“- Bir kez bir ülkede, dedi Özgür, hoşgörü yok, düşünceden, düşünmekten korku yaygınlaştırılıyorsa ne parlamentosu, ne özgürlüğü be; ne demokrasisi?.. ‘Ya tam susturacağız; ya kan kusturacağız,’ diye bas bas bağırıyor adam. Yani onun gibi düşünmedin mi yasak koyuyor, öldürecek seni… Sonra da elini kolunu sallayarak dolaşabiliyorsa hangi özgürlük be? Bırak ki elini kolunu da sallamıyor boşu boşuna; bomba sallıyor, bıçak sallıyor, kurşun sıkıyor… O sloganı atmaktan daha büyük suç da yoktur aslında, demokrasi deniyorsa…’

Nergis ve Korhan, Özgür’ün ekseninde ülkedeki kaostan kaçıp denizin mavisine sığınanlar… Sadece onlar da değildir. Çevrelerinde kendileri gibi olan aydınlar ve maviyi bir sığınak olmaktan öte gören ülkenin yeni burjuvazisi, yerli halk da vardır. Onlar için sığınakları olan “mavi” ülkenin geri kalanı gibi karanlıktan azade değildir. Çok geçmeden kendileri de bunu yaşayarak öğrenirler. En çok da Nergis öğrenir. Nergis’in kimliğinde kadın olmanın, aydın olmanın, geldiği sınıfın çelişkileri içinde kabuk değiştirmenin savaşı vardır.

‘- Gazetelere bakamıyorum, içim kararıyor… Kıyım, öldürme, öldürüşme… Radyoda o, televizyonda o… Koca toplum çıldırmış. Bir deliyi iyileştirmek ne güç bir iştir… Deliler yığınıyla, hem de birbirini azdıran deliler yığınıyla kim baş eder? Sonunda bu bahçeye de soktular… Özgür’ü sevmesem, hani… Valla… İnsan ne halt edeceğini şaşırıyor…’


Mavi Karanlık

I

Nasıl sevmem bu kenti? Bu maviden yeşile güneşe boyanmış doğa, insanı küçümsemeden nerde böyle kuşatır dört yanı? Bir şu Kale olmasaydı. Ortaçağ zindan bekçisi gibi durur… Maniseleion’un katilleri Hıristiyan barbarlar dikti, bizim aptallar da onardı; bir avuç para döktüler bu taştan gâvur pisliğine!.. Ne var gene sabah sabah?.. Uykuyu alamadık. Akşam biraz da fazla mı kaçırdık, ne?.. Tekne bitse de bir açılsak, yorgunluk, sinir minir kalmaz ya, teknenin de biteceği yok. Üç yüz bin daha diyorlar. Sen ona beş yüz, de… Nerden bulacağız bakalım?.. Balkona çıkıp koltuğa ilişti. Saat biri geçiyor, ezanlar başladı. Hele şu caminin müezzini… Böylesi çirkin sesli birine kim ezan okutur? Bu müezzini Makarios atamış diyordu Nazmi, haklı! İslamlıktan soğutmak için bağırtıyorlar herifi… Karılara bak, daha dün geldiler, iki saattir kumda yatıyorlar bu güneşin altında. Toptan manyak bu kadın milleti! Kalabalık başladı gene. Acıkmışım, gidip bir şeyler yemeli… Kalkıp odaya girdi, giyindi çabucak, taranmak için musluk üstündeki aynaya bir şey soracakmış gibi yaklaştı. Kırlaşmış saçlarına, yorgun göz altlarına baktı. Sor bakalım! Kapı vuruldu yavaştan. Hah, geldiler… Kurtardın beni Rahmiciğim. İki adımda kapıyı buldu, çevirdi anahtarı. Kapıyı açınca şaşırdı birden.

— Merhaba…

Sevinmişti.

— Sen miydin kız?

Kumral, kırışık Tatar bakışlı, ince uzun bir kız boynuna sarıldı.

— Düş kırıklığına uğrattım değil mi babacığım? dedi. Kimi bekliyordun?

Kızın yanaklarından öpüp kapıyı kapatırken.

— Herhalde seni değil, dedi gülerek. Ne vakit geldin?

— Biraz önce. Annem İstanbul’a gitti. Mürvet geliyordu arabasıyla, haydi, dedi…

— Özgür de burda!..

Donuk baktı Nergis. Öyle ya, Korhan var şimdi.

