Yine de bilimkurgu eleştirmenleri hâlâ, bu öyküler sadece bazı fikirlerin açıklanmasıymış, sanki her şey düşünceyle ilgili “mesaj”dan ibaretmiş gibi davranıyorlar. Bu indirgemecilik, çağımızda yazılan pek çok bilimkurgunun incelikli ve güçlü tekniklerine, denemelerine ciddi şekilde ket vuruyor. Yazarlar dili postmodernistler gibi kullanıyor; eleştirmenler onların onlarca yıl gerisinde, dili tartışmıyorlar bile, seslerin, ritimlerin, tekrarların, kalıpların imalarına kulakları sağır – sanki yazının kendisi fikirler için sadece bir araçmış, ilacın etrafındaki jelatin kılıfmış gibi. Bu naiflikten başka bir şey değil. Üstelik en iyi bilimkurgularda en çok sevdiğim şeyi, yani güzelliği tamamen gözden kaçırmış oluyorlar.

BU KİTAPTAKİ ÖYKÜLER ÜZERİNE

Tabii ki kendi öykülerimin güzelliğinden bahsedecek değilim. Onu eleştirmenlere bırakıp fikirler hakkında konuşmama ne dersiniz? Mesajlar hakkında değil ama. Bu öykülerde mesaj yoktur. Bunlar kader kısmet çeken tavşanların çektiği notlar değil. Öykü bunlar.

Son ve en uzun üç öykü aynı düzenek hakkında: Var olan hiçbir teknolojiden yapılmış bir çıkarım değil; haklılığı var olan hiçbir fizik teorisiyle kanıtlanamaz; tamamen, mazeret kabul etmez biçimde inanılmaz bir fikir. Katıksız bir düzmece. Dedikleri gibi, katıksız bilimkurgu.

Yıllar önce ilk bilimkurgu romanlarımı yazarken galaksinin bazı yönlerden güçlüklerle dolu olduğunu fark etmiştim. Einstein’ın, hiçbir şeyin ışıktan daha hızlı gidemeyeceği teorisini kabul ettim (çünkü yerine koyabileceğim bana ait daha ikna edici bir teorim yoktu). Ama bu, uzay gemileri bir yerden bir yere gidinceye kadar mümkün olamayacak kadar uzun bir zaman geçmesi gerektiği anlamına geliyordu.

Allahtan, eğer bu gemiler ışık hızıyla ya da ışık hızına yakın bir hızla gidebiliyorlarsa, bu durumda Albert Baba, ışık hızına yakın bir hızda giden bir uzay gemisindeki yolcunun bunu neredeyse anlık bir yolculuk gibi yaşamasını mümkün kılan zaman genişlemesi paradoksunu da bizlere sunmuştu. Eğer buradan yüz ışık yılı uzaktaki bir dünyaya, ışık hızına yakın bir hızla gidersek, bunu birkaç dakikada yapmışız gibi algılarız ve gittiğimiz yere ancak birkaç dakika daha yaşlanmış varırız. Ama geride bıraktığımız dünyada ve vardığımız dünyada, bu birkaç dakikada yıllar geçmiştir.

Bu paradoks, yıldızlar arası yolculuk yapanların hayatları, ilişkileri, hisleriyle başa çıkmaya çalışmak açısından harika bir paradokstur ve bunu birçok öykümde kullandım. Fakat iletişimi berbat bir hale sokuyor. İnsan yüz ışık yılı ilerideki diplomatik memuriyet yerine varıyor, ama onu oraya yollayan hükümetin hâlâ iktidarda olup olmadığını ya da hâlâ o megathorium sevkiyatına ihtiyaçları olup olmadığını bilemiyor.

Eğer iletişim kuramazsak, pek öyle yıldızlar arası ticaret, diplomasi veya herhangi bir ilişki gelişemez. Oysa romanlar genellikle ilişkiler üzerinedir, insanlar arasında olsun veya olmasın. O yüzden ben yanıssalı icat etmiştim. (Sonra bunun şerefini, aletin nasıl çalıştığını bana anlatmak için çok uğraşan Anarresli Shevek’e verdim; ama önce ben icat etmiştim!)

Yanıssal Einstein’a karşı çıkıyor. Haber, maddesel bir şey değildir ve o yüzden (Ah. Bilimkurgusal “o yüzden”lere bayılıyorum!) yanıssal tarafından anında iletilebiliyor. Ne bir paradoks var, ne de zaman kayması. X’ten Y’ye yüz ışık yılı bir yolculuk yaptığımızda, Y’de bizi, X’in geçmiş bir asırlık tarihi bekler; bizi yollayan anarko-sendikalist ütopyacıların yerine kaçık teokratik bir diktatörlüğün geçip geçmediğini merak etmemize gerek yok. Gerçekten de onları yanıssal ile hemen arayıp öğrenebiliriz. Alo? Yoldaş? Hayır, ben kaçık bir teokratik diktatörüm.

