Vedat Türkali’nin edebiyatımızda klasikleşen eseri Bir Gün Tek Başına, toplumun kargaşasında birbirlerine tutunan insanların dramını ve umudunu anlatıyor:

“Ağır ağır çıktı odadan, banyoya girdi, şofbeni yaktı, suyu açtı. Büyük bir gürültüyle akan suya baktı, elini tuttu, ılıktı tam istediği gibi. Fakat yine de bir türlü giremiyordu suyun altına. Değişmek istemiyorum da ondan. Bu suyla birlikte içindeki her şey akıp gidecek. Sonra yavaşça girdi. Hiçbir şeyin akıp gideceği yok. Ne kolay öyle! Korkaksın da ondan. Her şey hemen değişiversin istiyorsun. Sanki daha mı iyi olurdu? O zaman da peşinden koşar, bir türlü yetişemezdin. Şimdi de geri kalıyorum; bak şimdi de… Altından çekiliverdi, çok kızmıştı su. Gözlerindeki sabunları akıtmak için uzattığı eli bile zor dayanıyordu. Sende iş yok oğlum. Bu sıcak, beriki soğuk… Öteki sert, beriki yumuşak… Ömrünce sınırda kalacaksın. Sende iş yok oğlum, sende iş yok… Biraz ferahlamıştı. Şofbeni ayarladı, tekrar girdi suyun altına. Her vakit böyle olurdu. Sonunda dönüp dolaşıp kesinlikle kendini suçladı mı bitirirdi. Söyleyecek söz kalır mı? Ben, böyleyim… Bitti… Artık savunma bile boşuna. Değil mi ki değişmez… O vakit bırakırsın yaşamayı kendi yoluna, yürür gider. Sonra yine kımıldamaya başlar birikenler. Sonra yine kızgın su. Ya da bir diş ağrısı. Ola ki bazı görmeden bastığın asfalta yayılmış yemyeşil bir balgam. Bir vapurun kaçması…”


27 Mayıs 1960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar önce gizli komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir. Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri… Yaşam, Kenan’a kendini bir kez daha sınama olanağı verir. Vedat Türkali’nin ilk romanı 30 yaşında..


BİR GÜN TEK BAŞINA

BİRİNCİ BÖLÜM

I

İkinci katın merdivenlerine gelince durdu. Bir yorgunluk vardı üstünde. Bir iş de yapmadım bugün, havalardan belki de. Basamakları ağır ağır çıkmaya başladı. Sağ eli alışkanlıkla cebine girdi, anahtarı çıkardı. Üçüncü kata gelmişti. Durdu, kapıya, zile, üstte çakılı numaraya baktı. Ne sersem herifim ben, ilk geliyorum sanki. Anahtarı uzattı, yavaşça kilide soktu, döndürdü. Durdu. Kapı zilinin yanındaki adına takılmıştı. Heceledi. Böyleydi; içinde bir ağırlık duydu mu kendi adına kızardı en çok. Ne güzel adlar var dünyada. İçeri girdi, ağır ağır kapıyı kapattı.

— Kenan!..

Gözün aydın Nerminciğim, akşam oldu kavuştuk.

— Benim…

Tabak çanak tıkırtıları, yağ cızırtıları…

— Kusura bakma canım, gelemiyorum. Ellerim yağlı…

Ses çıkarmadan terlikleri geçirdi ayağına. Bir şey mi dedim gelmedin diye? Severim seni Nerminciğim, biliyorsun; gelmesen de severim biricik karıcığım. Salona geçti, koltuğa bıraktı kendini. Soyunup dökünmeye, yıkanmaya gücü yoktu. Uzandı, raftan bir kitap aldı. Yararı olur böyle durumlarda. Bir şeyler okursun. Dalar gidersin. Her şeyi unutursun çoğu kez. “Sadece okumaya yarıyorsa kitaptan iyi afyon yok!..” Sarp derdi ama, en çok da kendi okurdu hergele. Başka ne işe yarasın kitap?.. Bedri Rahmi’nin şiirleriydi elindeki. “Boşuna da alabalık boşuna” diyordu. Birkaç dize daha okudu isteksiz, yerine koydu. Ezbere biliyordu çoğunu. Boşuna da alabalık boşuna!.. Duvardaki Brueghel resmine takılıp kaldı. Bir dergiden kesmişti. Ne herif şu Brueghel!.. Nasıl alaylı bakar böyle acılı dünyaya?.. Şu iskeletlere bak!..