— Aç mısın? Haydi inip bir şeyler yiyelim, hem konuşuruz.

— Olur. Ben daha yeni kahvaltı ettim ya…

Balkon kapısından baktı.

— Ne güzelmiş bu oda, dedi. Kale, adalar, karşı burun…

— Yaaa, hele Kale!..

— Doğru ya, senin sevmediğin güzel olmaz!.. Bakıp durma aynaya, yakışıklısın…

Saçlarını çabucak taradı, kolundan tutup kapıya çekti kızını.

— Haydi, geveze, dedi, açlıktan öldüm ben…

Aşağı kata iniyorlardı ki resepsiyonda görevli komiser emeklisi elinde telefon,

— Sizi, Muhtar Bey, dedi gülerek…

— Ben mi?..

— Sevinerek telefona giderken, yemek salonunu gösterdi,

— Sen otur Nergisciğim, dedi, bana da bir ızgara söylersin… Telefonu aldı hemen.

— Efendim?.. Haa sen misin? Yoo, İstanbul sandım da… Söyle… Telefondaki çın çın kadın sesi, akşama Akkonak’a çağrılı olduklarını söyleyince, ilgisi arttı birden,

— Olur, dedi, saat beşte geliriz, Nergis de burda… Belki o da gelir… Sağ ol Fatoşçuğum.. Öptüm…

Kıyıdaki masada Nergis’in karşısına otururken kızın alaylı bakışına gülümsedi o da.

— Fatoş’muş…

— Duymayan mı kaldı? dedi Nergis aynı alaylı gülüşle.

Muhtar’ın telefondaki bağırmasını mı, bir dedikodunun yaygınlığını mı vurgulamıştı? Açıklamak gereğini duymuş gibi,

— Ayrıldı mı onlar? dedi.

— Yoo, niye ayrılsınlar?

Kısa bir sessizliği Muhtar bozdu.

— Fesat kız, dedi. Fatoş’la aramızda bir şey kalmadı bizim… Rahmi’yle de iyiler… Allah bozmasın.

Tık tık masaya vurdu bir uğursuzluğu kovalamak için!..

— Şimdi gelelim sana. Anlat bakalım…

Garson salatayı, şişleri masaya koyup biraları açtı, çekildi. Nergis bardağına ağır ağır bira boşaltırken,

— Ne anlatayım? dedi… Yok önemli bir şey…

— Sınavlar?

Birasını dikmeye hazırlanıyordu ki duraladı, çok mu önemli gibisine baktı babasına,

— Bıraktım bu yıl, dedi. Herifle hırlaşıp duruyoruz zati. Belki de dışarı gideceğim. Bir burs dalgası var… Olursa… Doktorayı verebilsem daha kolay olacaktı ya…

Gözleri kızda, ağır ağır yemeğini çiğnedi bir süre. Nergis tedirgin, başını önüne eğip de et parçalarıyla uğraşırken, Muhtar,

— Üç oldu, dedi yavaşça.

— Ne üç oldu?

Aynı tedirginlikle babasına bakıyordu Nergis, Muhtar da aynı durgunlukta,

— Yalanların, dedi. Yarım saat olmadan üçüncü yalanın bu…

Nergis gülmeye vurdu ya, bozulmuştu. Bir süre bakıştılar babasıyla.

— Daha ilk soruda adamları bir dövmediğin kalmış.

Nergis boş verir gibi tabağındaki etine döndü gene.

— İyi etmişim, dedi. Doktora sınavına girdim ben, itler parçalasın diye gitmedik.

Sinirli bir sessizlikten sonra, gene gülerek baktı babasına,

— Her yerde de kulağın var, dedi. Saadettin Bey mi yetiştirdi? Muhtar da gülümsedi,

— Nergis DEREN’in, benim kızım olduğunu bilen bir Saadettin mi var?

Ses çıkarmadı Nergis. Muhtar sürdürdü,

— Sen unutuyorsun diye başkaları da mı unutacak benim kızım olduğunu? dedi.

— Saçmalama, dedi Nergis. Benim unuttuğumu nerden çıkarıyorsun?

Onurlanmıştı; üstelemekten çekinir gibi sustu Muhtar. Ters bir söz eder şimdi…

— Öteki yalanlarım?

— Onları da sen açıkla!..

Nergis güldü. Buzlu bira bardağını yarıya yakın içip masaya bıraktı.

— Korhan’la geldik, dedi. Mürvet’in arabasıyla ya…

— En kötüsü de bu dördüncü yalanmış.