Bilimsel olarak çok saçma da olsa, yanıssal sezgisel açıdan son derece tatmin edici bir şey, onu kabul edip inanması kolay. Neticede bizim dünyamızda bilgi ve haber, hatta telefondaki canlı seslerimiz bile maddeye sahip olmayan elektronik sinyaller olarak (görünüşte) anında dünyanın etrafında hareket ederken uyuşuk ve maddi bedenlerimiz onun çok gerisinden yürüyor, arabayla veya uçakla yetişiyor.

Tabii ki yanıssalın çalışmasını sağlayan da (görünüşte) bu. Ama kimse bugüne kadar bu konuda şikâyetçi olmadı. Ve zaman zaman yanıssalın başka birinin öyküsünde de boy gösterdiği oluyor. Yanıssal da tıpkı telefon, tuvalet kâğıdı gibi bir kolaylık.

İlk birkaç öyküde insansız uzay gemilerinin de anında yolculuk yapabildiklerini söylemiş veya ima etmiştim. Bu bir hataydı, sadece maddesiz varlıkların ışıktan daha hızlı gidebilecekleri yolunda kendi koyduğum kuralın ihlaliydi. Bir daha yapmadım ve kimsenin dikkatini çekmemiş olmasını umut ettim.

Ama insan hatalarına bakıp keşifler yapabiliyor; genellikle beklenmeyene yolu açan şey gayret değil de yanlışlar oluyor. Uzun bir zaman sonra bu insansız ve akla uygun düşmeyen gemileri düşünürken, ima edilen şeyde farklılığı meydana getirenin maddesel varlık değil de yaşam ya da akıl olduğunu anladım. İnsanlı bir gemi ile insansız bir gemi arasındaki tüm fark yaşayan bedenler, akıl ya da ruhtu. Bakın işte bu çok ilginçti. İçinde insan olan bir gemiyi ışıktan hızlı gitmekten ne alıkoyuyordu – yaşam mı, akıl mı, niyet mi? Peki insanları ışıktan daha hızlı götürebilecek yeni bir teknoloji icat edersen ne olur? O zaman ne olur?

Bu yeni uyduruk teknoloji en az yanıssal kadar imkânsız, ayrıca da sezgi-dışı olduğundan, uyduruk bir izahat bulmak için vakit harcamadım. Sadece ismini koydum: Çörtme teorisi. Yazarların ve ariflerin bildiği gibi, asıl olan isimdir.

Bir kez ismi bulunca hemen çalışmaya koyuldum; kelime hâzinesine bir hayli zaman ayırdım. Anında yolculuğun, sıçramanın neye benzeyebileceğim kurguyla izah edebilmek için kelimelere ihtiyacım vardı; bunu yaparken düzeneğin nasıl çalıştığının tek izahatının neye benzediği olduğunu ve kelimelerin yetmediği yerde sözdiziminin insanı doğrudan başka bir dünyaya götürüp sonra hiç zaman kaybettirmeden geri getirebileceğini fark ettim.

Çörtmeli üç öykü de üstkurgu örneğidir, yani bir öykü hakkındaki öyküler. “Şobilerin Masalı”nda yaşanan sıçrama, anlatım için bir metafor yerine geçiyor; anlatım da paylaşılan bir hakikati yapılandırmak için kullanılabilecek kesin olmayan, güvenilmez ama en etkili yolun metaforu niteliğini taşıyor. “Ganam’a Dans” öyküsünde güvenilmez anlatım teması ya da başka bir deyişle farklılık gösteren tanıklıklar devam ederken, ileri teknoloji mensubu kibirli kahraman dış merkeze alınıyor ve çörtme salatasına o harika sürüklenme teorisi de ekleniyor. Son olarak da “Bir Başka Masal”da -zaman yolculuğuyla ilgili benim az sayıdaki deneyimlerimden biri- aynı kişi hakkındaki, aynı zaman zarfında tamamen farklı ve tamamen doğru iki ayrı öykünün yarattığı imkânları keşfe çıkılıyor.