— Merhaba canım…

Nermin ellerini kurulamış, ovuşturarak geliyordu. Gülümseyerek baktı karısına. Nermin eğildi, dudağının kıyıcığından öptü karısını.

— Ne o? Bir şeyin var senin…

Saklayamazsın ki kadınlardan. Soğuk mu kaçtı?..

— Yorgunum biraz…

Kuşkulu baktı Nermin.

— O kadar mı?

— O kadar…

Başka ne olsun? Yorgunluk dendi mi iş güç, bulaşık, çamaşır senin için. Ya o hiç bitmeyecek sanılan şey. Brueghel resmine takılmıştı yine. Bir Kenan’a, bir resme baktı Nermin. Uzandı, düzeltti eğri duran resmi. Gülerek döndü Kenan’a:

— Hiçbir şey de kaçmaz gözünden, dedi. Kadın toz aldı mı hep böyle bırakır. Temizlik vardı bugün, biliyorsun…

Nasıl da anlarsın!.. Kalkalım, çatışacağız yoksa.

— Zeynep nerede?

— İçerde, ders çalışıyor. Gelir gelmez odasına kapandı. Sorma… Öğretmen ders vermiş!.. Ama ne şeker oldu Kenan. Siyah önlük, beyaz yaka…

— Gördüm…

Yatak odasına yürüdü koridordan.

— Çabuk ol da yiyelim Kenancığım. Her şey hazır…

Ses çıkarmadan geçti yatak odasına. Kapıyı kapattı. Yatağa uzanıvermek geliyordu içinden. Giysi dolabını açtı, aynada kravatını gevşetti ağır ağır. Tam çözüyordu ki Nermin kapıyı araladı.

— Soyunma Kenancığım, dedi çekingen, unuttum söylemeyi, Rasimler geliyor bu akşam. Refiş telefon etti demin.

Önce anlamamış gibi durup baktı karısına. Dudaklarını oynattı, güçlükle çıkıyordu sözler.

— Olmaz demedin mi? Bu gece olmaz demedin mi?

Bakıp duruyordu Nermin.

— Ne bileyim, sen…

Sonunu getiremedi. Yavaşça çekti kapıyı. Kenan ne yapacağını bilmeden kaldı bir an. Sonra yürüdü kapıya; boynunda gevşemiş kravatı sallanarak koridoru geçti. Allah hepinizin belasını versin! Rasim’inin de, Refiş’inin de, senin de… Telefonu çevirirken sövgüler kızgınlığın yarısını götürmüştü. Rasim çıktı.

— Rasim!..

— Sen misin? Söyle…

— Bize gelecekmişsiniz.

— Gelmeydim mi?

— Gelmeyin…

— Ne bokun var yine?

— Hemen yatacağım, iyi değilim.

— Kalkma bir daha da…

— Eyvallah!..

— Dur ulan kapatma. İki laf edelim.

— Halim yok.

— Hay patla!.. Yarın uğra bana…

— Olur…

Kapattı, kurtulmuştu. Hiç yoktan bir şey bu da… Yemek odasına baktı. Bekliyorlardır. Kravatını sıkıştırdı, odaya girdi. Yoktu kimse. Masaya oturdu. Biraz sonra Nermin, elinde yemekle göründü mutfaktan. Zeynep’e seslendi. Gülümseyerek bakıyordu Kenan’a. Niye böyledir bu kız? Gülümsemek zorunda mısın Nerminciğim?

— Senin gibi olamıyorum ben, dedi Nermin, Kenan’ı över gibi. Nasıl diyeyim gelmeyin?

Sakın olma benim gibi Nerminciğim; bir de sen oldun mu benim gibi, tamam. Zeynep girip de Kenan’ın yanağından öpücükler alınca bir şeyler değişecek gibiydi, değişmedi yine de. Zeynep oralı değildi. Şişkin yanağını boşaltıp Kenan’a baktı.

— Anlaşılıyor babacığım, dedi, sınıfı geçeceğim…

Nermin güldü birden. Kenan da gülümsedi ilk kez. Nermin, bunu beklermiş gibi kesik bir kahkaha attı. Zeynep’e baktı.

— Nasıl anladın kızım, dedi, ilk günden?..

Zeynep gülmüyordu.