Kızacak gibi baktı Nergis,

— Ne yapalım, dedi, sen başlattın beni yalana… Kötü oluyor yalanlarım!..

Muhtar kızarır gibiydi, toparlandı, gülümsemeye vurdu. Hoşlanmazdı Korhan’dan. Soğuk oğlan. İyice bozuk bu kız, kötü saldırdı… Aldırmazdı takılmalarıma. İlk kez başıma kakıyor yıllar önceki bir olayı. On dördünde var yoktu o sıra. Muhtar’ı, Berrin’le sandalda sevişirlerken yakalamıştı Gökova’da; Jale’den, annesinden saklamış, kuşkusunu da ustaca bir yalanla önlemişti.

— Annen de İzmir’e gitti, değil mi?

Nergis kalan birayı, köpürterek şişeden bardağa boşaltırken soğukça bir sesle,

— Evet, dedi, İzmir’e gitti, İstanbul’a değil.

— Çeşme’ye, Ferhat’a…

— Evet, Çeşme’ye, Ferhat’a… Yıllar olmuş, kopmuşsunuz; Jale Hanım’ın dedikodusunu bırakamıyorsun bir türlü…

Aynı soğuk, sert sesle,

— Çok umrumdaydı, dedi Muhtar. Yalana ne gerek var sadece?..

— İçimden İstanbul demek geldi birden. Alışkanlık. Yalana bulaşmışız bir kez!..

Alaylı, acımasız baktı babasına, gülmeye başladı,

— Bayılıyorum size, dedi. Merak etme, o da senden beter… Geberiyorsunuz birbiriniz için ya, dünyada birleştirmeyeceğim sizi. Çıra gibi yanıp tutuşun böyle…

Kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Muhtar da gülmeye vurdu.

— Aptal! dedi. Birleşecekmişim!.. Tanrı korusun!.. Dünyayı sen yönetiyorsun zaten!..

Bir sessizlik oldu, konuyu değiştirmekle sürdürmek arası,

— Şu tekne bir bitse, dedi Muhtar, birleşecek başka şeyim kalmadı benim… Denizle evleneceğim artık!.. Tekne, deniz, balık…

— Bıkarsın…

— Bunca yıl bıkmadım da…

— Bunca yıl gelip gittin, yılda üç beş ay…

— Gençtik… Gelip gitmeyle yitirecek vaktim yok artık. Yerleşeceğim buraya. Emekliliğim de ekimde zaten… Bıktım büyük kentten…

— İstanbul’dan da mı?

— İstanbul’dan da…

İnanmamış gibi baktı Nergis, ses çıkarmadı. Yemekleri bittiğinde konuşacak şeyleri de tükenmiş gibiydi. Nergis uzunca kalmayı düşünüyordu. Mürvet dönecekmiş, evi ona bırakıyormuş. Korhan mı? O da bir süre kalacak… Muhtar’ın tekneyi bitirmekten başka düşüncesi yok. Yazıhaneyi Selami’ye, ortağı avukata bırakmış eylül sonuna dek… Sonra da… Lokantadan daracık sokağa indiklerinde,

— Hadi benim tekneye bir bakalım, dedi Muhtar.

Ustanın aldırmazlığından, çalışanların tembelliğinden yakındı. Başında durmasa daha kırk yıl bitmez bu tekne. Nergis, bu küçük kentte yıllardır duyduğu bu tür sözlerin alışkanlığıyla gülümseyerek dinliyordu. Biraz bulut görseler, “Böön hava gış,” deyip işe gelmezmiş yapılardaki işçiler… Yol boyu birkaç kez “Oooooo!”larla, yerli, yabancı tanıdık karşılaşmalarından, çoğuyla sarılıp öpüşerek görüşme dileklerinden sonra bir ara sokağa sapıp Kale’nin yanındaki kıyıda, kızakta bekleyen tekneye vardılar. Bir iki tekne daha vardı kızakta, bitmişe en yakını buydu. Motoru falan takılmış ya, daha epeyi işi vardı belli ki. Usta yemeğe gitmişti. Bu saatte, herkes lokantalarda, evlerinde. Kimi çoktan öğle uykusuna yattı… Muhtar tekneyi gösterdi başıyla,

— Görmek ister misin? dedi…

— Yoo, dedi Nergis. Gidip yatayım biraz. Çok sıcak. Sen de yorgun görünüyorsun. Daha burdayız.