Bu öyküde çörtme teorisinin gereken teknolojiyi yaratmakta başarısız olduğunu, bizi bir zaman kaybına uğramadan, güvenilir bir şekilde X’ten Y’ye götüremediğini fark ediyorum; ama sanırım denemeye devam edecekler. Bizler, türümüz icabı çok, çok hızlı gitmekten hoşlanıyoruz. “Bir Başka Masal”da benim dikkatim, O gezegeninin hudutsuz duygusal olasılıklarla yüklü karmaşık ilişkiler ve davranışlara yol açan evlilik ve cinsellik ayarlamalarına takıldı. Bizler, türümüzden dolayı hayatı çok, çok karmaşıklaştırmaya bayılırız.

“Gorgonidlerle İlk Temas” veya “Kuzey Yüzü Tırmanışı” hakkında konuşmak istemiyorum – insanın yaptığı espriyi anlatmasından daha berbat bir şey olabilir mi? Öte yandan her ikisini de çok seviyorum. Komik öyküler, salakça öyküler ne büyük bir ihsan. İnsan böyle bir öykü yazmak için masa başına oturmaz, böyle bir şeye niyetlenilmez; onlar insanın ruhunun karanlık yanlarının armağanlarıdır.

“Kerasyon” bir atölye çalışması. Hepimize bir insan icadı ya da düzeni bir davranış veya âdet uydurma ödevi vermiştim; bütün bu maddelerin bir listesini yaptık, sonra hepimiz bunlardan istediğimiz kadarını kullanarak birer öykü yazdık. Vauti-tuber kolyeler gibi birçok acayiplik bu listeden kaynaklanıyor, tıpkı kumda heykel yapma ve insan derisinden flüt yapma kavramları gibi. Arkadaşım Roussel kendi icadını şöyle açıklamıştı: “Kerasyon kulakla duyulamayan bir müzik aleti.” Altı kelimede bir Borges öyküsü. Ben bundan birkaç yüz kelime çıkarttım ve bunu yapmaktan büyük zevk aldım, ama çok fazla da geliştirmedim.

Bu kitaptaki öyküler arasında “Newton’un Uykusu” ile “Her Şeyi Değiştiren Taş” bana en çok keder verenler. “Taş” bir mesel, ben meselleri pek sevmem. İçindeki hiddet öyküyü ağırlaştırır. Ama buradaki kilit imgeyi çok sevdim. Mavimsi yeşil taşıma daha hafif bir ortam yaratabilmiş olmayı isterdim.

“Newton’un Uykusu”na gelince bu, “tek bir görüş açısı ve Newton’un Uykusundan ırak olmamıza duacı olan Blake’ten alınma bir başlık. Dahası öykü Goya’nın olağanüstü eseri “Mantığın Uykuya Dalışı Canavarlar Doğurur” ile de bağlantılıdır. “Newton’un Uykusu” teknoloji karşıtı bir tenkit, teknoloji düşmanlarının kopardığı bir yaygara olarak okunabilir ve okunmuştur. Başta öyle olmasını amaçlamamıştım, daha çok uyarıcı bir öykü, yıllar boyunca okuduğum, uzay gemileri ve uzay üslerin- deki insanları dünyadakilerden daha üstünmüş gibi (bilerek ya da bilmeyerek burada elitizm sorunu yine karşımıza çıkıyor) tasvir eden birçok öykü ve romana bir tepki olarak tasarlamıştım. Ahmaklar sürüsü layık oldukları çamur içinde kalır, orada çoğalır ve sefalet içinde ölürken; video kayıt cihazlarını programlamayı becerebilen birkaç kişi bu süper temiz askeri dünyacıklarda, modern bir elverişliliğe sahip sanal cinsellikleriyle yaşarlar ve işte insanlığın geleceği bunlardır. Bu bana en korkunç geleceklerden biri gibi geliyor.

Öte yandan öykü bu konuyla sınırlı kalmadı; kendi sorunlarıyla birlikte zihnime yürüyüp gelen, endişeli, aklı karışık bir adam olan İzi karakteri sayesinde genişledi. Akla uygun olmayan şeylerin varlığını kabul etmeyen, başka bir deyişle hakiki inancın neden işlemediğini bir türlü göremeyen ve anlayamayan hakiki bir mümindi o. “Ganam’a Dans”taki Dalzul gibi İzi de trajik bir karakter, takdire şayan bir hilekâr, ama Dalzul’dan daha az azimkâr ve daha dürüst biri, o yüzden de daha çok ıstırap çekiyor. Aynı zamanda sürgünde; neredeyse bütün kahramanlarım öyle veya böyle bir çeşit sürgünde oluyor.