— Çok seviyor öğretmen beni, dedi aynı inanmışlıkla. En öne aldı beni…

Tabak, çatal sesi, ağız şapırtısı başladı yine. Nermin, sessizliği bölmek ister gibi:

— Yarın akşamüstü inelim de, dedi, bir şeyler alalım seninle. Zeynep’in de pabucu yok…

Kenan üzüm yiyordu dalgın.

— Yarın işim var, dedi soğukça, sen alıver…

Sözünü bitirmeden telefon çalmaya başlamıştı. Zeynep fırlıyordu ki Nermin çekip oturttu.

— Sen yemeğini bitir bakayım…

Nermin’in yardımına yetişmişti telefon. Ağladı ağlayacaktı Kenan’ın sözüne. Alışık değildi bu davranışlarına Kenan’ın. Eskiden… Başını eğip kalktı masadan. Zeynep yemeği bırakmış, içerdeki konuşmaya kulak kesilmişti.

— İyiyiz anneciğim. Kenan da iyi, saygıları var… Sormayın, öyle şeker oldu ki anneciğim…

— Anneannem!., diye fırladı Zeynep.

Kenan yalnız kalmıştı. Kalktı, yatak odasına geçti çabucak… Ağır ağır soyunup ev giysilerini geçirdi. Ellerine baktı. Yıkanmamıştı eve gelince. Bu pis ellerle yemeğe oturduk. Neler derdik Zeynep yapsa!.. Her şeyimiz yalan… Yatarken yıkanırım artık.

Ağır ağır salona geçti. Nermin bulaşık yıkıyordu. Çanak, tabak sesleri, su şırıltısı. Daracık ev. Daracık mı?.. Anadolu’dan gelince Erenköy’de, kaynanasının evinde oturmak zorunda kalmışlardı dört yıl. Nasıl bayram etmiştik bu beş odalı evi bulunca, hem de Şişli’nin göbeğinde. Şimdi de ne daracık… Böyleyiz işte… Ne yapalım böyle olmayalım da?.. Değişeceğiz; yasa bu… Ne şiirler yazdık, ne söylevler çektik bir zamanlar. Değişmeyen tek şey değişmektir de bu ülke niye değişmez? Öööööyle durur! Değişmedi mi? Daha ne olsun? Değişti işte!.. Öfff, çileden çıkıyor adam… En iyisi düşünmemek!.. Kötü toprağa düşmüşüz bir kez. Başka ülkedekiler bizden daha mı güçlü sanki?.. Bu ülke… Başlama yine… Kitaplığın üstündeki Cumhuriyet’i aldı. Amerika, Nato, Kızıllar, Vatan Cephesi, Menderes, İnönü… Resimler, yazılar, dizi dizi karalar… Bıraktı gazeteyi. Elinde tepsi ile Nermin görünmüştü kapıdan. Kahveyi uzatırken:

— Çok selam söyledi annem, dedi… Göreceği gelmiş, hafta sonu gelseniz, dedi.

Kenan kahveyi yudumlamaya başladı ses çıkarmadan. Nermin bekler gibi durdu bir an, ağır ağır çıktı. Belli etmemeye çalıştı bir kırgınlığı var gibiydi. Kenan bir süre baktı ardından. Bu kız da bana küser. Ne yapsın?.. Bir-iki yudum kahve iyi gelmişti. Telefon çalmaya başladı birden… Sinirlenmeden kalktı, gitti telefona, koşarak giren Nermin’i görmemiş gibi eğildi, duvar dibindeki fişi çekti yavaşça, oracığa bıraktı. Yine aynı umursamazlıkla yerine dönerken dikilmiş kalan Nermin’e baktı.

— Zeynep yattı mı?

Bir an durdu Nermin yutkunur gibi;

— Yıkanıyor, dedi yavaşça, şimdi yatacak.