Tam bir şey diyecekti ki Muhtar’ın gözü, kıyıya açılan arka kapıdan demircideki birine takıldı, duraladı.

— İbraam değil mi bu?

Yürüdü işyerine; matkaplar, presler, bıçaklar, kocaman çelik örs, kaynak makinesi, bütün işyerini denetleyen bir bekçi gibi köşeye kurulmuş isli körük, elindeki eğeyi bir demir parçasına sürterek karanlık işyerinin sessizliğini bozan, rengi karaya dönmüş mavi tulumlu bir de oğlan vardı içerde. Yeni terlemiş bıyıkları, yeşil gözleri, koyu kestane saçlarıyla güzel, delikanlı bir yüz, kapıdan bakan Muhtar’ı görünce gülümsedi. Eğeyi bırakıp yaklaştı.

— Merhaba İbraam…

— Hoş geldin ağbem…

Arkadan yaklaşan Nergis’i görünce gizlemeye çalıştığı kırılgan bir sevinçle baktı,

— Sen de hoş geldin abla, dedi…

— Hoş bulduk…

Muhtar, Nergis’in bir şeyler demesini önler gibi,

— Ne oldu? dedi. Sen Malik Bey’e gitmemiş miydin? Fabrikaya…

— Gittimdi…

— Eeee?..

İbrahim söylemekle söylememek arası durdu bir, kızarır gibi oldu.

— Döndük işte, dedi. Muhtar üsteledi,

— Ne oldu? Bir şey mi oldu?

— Eh işte, deyip duraladı İbrahim; gülmeye çalıştı. Muhtar’ın soru dolu bakışlarıyla bir süre ikircikli kaldı sonra dikeldi, kesin bir karar bildirir gibi,

— Bize göre değil, dedi.

Daha bir şeyler bekleyen Muhtar’a bakıp durdu öylece.

— Yahu, Malik Bey iyi adamdır, dedi Muhtar. Seni de pek sevmişti… Onun fabrikalarında sen, çok iyi bir gelecek…

— İyi adam Malik Bey… Kötü demedik ağbem… Sağlık olsun…

Kesip atması uyarı oldu Muhtar için de, geriler gibi gülümsedi.

— Sağlık olsun canım, dedi… Neyse… Şimdi burdasın?..

— Burdayız, dedi. İşyerini gösterdi şöyle bir.

— E, görüşürüz…

— Güle güle…

— İkindiyin uğrayacağım. Hadi eyvallah…

— Sağ olun… Güle güle…

Gözleri Nergis’e kaydı yavaşça, Nergis’in gülümseyerek başıyla verdiği selamı nasıl karşılayacağını bilemeden işine döndü. Suskun yürüyüp sokağı bulduklarında Muhtar Bey, hece sonlarındaki “k” sesini yutan yerli ağzını daha da abartarak,

— Mali Bey iyi adam!., dedi. Pis tembel bok… Şu turizm olmasa yemeğe “e’me’” bulamazsınız miskin herifler…

Ekmek sözünü yerli ağızla söylemesine Nergis gülünce tutamadı, o da güldü.

— Oysa Malik Bey neler düşünüyordu bunun için. Kafasız… Nergis’in sessizliğiyle aymış gibi baktı alaylı bir ciddilikle,

— Bağışla, unuttum, dedi. İbraam emekçi kardeşimiz, Malik Bey gibi sömürgen bir fabrikatöre karşı… Ancak bizim gibi oportünist küçük burjuvaların anlayamayacağı…

Nergis yavaşça kesti,

— Kavga istiyorsun galiba!.. Ürkerek toparlanmış gibi,

— Tanrı korusun, dedi Muhtar. Koca üniversite baş edemiyor sizinle…

Durup elini uzattı babasına.

— Çok sıcak, dedi. Gidip biraz yatmak istiyorum. Akşama da Akkonak’ta…

— Sevindim, dedi Muhtar. Geleceksin!..

— Geleceğim, dedi Nergis. Belki Korhan da gelir. Git de yat, çok yorgun görünüyorsun.