Bazı eleştirmenler İzi’yi dermansız bir günah keçisi, benim dillere destan kana susamış, erkek düşmanı feminist kinime kurban gitmiş biri saydıkları için önemsemediler. Nasıl isterseniz öyle olsun beyler. Gerici tepkinin kızışmış kinini ne yapalım peki? Ama okur İzi’yi nasıl görürse görsün öykünün uzay yolculuğu karşıtı olarak okunmuyor olduğunu umarım. Ben uzayın keşfedilmesi fikrini de, gerçeğini de çok seviyorum ve bütün bu düşünceyi daha az ukalaca bir antiseptik haline getirmeye çalışıyordum. Ben gerçekten de gittiğimiz her yere kendi çamurumuzu da götürmemiz gerektiğine inanıyorum. Biz çamuruz. Biz Dünyayız.

İÇDENİZ BALIKÇISI

GORGONİDLERLE İLK TEMAS

Grong Kavşağı kahramanı Bayan Jerry Debree güzel görünmeyi pek severdi. Tabii bu, kocası Jerry’nin iş bağlantıları için de çok önemli bir şeydi, ayrıca kendisine daha çok güvenmesini sağlıyordu, yani ambalajının yeni yapılmış, kirpiklerinin yerine güzelce yapıştırılmış ve kasadaki o tatlı kızın da söylediği gibi fosforlu allıklarının elmacık kemiklerini belirginleştirmiş olduğunu bilmek onu mutlu ediyordu. Ama bu çöl ısındıkça ısınıp, kızardıkça kızarıp da ortalık neredeyse, onun hep o Kötü Yer diye tahayyül ettiği yer gibi bir hal almaya başlayınca -gerçi burada o kadar insan yoktu, aslında hiç yoktu- insanın kendisini tazelenmiş hissetmesi, güzel görünmesi epeyce zorlaşmıştı.

“Acaba geçmiş olabilir miyiz?” demeye cüret etti sonunda. Ve derhal kocasının, bir an önce boşaltılması gereken öfkesini aldı karşılık olarak: “Yüz kilometredir şu siktiğimin çalılarından başka bi bok geçmediğimiz halde onları nasıl geçmiş olabiliriz? Ya Rabbim, sen hakkatten kafasızsın.”

Jerry’nin konuşma tarzı acınacak haldeydi. Bazen onunla konuşmak o kadar zor oluyordu ki. İçinde minicik, ufacık bir his, belki de kadınlara has altıncı hissi, kocasına Grong Kavşağı’nı tarif eden adamların onunla dalga geçmiş, ufak bir espri yapmış olabileceklerini söylüyordu. Kocası otelin barında, seyretmek için ta Adelaide’dan uçup geldiği Corroboree şenliklerinin kendisini ne kadar hayal kırıklığına uğrattığını bağıra çağıra anlatıp durmuştu. Gösteriyi Taos’ta seyrettikleri bir Kızılderili dansıyla kıyaslamıştı sürekli. Aslında orada da sıkılmış, bir şeyler içebilsin diye gösterinin ortasında kalkıp gitmek zorunda kalmışlardı ve Bayan Debree yüzleri maskeli adamların çıktıklarını bile görememişti, ama şimdi kocası yerli gösterisini ABD’de nasıl adam gibi tertiplediklerini anlata anlata bitiremiyordu. Bir-iki saçı başı dağınık aboyu ortalıkta atlatıp zıplatarak gerçek dünyadan gelen turistlere eve yazacak bir şey sunmuş olmuyorsunuz, demişti. AvustralyalIlar gelsinler de Disney World’ü bir ziyaret etsinler, bu işin nasıl yapılacağını görsünler, demişti.

Bu konuda onunla hemfikirdi; Disney World’e bayılırdı. Jerry artık ACEO (yani orijinal ve tıpkıbasım sanatsal kart koleksiyoncusu) olduğu için yaşamak zorunda kaldıkları Florida’da sevdiği tek şeydi. Bardaki AvustralyalI adamlardan biri Disneyland’i görmüştü, gerçekten de hoş olduğunu kabul etmişti; gerçi hoş mu demişti, boş mu demişti tam anlaşılmıyordu, oş gibi bir şey demişti. İyi bir adama benziyordu. İsminin Bruce olduğunu söylemişti, arkadaşının adı da Bruce’tu. “Burda bu ada çok rastlanır,” demişti, gerçi o ata, demişti ama ada demek istemişti, bundan oldukça emindi Bayan Debree. Jerry, Corroboree hakkında şikâyete devam edince ilk Bruce lafa karışmıştı: “Madem öyle, gerçekten işin aslını görmek istiyorsan Grong Kavşağı’na gidebilirsin, di mi Bruce?”