Döndü, çabucak çıktı odadan. Kenan dalgın bakıyordu ardından. Ne yapalım Nerminciğim? Sen de kırgın ol biraz. Ben nasıl kırgınım biliyor musun? Her şeye, herkese, başta kendime. Ne suçun var senin? Bende iş yokmuş. İki tokatlıkmış demek bütün direncim, inancım… Bu kadarı da çok! Bir şey yitirmedim ki inancımdan. Tokat da vız gelir. İnandım mı, koydum mu aklıma, her şey vız gelir. Müfettişe nasıl direndim Konya’da? Yalnız müfettişe mi? Bütün kente direndim tek başıma… Kentin kodamanlarına… Yıldırabildiler mi? Yolumu mu kesmediler, dövmeye mi kalkmadılar? Vız gelir bana… Bir not koparabildiler mi? Kimin oğlu olursa olsun, çakar, ne yapalım? Alır tasdiknamesini, o kadar. Bırak şimdi, o başka. O dayak da başka… Benzer mi… Polis müdürlüğündekine? Elin kolun bağlı, geçmiş karşına bir sürü namussuz herif; “Vatanı satıyorsun ha, ulan puşt, ulan eşşoğlueşşek,” diye. Şırraaak, şırraaak. Ayağa fırladı birden. On beş yirmi yıl önce genç bir üniversiteli iken yediği iki tokat ara sıra böyle yeniden patlıyor gibiydi yüzünde. Hele son günlerde öyle sıklaşmıştı ki çıldırmaktan korktu bir ara… Her seferinde de yirmi yıl öncesinin tam tersine, yılgınlık, ürkü değil, gittikçe artan bir kızgınlık, bir başkaldırma kaplıyordu içini. Hele biri, o namussuz, o kalın kaşlı polis, o orospu çocuğu… Yorgunlukla çöktü koltuğa yeniden, başını arkaya yasladı, gözlerini kapatıp kaldı öylece. Biraz sonra kapı açılıp da Zeynep “iyi geceler” demek için girdiğinde, dalmış gibiydi. Zeynep babasına doğru çekingen bir-iki adım attı. Arkadan gelen Nermin tuttu Zeynep’i.

— Bırak canım, diye fısıldadı, baban yorgun, gel!..

Yavaşça çektiler kapıyı. Kenan gözlerini açıp bir süre anlamsız baktı kapıya. Zeynep’i de görmek istememişti ilk kez. Kalktı koltuktan, çabuk çabuk yürüdü, koridoru geçti. Yatak odasına girince hemen köşede, pencere yanındaki küçük çalışma masasına oturdu. Lambayı yaktı. Dün gece başladığı bir Dostoyevski romanına uzandı. Sonra birden elinin tersiyle itiverdi. Çekmeceden kâğıtları çıkardı. Baskıdaki bir muhasebe kitabının provaları idi bunlar. Matbaacı sıkıştırıp duruyordu. Bugün de gelmişti. Şunları bitirebilsem ne iyi olacak. Keşke ben almasaydım üstüme. Pekâlâ Matmazel yapıyordu. Ukalalık… Karıştırmaya başladı kâğıtları. Nermin’in girdiğini duymamıştı. Nermin, ağır ağır bluzunu çıkardı. Yatağı açtı. Kenan bir baktı, kâğıtlarına döndü yine. Nermin, Kenan’a doğru durdu.

— Çalışacak mısın?..

— Şu düzeltmeleri bitireyim diyorum.

Bir an sessizlik oldu. Nermin kararsızlık içinde bir kocasına, bir yastığa baktı. Tam soyunacağı sırada vazgeçmiş gibi Kenan’a yaklaştı. Eğildi, arkasından, şakaklarından öptü birdenbire.

— Neyin var canım? Ne olursun biraz konuş benimle… Konuşalım. Eskiden seninle biz…

Sonunu getiremedi. Üzüntüyü yenmeye çalışan bir sevecenlik vardı yüzünde. Kenan dönmüş bakıyordu.

— Ne konuşalım?

Buz gibi soru karmakarışık etmişti Nermin’in yüzünü.

— Ne mi konuşalım?..

Bir an bakıştılar. Kenan kararlı, sanki çok haklıymış gibi dimdik bakıyordu. Nermin’in dudakları titredi. Hep böyle olurdu. Ağlamaktan korkarak başını çevirdi. Kenan’ı da en çok kızdıran şeydi bu. “En çirkin saldırış,” derdi buna. Nermin de bildiği için bunu, saklamaya çalışır, beceremezdi. Döndü, yatak örtüsünü çekti, yorganı düzeltti. Sesindeki titrekliği örtmeye çalışıyordu.

— Demek konuşacak hiçbir şeyimiz yok Kenancığım? Ne mutlu sana eğer gerçekten böyle düşünebiliyorsan, rahatsan böyle…

Tıkanıyordu. Kenan umursamazlıkla baktı. O kadar çok konuştuk ki. Hepsi boşuna. Umudum kalmadı artık.