— Moralimi bozamazsın, dedi Muhtar. Aslan gibiyim. Büyük kentin pisliği var üstümde. Üç gün sonra görürsün…

Uzanıp yanaklarından öptü kızını, el sallayıp yürüdü. Nergis haklı, yorgunum. Şu yalınayak giydiğim şipitik sandaletler, keten pantolon, şilebezi gömlek bile ağır geliyor. Sıcaktan. Güneş tepede, baksana. Beş yüz bini bulmanın bir yolu arka koydaki arsayı satmak. O da akıl işi değil. Arsalar gün günden bindiriyor. Tekne için elden çıkarmak enayilik. Buraya yerleşeceksem bir kulübem olmalı. Yaş da elliyi… Daha kırk dokuz… Ah, Nergis yaşında olsaydım. O zaman da Nergis olmazdı. Olmasın… Nasıl dilim varır be. Çok seviyordu Nergis’i. Nefretlerle, kızgınlıklarla, yüreğinin ta içinden bağlılıklarla karmakarışık bir şey… Petrolün topraktan çıkarılışı üstüne bir film görürken Nergis’i anımsadığını unutmuyordu hiç. Kapkara, çamurla karışık yer yağ ağırca akarken spiker, “İşte uçaklarımızı bulutların üstüne çıkaran, arabalarımızı yüzlerce kilometre coşkuyla koşturan güç bu karanlık sıvıda…” demişti. Daha doğrusu eskidendi bu duygusu. Arınmış, süzülmüştü artık bu sıvı; çoğu kez hayranlığa dönüşen çekingen bir sevgi kalmıştı. Ama ne kadar güç olmuştu bu süzülüp arınma. Biliyordu, dertlerin kaynağı karısıyla kendisiydi aslında. Kızın ne suçu var? İstanbul’da Hukuk’u bitirip de evlendiklerinde Jale, Güzel Sanatlar Akademisi, Resim Bölümü’ndeydi daha. Seramikle uğraşıyordu. Bir diploma da alamadı ya… Bu konuda da beni suçlar: Evlenmekte acele etmişiz! Sanki yalnız benim isteğimle oldu. Neyse on yedi yıl sürdürdük gene de; sürdürmekse… Ayrılalı dokuz yıl oldu demek. Ayrılmayı isteyen Jale oldu görünürde. Genç kızı varmış; her önüne gelen kadınla yatan böyle bir ahlaksızla daha fazla birlikte olamazmış. Aslında onları ayıran Nergis’ti; öyle değil, basbayağı baskıyla yapmıştı o işi. Annesiyle babasının, kendini bildi bileli, önce korkuyla, sonra gözyaşlarıyla, sonra da alayla seyrettiği bitmez tükenmez kavgalarından kurtulmanın tek yolu olarak gördüğü için boşanmalarını ikisine de zorla dayattı denebilirdi. Başlarda babasını suçlu bulurdu; bütün yaygarası içinde annesinin de ne cevizler, ne fındıklar kırdığını öğrenmiş olmalı ki babasına sokulmaya başladı. Muhtar Bey kızındaki bu değişikliğin nedenlerini sezdi sezmedi, boşanma işi çıktı ortaya. Hem de Jale’den geldi. Daha önceleri bu konuda hep direten Jale’den!.. Neyse, Allah razı olsun kim yaptıysa… Ağzı çok sıkıydı Nergis’in. Muhtar Bey, Jale’nin Ferhat’la ilişkisini kızının da bildiğini, ancak karısıyla ayrıldıktan sonra öğrenmişti. Çok zekiydi bu kız, daha parmak kadarken kavramadığı bir şeyimiz kalmamıştı; huysuzlukları, edepsizlikleri, sırasında etmediğini komaması, açıklarımızı iyi biliyordu da ondan. Biz de onu eğitip adam edeceğiz diye… Aslında o bizi adam etti! Bana mı benzer daha çok, annesine mi? İyi ki başka çocuk yapmadık. Benden olacağına güvensem isterdim belki de! Bunun senden olduğuna… Yoo, onda kuşkum yok. Vakti, saati her şeyi tam hesabıyla oldu. Çekik Tatar gözlerine baksana… Daha buraya dadanmamıştık o zamanlar!.. Ne olduysa bu kentte oldu bize… Boşuna bedroom dememişler buraya!.. Bak, ev işini Nergis’e söyleseydim iyiydi. Onun kolu kanadı geniştir. Aylarca bu otelde kalmaya param yetmez. Birine takılmadan çıkıp yatayım biraz.

Kitaptan tadımlık bir bölümü okumak için aşağıdaki PDF bağlantısına tıklayın.

PDF indir
"

Mavi Karanlık kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Mavi Karanlık (1983)

Mavi Karanlık

Roman
Yazar: Vedat Türkali  
İlk Basım: 1983
Yayınevi: Adam Yayınları  Ayrıntı Yayınları