İlk başta Bruce onun ne dediğini anlamamış gibiydi, zaten Bayan Debree’nin kadınlara has altıncı hissi de o zaman uyandı. Fakat çok geçmeden her iki Bruce da bu yer hakkında konuşup durmaya başlamıştı; Grong Kavşağı, yani gerçekten çölde yaşayan gerçek aboların bulundukları ta “çalılığın” oradaki yer. “Alice Pınarlarının yakınında,” demişti Jerry bilgiç bilgiç, ama orası değil dediler; oradan daha batıda. Öyle detaylı yol tarifi verdiler ki, neden bahsettiklerini bildikleri belli oluyordu. “Sadece birkaç saatlik yol,” dedi Bruce, “ama bilirsiniz turistlerin çoğu bildik yoldan çıkmak istemez. Burası biraz daha içte kalıyor.”

“Müthiş gösteriler,” dedi Bruce. “Her gece Corroboree.”

Jerry, “Bari otel bu çöplükten iyi midir?” diye sorunca güldüler. Otel falan yok, diye açıkladılar. “Bu bir safari, yani yıldızların altında çadırlar. Hiç yağmur yağmaz zaten,” dedi Bruce.

“Gerçi yemek harikadır,” dedi Bruce. “Taze kanguru pirzolaları. Yani bunlar kangurularını günlük avlarlar. Akşam yemeğinden önce içkilerin yanında Whichetty larvaları yeniyor. Aslında lüks içinde mahrumiyet de denebilir, di mi Bruce?”

“Kesinlikle,” dedi Bruce.

“Bunlar, bu abolar dost mudur?” diye sordu Jerry.

“Hayatın tadı tuzudur bunlar. İnsana kral muamelesi yaparlar. Beyaz adamları tanrı zannediyorlar ya,” dedi Bruce. Jerry başıyla onayladı.

Böylece Jerry bütün yol tariflerini yazmış ve Corroboree için gittikleri küçük kasabada bulabildikleri tek araba olan eski pikapla yola koyulmuşlardı bile; gerçi artık yolun bir yol olduğu, sadece dümdüz uzanıp gitmesinden belliydi o kadar. İlk başlarda Jerry’nin keyfi yerindeydi. “Bu tam o Thiel piçinin burnuna sokulacak bi şey olacak,” demişti. Arkadaşı Thiel hep öyle Tibet gibi yerlere gidip harika maceralar yaşar, yaklarla birlikte çektirdiği videoları gösterirdi. Jerry bu yolculuk için çok pahalı bir video kamera almıştı, şimdi de, “Gidip azıcık abo çekeyim kendim için. Gidip o siktiğimin Thiel’i ile öküz arkadaşlarına göstereyim!” diyordu. Ama hem sabah, hem yol, hem de çöl ilerledikçe -her birkaç milde bir dikenli, cılız bir çalı öbeği olduğu için mi “çalılık” demişlerdi acaba- tıpkı çöl gibi ona da sıcak basmaya, o da kızarmaya başlamıştı. Bayan Debree’nin de morali bozulmaya başlamıştı, maskarası kirpiklerinde pişiyordu sanki.

Kendi kendine bir kırk mil (dört onun uğurlu sayısıydı) kadar sonra, “Dönsek mi acaba?” dese mi diye düşünmeye başlamıştı ki, kocası, “İşte!” dedi.

Önlerinde bir şey vardı, yok değil.

“Hiç işaret yoktu,” dedi Bayan Debree kuşkuyla. “Bir tepeden bahsetmemişlerdi, değil mi?”

“Haltetmişsin, o bi tepe değil, kaya… ne diyolardı ona… şu siktiğimin büyük kırmızı kayası işte…”

“Ayers Kayası mı?” Jerry plastik sanatlar konferansındayken Adelaide’daki otellerinin Avustralya’ya Hoş Geldiniz broşürünü okumuştu. “Ama orası Avustralya’nın tam ortasında değil mi?”

“Biz ne cehennemdeyiz sanıyosun? Avustralya’nın tam ortasında! Burası neresi zannediyordun, siktiğimin Doğu Almanyası mı?” Bağırmaya başlamıştı, hızlandı. Sinir bozucu şekilde düz olan yol onları doğrudan tepeye, ya da kayaya, ya da her neyse işte ona doğru ok gibi fırlatıyordu sanki. Burası Ayers Kayası değildi, Bayan Debree emindi ama Jerry’yi tedirgin etmenin bir âlemi yoktu, özellikle de bağırmaya başladığı zaman.