— Rahatım, rahatımın bozulmasını da istemiyorum.

Ara sıra böyle çatıştıkları olurdu. Eskiden “bıkkınlık kavgası” derdi Kenan buna, alaya alarak. Fakat 1959’un sonbaharında başka nedenleri olduğunu da iyice anlamaya başlamıştı. Yalnız on dört yıllık evlilikle yıpranan değil, bu evlilikle birlikte bitti, yok oldu sandığı şeyler de kımıldıyor, aralarına giriyordu artık.

— Yine ölü gördün galiba…

Acı bir alayla söylenen söz Kenan’ı deliye döndürmüştü. Ayağa fırladı. Böyle korkunç anlarında olduğu gibi kekelemeye başladı.

— Evet… Ölü gördüm yine…

Nermin ürktü, bu durumu yaratmak istememişti. Arkası dönüktü Kenan’a. Düzeltme, önleme çabası içinde pek de düşünmeden:

— İstersen başka yere taşınalım, dedi. Şişli Camisi’nin önünden geçtikçe ölü görür insan.

Kenan bağırmaya başladı:

— Yolumuzu değiştirelim, rahat edelim. Biz görmedik mi tamam… Bizim rahatımızdan daha önemli ne var bu dünyada?

Nermin döndü, kesik kesik soluyordu. Kenan’la karşı karşıya gelmiş iki düşman gibiydiler.

— Ne demek istiyorsun anlamadım. Ben miyim rahatından başka bir şey düşünmeyen?..

— Düşündüğünü mü sanıyorsun?

Nermin kaskatı kaldı.

— Ne budalasın… Sen ne budalasın… Sen…

Sonunu getiremedi. Birden döndü, hıçkırarak yatağa kapandı. Sarsıla sarsıla ağlıyordu. Kenan deliye dönmüştü. Fırladı birden, başucuna dikildi. Tırnakları avucuna geçecek gibi yumruklarını sıkmış, dişleri kenetlenmişti. Bütün göğsünü kaplayan bir ağrı içinde bağırmaya başladı:

— Sus, sus diyorum. Anlıyor musun?.. Sus… Kötü bir şey çıkacak elimden, sus diyorum.

Öyle garip, öyle sağlıksız bir bağırıştı ki bu, hıçkırıklarını tutmaya çalıştı Nermin. Göz ucuyla, çekinerek Kenan’a baktı, kocasının yüzünü hiç bu kadar dağınık görmemişti. Ürktü. Bitkin başını yastığa bırakıverdi. Hıçkırıklarını zorla tutmuş, derin derin içini çekiyordu. Boşalıvermişti Kenan. Ağır ağır döndü. Pencereye doğru bir-iki adım attı. Az kalsın hiç yapmadığı bir şey yapacak, öldüresiye dövecekti karısını. Durumunu böyle apaçık görünce yıkılıverdi birden. Karyolanın ayakucuna ilişti. Ne içinde, ne dışında bir şeyi görmeden öylece kaldı bir an. Sonra yavaş yavaş ayılır gibi bakındı. Masa, gölgeli lamba, kitaplar, perdeler, Nermin’in iç çekişleri belirdi ağır ağır. Bir şeyler söylemek, bağırmak geliyordu içinden. Kalktı. Nermin’e döndü. Nermin de doğrulmuştu. Arkası dönük, mendilini çıkardı; gözlerini, sonra gürültüyle burnunu sildi. Yatağı iyice açtı, soyunmaya başladı. Artık bu çatışmayı bitirmeye kararlı olduğu belliydi. Yine kavgadan kaçmıştı. Kenan, çakılıp kalmıştı sanki. İşte böyle yarım bırakır insanı. Ne olur sonuna kadar savaşsan… Haksız olduğumu göstersen. Kırsan, yıksan beni. Ya da benim gerçeğimi biraz sen de duysan. Bak yastığı bile nasıl düzeltir. Umutsuz bir saldırıya geçti Kenan:

— Herkes rahatsız, her şey karmakarışık ülkede; biz rahatız ya, oh…

Nermin eteğini çıkarıyordu. Çatışmak için yoklandığını anladı. Bir an durdu, oyuna gelmekten kaçıyordu. Yine de tutamadı:

— Kendi dertlerimizden kurtulamıyoruz, bir de bütün ülkenin derdini yükleneceğiz.

Ne kolay, ne rahat söyleyivermişti. Doğruluğuna da bir şey diyemezsin? Öylesine pratik, kestirme, içten… Kenan, ne diyeceğini bilmeden bakıyordu. Her söyleyeceği gülünçtü, söylevcilikti artık… Vıcık vıcık, kaygan bir alanda adım atmaya korkan pehlivan gibi zınk diye kalıvermişti. Kımıldasa düşüp rezil olacaktı sanki. Nermin bir an sutyen, kilotla kalmıştı. Her vakit yakın, kendinin bildiği bu sıcak, dipdiri çıplaklık bir kartpostal düzlüğünde, soğukluğundaydı. Nermin, çabucak geceliğini giyiverdi, yatağa girdi, yorganı çekti. Sağına dönmüş, yüzünü yastığa bırakıp öylece kalıvermişti. Yapacak bir şey yoktu ki artık. Tek başına sürdüreceksin. Kenan, ağır ağır masasına döndü. Demin düzeltmeyi düşündüğü kâğıtları iteledi. Ne olduklarını da unutmuştu. Bir an öylece kaldı… Düşüncesizce uzandı, masa lambasının düğmesine bastı. Yaptığı işi lamba sönünce anlamıştı. Yine bastı düğmeye. Birden yayılıveren ışığı değil, beyaz duvar ve kitaplar üzerindeki abajurun gölge çizgisini görüyordu. Bu çizgi, işte, ışığın öte yana geçmesini önlüyor. Karanlıkta öte yan. Bu çizgi olmasa karanlık da olmayacak. Bu çizgi… Zihni haylaz bir yumurcak gibi elinden fırlayıp kaçıyordu. Zorla yakalayıp çekiştiriyor, yine kaçıyordu elinden. Yaşamım bu kara çizgi üzerinde… Off… Baba’nın bir sözü geldi aklına: “Taşları sürekli dönen bir değirmendir kafa dediğin, ya evlat, arasına bir şey koymadın mı kendi kendini öğütür, sakatlanır. Ya evlat!” Her sözünü böyle “ya evlat”la bitirirdi. Yine sürgünde midir ki? Şimdi 70’inde falan olmalı. Beyaz saçları, köşemsi buruşuk yüzü, ışıklı alnı, küllerin örtemediği bir kıvılcım gibi parıldayan gözleri, ufak tefek yapısını aydınlatır, bir görkem kazandırırdı. Elli yıldır savaşıyor adam. Yaa evlat… Birden durdu, bir ses duyar gibi olmuştu. Nermin’in kısık hıçkırıkları idi bunlar; yorganı ağzına çekmiş, için için ağlıyor olmalıydı. Öyle anlamsız geldi ki bu sesler ona, dönüp bakmadı bile. Unutuverdi. Ne kadar geçtiğini anlayamadı, bir süre sonra kendini dün akşam başladığı romanın ortalarında buldu, “…koşması… Şiir olarak ne var bunda? Hani bunun zekâsı, insanın görmediği inceliği nerde?.. Ahlak nerde?.. Şaşıyorum doğrusu!..” Yejevikin hayran hayran: “Sana bu sözler için yüz ruble borcum olsun, Foma Fomiş!” dedi. Sonra bana eğilerek: “Acaba zırnık verir miyim ona?..” diye fısıldadı. “Ama ne yaparsın, herife yaltaklanmak lazım… Ama ne yaparsın herife yaltaklanmak lazım, ama ne yaparsın herife yaltaklanmak lazım, ama ne yaparsın herife yaltaklanmak lazım, ama ne yaparsın herife yal…” Kitabı itti, birden ayağa fırladı. Tekme atmak geliyordu içinden lambaya, masaya… Ama ne yaparsın… Durulmaya çalıştı. Nermin’e döndü. Yaklaştı. Uyumuş olmalıydı. Ağzına kadar çektiği yorgan belli bir düzenle, soluma sesiyle ağır ağır kalkıp iniyordu. Yavaşça eğildi. Nermin’in yüzünde kurumuş gözyaşları, alnına, şakağına yastığa dağılmış gür kumral saçlar, etli dudaklarının üstündeki minicik burun birden kızgınlığını dağıtıvermişti. Demek iş gözlerde. Apaçık baktılar mı, hele bir şey soruyormuş gibi baktılar mı tamam… O zaman arkasını dönse de