Kızılımsıydı, devasa bir tosbağa modeli Volkswagen’e benziyordu, sadece biraz daha topaktı; etrafında da insanlar olduğuna kuşku yoktu, ilk başta insanları gördüğüne çok memnun oldu. Bu mutlak tecritleri -iki saattir ne başka bir araba, ne bir çiftlik, ne de herhangi bir şey görmüşlerdi- onu korkutmuştu. Sonra yaklaştıkça insanlar ona biraz komik görünmeye başladı. Hatta Corroboree’dekilerden de komik. “Galiba bunlar yerli,” dedi yüksek sesle.

“Ne bok bekliyordun, Fransız olmalarını mı?” dedi Jerry ama bunu espri yapar gibi söylemişti, Bayan Debree de güldü. Ama “Aman! Tanrım!” dedi gayri ihtiyari, yerlileri net olarak ilk gördüğünde.

“Kocaman adamlar, değil mi,” dedi kocası. “Çalı adamlar diyorlarmış bunlara.”

Bu işte bir tuhaflık var gibiydi, ama o uzun boylu, zayıf, siyah-beyaz garip insanı görmenin şokunu atlatamamıştı hâlâ. Durmuş arabaya bakıyordu, ama Bayan Debree onun gözlerini görememişti. Kalın kaşları, orman gibi gür kirpikleri gözlerini saklıyordu. Sicim gibi siyah saçları yüzünün yarısını örtmüş, kulaklarının arkasından sarkıyordu.

“Bunlar… boyanmış mı?” diye sordu cılız bir sesle.

“Kendilerini hep böyle boyarlar.” Cahilliğinin küçük görülmesi, Bayan Debree’nin içine su serpmişti.

“İnsana benzemiyor bunlar neredeyse,” dedi, eğer İngilizce biliyorlarsa onları incitmemek için çok alçak bir sesle, çünkü Jerry arabayı durdurmuş, kapıları savurarak açmış, video kamerayı arayıp duruyordu.

“Tut şunu!”

Bayan Debree tuttu. Uzun boylu, siyah-beyaz insanlardan beş-altı tanesi sanki onlara doğru dönmüştü ama hepsi tepenin, kayanın ya da her ne idiyse onun dibinde bir şeyle çok meşgul görünüyorlardı. Çadır olabilecek bir şeyler vardı. Kimse onları karşılamaya falan gelmedi, ama gelmemiş olmalarından memnundu.

“Tut şunu! Allah aşkına ne cehenneme soktun… Tamam, ver şimdi buraya.”

“Jerry, acaba müsaade istesek mi,” dedi Bayan Debree.

“Kimden, ne için?” diye homurdandı kocası, kasetle cebelleşirken.

“Buradaki insanlardan… fotoğraf çekmekte bir sakınca var mı diye. Hatırlıyor musun Taos’ta demişlerdi ki fotoğraf çekince…”

“Bir-iki yerlinin sikindirik fotoğraflarını çekmek için izin mizin alınmaz! Yarabbim! Siktiğimin National Geographic’ine hiç bakmadın mı sen? Bok! İzinmiş!”

Bağırmaya başladığında onunla konuşmaya çalışmanın bir âlemi yoktu. Ayrıca insanlar onun yaptığı şeyi pek umursuyor görünmüyordu. Gerçi ne tarafa baktıklarını anlayabilmek pek kolay değildi.

“Sen siktiğimin arabasından inmeyecek misin?”

“Çok sıcak.”

Karısının sıcaktan, güneşte kalmaktan veya herhangi başka bir şeyden korkması Jerry’nin pek umurunda olmazdı, çünkü her zaman daha güçlü ve daha dayanıklı olmaktan hoşlanırdı. Aslında Bayan Debree yerlilerden korktuğunu bile söyleyebilirdi, çünkü kocası ondan daha cesur olmaktan da hoşlanırdı; ama bazen de korkmasına çok kızardı, hani Japonya’da o zehirli balığı ya da zehirli olma ihtimali hem olan, hem olmayan o balığı sadece korktuğunu söylediği için ona zorla yedirdiği ve Bayan Debree’nin kusup herkesi rahatsız ettiği zaman olduğu gibi. O yüzden kadın arabada kalıp motoru çalışır halde bıraktı ve yanındaki pencere açık olmasına rağmen klimayı da kapatmadı.