bakar, “Kendi derdimizden kurtulamıyoruz, bir de bütün ülkenin derdini mi yükleneceğiz?” der bakar. Öteki odaya gitse yine bakar. Şimdi de bakıyordur. Nermin kesik kesik içini çekti birden. Sanki yeniden ağlamaya başlayacakmış gibi gerildi yüzü. Dudakları titrer gibi oldu. Kenan’ın irkilmiş bakışı altında bir an kaldı öylece, sonra yine düzenli solumayla birlikte gelen uyku… Kenan’ın ta içinde birçok şey değişivermişti sanki. Zavallı kızcağız… Kim çeker benim kahrımı senden başka?.. Ağır ağır çıktı odadan, banyoya girdi, şofbeni yaktı, suyu açtı. Büyük bir gürültüyle akan suya baktı, elini tuttu, ılıktı tam istediği gibi. Fakat yine de bir türlü giremiyordu suyun altına. Değişmek istemiyorum da ondan. Bu suyla birlikte içindeki her şey akıp gidecek. Sonra yavaşça girdi. Hiçbir şeyin akıp gideceği yok. Ne kolay öyle! Korkaksın da ondan. Her şey hemen değişiversin istiyorsun. Sanki daha mı iyi olurdu?.. O zaman da peşinden koşar, bir türlü yetişemezdin. Şimdi de geri kalıyorum; bak şimdi de… Altından çekiliverdi, çok kızmıştı su. Gözlerindeki sabunları akıtmak için uzattığı eli bile zor dayanıyordu. Sende iş yok oğlum. Bu sıcak, beriki soğuk… Öteki sert, beriki yumuşak… Ömrünce sınırda kalacaksın. Sende iş yok oğlum, sende iş yok… Biraz ferahlamıştı. Şofbeni ayarladı, tekrar girdi suyun altına. Her vakit böyle olurdu. Sonunda dönüp dolaşıp kesinlikle kendini suçladı mı bitirirdi. Söyleyecek söz kalır mı? Ben, böyleyim… Bitti… Artık savunma bile boşuna. Değil mi ki değişmez… O vakit bırakırsın yaşamayı kendi yoluna, yürür gider. Sonra yine kımıldamaya başlar birikenler. Sonra yine kızgın su. Ya da bir diş ağrısı. Ola ki bazı görmeden bastığın asfalta yayılmış yemyeşil bir balgam. Bir vapurun kaçması… Tutunarak koştuğun dolu bir tuvaletin kilitli kapısında kalıvermen… Yirmi yıl önce de müdüriyette patlattıkları iki tokatla bitiverdik. Sende iş yok oğlum, sende iş yok… Haksız mı Rasim?.. Yalan mı söyledikleri?.. “Eline sağlık o herifin, iki tokatta adam etmiş seni, haddini bildirmiş… Yoksa kim bilir ne boklar yerdin de altından da kalkamazdın.” Sonra pis kahkahası… Doğru, kalkamazdım… Sudan çıkıp da buğulu aynayı eliyle silince alnına yapışmış saçlarına takıldı. Yüzündeki su damlacıklarını sildi. Doğru mu söylüyorum gibisine gözlerine baktı, yeşil yeşil, anlamsız. Peki bu ülke hiç mi?.. Birden vazgeçti her şeyden. “Kendi derdimiz yetmiyor, bir de ülkenin derdini…’” Gördün mü ne güzel oluyor böyle?.. Ne rahat… Kurulanırken ıslık çalmak geldi içinden… Olmadı… Ses çıkmıyordu, bükemiyordu dudaklarını sanki… Yaşlandım, artık kolay atlatamıyorum kendimi… Üstünde bornozu ağır ağır çıktı banyodan… Yatak odasına geçti. Nermin uyanır gibi olmuştu. Bir şeyler mırıldandı uyku arasında, sonra yavaşça öteki tarafa döndü, yine uyumaya başladı. Bütün gün öyle yoruluyor ki… Allah kahretsin bu ev işlerini… Yatağın kenarına ilişti. Yastığa dağılmış gür saçları… Titriyormuş gibi duran minicik kulak memesi… Ne çok sevdim bu kızı… Yine de seviyorum. Bir kez çok güzelsin… Yalnız ağladığın zaman çirkinsin. Her şey bitip de seni ağlar düşündüğümde