Jerry artık kamerasını omuzlamış, manzarayı tarıyordu: uzaktaki kızıl sıcak ufuk, içinde cama benzeyen parlak yerleri olan o garip kayamsı tepemsi şey, etrafındaki kara, yanıp kavrulmuşa benzeyen topraklar ve çevrede kaynaşan insanlar. En azından kırk-elli kişi vardı. Bu insanların, bir şey giyiyorlarsa bile, hangisinin giysi, hangisinin tenleri olduğunu ayırt edemediğini yeni fark etmişti, çünkü bu insanlar o kadar garip şekilliydi ve her yanları siyah-beyaz çizgiler ve noktalarla öyle bir boyanmış veya renklendirilmişti ki… Ama zebraların gibi değil de daha karmaşık desenlerle, hani sanki iskelet kıyafetleri gibi ama tam da değil yani. Ayrıca en az iki buçuk metreydiler ama kolları kısaydı, neredeyse kangurularınki gibi. Saçları da kafalarından her yana uzanan siyah iplere benziyordu. Üzerlerinde bir şey olmayan insanlara bakmak insanı utandırıyordu, ama hiç o türden bir şey gördüğü de yoktu. İşin aslı, bunların kadın mı yoksa erkek mi olduğunu da anlayamıyordu.

Hepsi kendi işleriyle veya merasimleriyle, ya da her neyse işte onunla meşguldü. Bazıları kocaman, ince, altın yapraklara benzeyen şeyler tutuyor, diğerleri de kablolarla, tellerle bir şeyler yapıyordu. Sanki konuşmuyorlardı ama havada sürekli hafif, davul gümbürtüsü gibi, vızıltı gibi, bir yükselen bir alçalan, derin bir ses vardı, sanki kedilerin mırıltısı veya uzaktan gelen sesler gibi.

Jerry onlara doğru yürümeye başladı.

“Dikkat et,” dedi Bayan Debree duyulur duyulmaz bir sesle. Jerry onu umursamadı, tabii ki.

Onlar da Jerry’yi umursamadılar, Bayan Debree’nin gördüğü kadarıyla; o kayıt yapmaya, kamerasını etrafta döndürmeye devam etti. İçlerinden bir-iki tanesine iyice yaklaşınca, ona doğru döndüler. Gözlerini hiç göremiyordu ama şöyle bir şey olmuştu: saçları sanki dikelmiş, Jerry’ye doğru eğilmişti – her biri aşağı yukarı otuz santim uzunluğunda, sanki Jerry’ye bakıyorlarmış gibi her yana eğilip bükülen kalın, siyah ipler. Bunu görünce Bayan Debree’nin kendi saçları da diken diken olmaya kalkıştı ve klimadan çıkan hava akımı terli kollarından aşağıya buz gibi indi. Arabadan çıkıp kocasına seslendi.

Jerry çekimine devam ediyordu.

Yüksek topuklu sandaletleriyle küllü ve taşlı toprak üzerinde elinden geldiğince çabuk ona doğru gitti.

“Jerry geri dön. Galiba…”

“Kapat çeneni!” diye öyle barbarca bağırdı ki bir an kadıncağız kalakaldı. Ama artık saçları daha rahat görebiliyordu; gözleri olduğunu ve hatta dışarı çıkıp giren minik dilleriyle ağızları olduğunu seçebiliyordu.

“Jerry dön geri,” dedi. “Bunlar yerli değil, bunlar uzaylı. Bu da onların uçan dairesi.” Sun mecmuasından burada, Avustralya1 da uzaylıların görülmüş olduğunu biliyordu.

“Kapat şu sikilmiş çeneni,” dedi kocası. “Bana bak bakayım, koca oğlan bana biraz hareket göster, ha? Öyle sap gibi durma. Dans eeet… dans eeeet, tamam mı?” Gözleri vizöre yapışmıştı.

“Jerry,” dedi Bayan Debree, sesi boğazında düğümlenerek, Uzaylılardan biri zayıf görünüşlü kolu ve eliyle arabayı işaret ederken. Jerry kamerayı tam Uzaylı’nın kafasına kadar soktu ve bunun üzerine Uzaylı elini kameranın lensinin üzerine koydu. Bu tabii ki Jerry’i çıldırttı ve bağırmaya başladı, “Çek şu boku!” Sonra Uzaylı’ya gerçekten baktı, kameradan değil, yüz yüze. “Ah, hay Allah,” dedi.

Hemen eli beline gitti. Hep bir tabanca taşımıştı, çünkü silah taşımak her Amerikalının hakkıydı ve üstelik bugünlerde ortalıkta o kadar fazla uyuşturucu bağımlısı vardı ki… Havaalanındaki kontrolden kendi yöntemleriyle kaçırmayı başarmıştı. Kimse onun silahını elinden alamazdı.