de güzelsin. Hele sıcaklığın… Üşümek nedir bilmeyen dudakların… Yavaşça uzanıverdi, yüzünü yastığa koydu, bir uyku soluması içinde kımıldayan karısına bakmaya başladı. Ne suçun var senin?.. Ağlayıp zırlayan bir çocuğa isteklerinden vazgeçsin diye verilen elmaşekeri kadar suçsuzsun. Ama sen beni yedin isteklerimden vazgeçmem için. Çocuğu yiyen elmaşekeri… “Kimine para, kimine kadın, kimine hapis yaaa evlat…” “Devran kurnaz yaaa evlat…” Suçlusun! En az benim kadar suçlusun! Koskoca Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirmiş kız… “Devletlerarası denge”yi ne güzel bellemiştin… Unutturuncaya kadar… Belki de unutmamışsındır. Sen bana unutturdun… “Devran kurnaz yaaa evlat!” En son sözü bu olmuştu Baba’nın. 1946’da otobüste rastlamışlardı. Nermin’leydiler. Yeni evlendikleri günlerdeydi. Evlenmelerine biraz takılmış, sonra adresini vermiş, “Gelin,” demişti. Unkapanı’nda, indiği arabaya dönüp bakmadan kalabalığa karışmıştı. Kalabalıkta uzaklaşan bembeyaz saçlı başı… “İstersen gidelim”, demişti Nermin. “O ki bu kadar sevip saydığın biri.” Ah, gitme demeliydin ki… Tartımlı soluması yavaşlayıp durmuştu Nermin’in. Uyandı mı? Suçüstü yakalanma korkusu. Bir an geçti öylece. Ağır ağır döndü Nermin. Yüz yüzeydiler; gözlerini araladı. Kocasının öylece kendine baktığını görünce anlamsız bir-iki kırpıştırdı gözlerini. Dudaklarını alışkanlıkla kımıldattı, bir öpücük gönderdi. Kinsiz, kavgasız, ola ki sevgisiz. Gözlerini kapattı, öylece kaldı, sonra yine açtı ağır ağır. Baktı, baktı… Bilinçliydi artık. Sevgiyle dolu bir gülümseme kapladı yüzünü. Bir uykuda unutmuştu olup bitenleri, öylece bakışıyorlardı. Hangisi başlamalıydı önce? Her vakit Nermin başlar, ben yitiririm. Uzandı, gülümseyen yüzünü okşadı Nermin’in. Sımsıcaktı. Saçları, omuzları, avucuna sürtünen yüzü, kondurduğu yumuşak, minicik öpücüğü… Bekleyen bir kadının karşı konulamayacak çağrısı Kenan’ı bir mutlulukla sarmış, ezip yamyassı etmişti bütün yalnızlığını. Ötesi alışkanlıkların yinelenmesiydi tez elden. Yalnız her seferinde bizi kuşatan yepyeni bir şey yapıyormuş sanısı… Oburca tüketim savaşına dönüşmüştü her şey. Son yıllarda nerdeyse unuttukları, her kımıldanışın zevke döndüğü yitiklik içinde süresiz kaldılar. Sonra yine aynı sözleri başladı Nermin’in: Canım benim… Bir tanem benim… Kenan’ın yüzünde yorgun, minicik öpücükler.

— Niye bırakmadın beni? Ya gebe kalırsan?..

Gülümsedi, sokuldu Nermin. Aldırmazmış gibi yaptı.

— Ne yapalım, dedi. Düşünme bunu… Bakarız bir çaresine…

Sonra yine mutlu öpücükler…

— Canım benim… Sinirlerin bu yüzden bozuluyor zaten… En zararlı şeymiş erkek için yarım bırakmak…

Kenan, sıcak, terli yüzü yastıkta, öylece kaldı. Sinirlerim bu yüzden bozuluyor ya Nerminciğim. Kendini esirgemeden bırakıvermen kurtardı beni. Sıcak sözlerin, öpücüklerin… Hele minik kızları da içerde mışıl mışıl uyuyorsa… Onlar ermiş muradına! Boşuna uğraşıyorsun Nerminciğim. Ölü gördüm ben. Uyumalı artık.

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Bir Gün Tek Başına kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Bir Gün Tek Başına (1974)