Bayan Debree neler olduğunu son derece açık bir şekilde gördü. Uzaylı gözlerini açtı.

Kara, kaba kaşlarının altında gözleri vardı; o âna kadar kapalıydılar. Şimdi açılmışlar, doğrudan Jerry’ye bakıyorlardı. Jerry bir anda taş kesildi. Orada öylece kalakaldı, bir eli kamerasında, biri de tabancasına uzanmış. Tamamen hareketsizdi.

Birkaç Uzaylı daha etrafına toplanmıştı. Hepsinin, saçlarının ucundakiler hariç gözleri kapalıydı. Saçlarının ucundakiler parlıyor, yanıp yanıp sönüyor, minik kızıl dilleri içeri dışarı girip çıkıyordu; o davul gümbürtüsü, vızıltı gibi ses de daha çok yükselmişti. Yılan saçların birçoğu Bayan Debree’ye bakmak için kıvrıldı. Dizlerinin bağı çözüldü, yüreği ağzına geldi, ama Jerry’ye yaklaşması gerekiyordu.

İki devasa Uzaylı’nın arasından geçip kocasına uzandı ve omzuna vurdu. “Jerry, uyan!” dedi. Jerry taş kesilmiş, felç olmuştu. “Ay,” dedi Bayan Debree, gözyaşları yüzünden akıp giderken. “Ay ne yapmalıyım, ne yapabilirim?” Etrafına, tepesine dikilmiş, beyaz dişleri görünen, gözleri sımsıkı yumulu, kıpırdanıp mırıldanan saçları ona bakan, uzun, ince, siyah-beyaz suratlara çaresizlik içinde baktı. Mırıltı hafifti, sanki bir ezgi gibi, kızgın değil de teselli eder gibi. İki uzun boylu Uzaylı’nın Jerry’yi, sanki minik, küçük bir çocukmuş gibi -ama kaskatı bir çocuk— hayli nazikçe kaldırıp dikkatle arabaya taşımalarını izledi.

Arka koltuğa uzunlamasına soktular ama sığmadı. Bayan Debree yardıma koştu. Arka koltuğu yatırdı ki yeterince yer açılsın. Uzaylılar onu yerleştirdiler ve video kamerayı da yanına tıktıktan sonra doğruldular, saçları minik pırıltılı minik gözleriyle kadına bakıyordu. Hafifçe mırıltı sesleri çıkardıktan sonra, çocuksu kollarıyla tekrar yolu işaret ettiler.

“Evet,” dedi Bayan Debree. “Teşekkür ederim. Hoşça kalın!”

Yine mırıltı sesi çıkarttılar.

Bayan Debree arabaya bindi, pencereyi kapattı, yoldaki o geniş yerde arabayı döndürdü – Bayan Debree bir kavşak falan görmese de bir tabela vardı, Grong Kavşağı.

Geri dönerken ilk başlarda tir tir titrediği için dikkatle sürdü arabayı, sonra gittikçe hızlandı çünkü Jerry’yi doktora yetiştirmesi icap ediyordu, ama bir yandan da bunun gibi uzun, dümdüz yollarda çok hızlı gitmeye bayılıyordu. Jerry şehir dışında araba kullanmasına hiç izin vermezdi.

Jerry’nin tüm bedeni felç olmuştu ve ömür boyu öyle kalacaktı; ama Bayan Debree önce TV’cilerle ve sonra da hakları almak isteyenlerle video kaseti üzerine sıkı pazarlık edip de zavallı Jerry’ye gece gündüz, yirmi dört saat, en âlâsından bir bakım sağlayamamış olsaydı adamın durumu daha da kötü olacaktı. İlk önce bütün dünyada “Uzaylılar Avustralya’nın Issız Bölgesine İndiler” diye yayınlandı ama sonra “Grong Kavşağı, Güney Avustralya: Gorgonidlerle İlk Temas” olarak gerçek bilim ve tarihin bir parçası haline geldi. Filmin seslendirmesinde nasıl onun, Annie Laurie Debree’nin, Uzay’dan gelen dostlarımız daha Canberra veya Reykjavik’e birer-elçi yollamadan önce onlarla konuşan ilk insan olduğu anlatılıyordu. Filmde tek bir yerde görünüyordu ama Jerry sanki biraz titretmişti, üstelik fosforlu allığı biraz silinmiş gibiydi ama olsun. Kahraman oydu.

"

İçdeniz Balıkçısı kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

İçdeniz Balıkçısı