Ruh Üşümesi (1991); Adalet Ağaoğlu’nun Yazsonu (1980) romanındaki ” … hiçbirimiz bu kan ve çürümüşlük kokusunun yatak odalarımıza kadar daldığının…” diye başlayan cümlesinden hareketle bestelediği oda-romanı. Roman,aynı restoranda birbaşlarına yemek yiyen biri kadın diğeri erkek iki ana karakterin zihinlerini iki çalgılı bir oda-müziği gibi konuşturan bir yazarın klavyesinden sarsıcı bir insanlık durumu bestesi… Adalet Ağaoğlu (1929); ‘50’li yıllarda başlayan oyun yazarlığından ‘70 sonrasında hız alan roman, öykü, deneme ve günce yazarlığına, Cumhuriyet yazınımızın en önde gelen modern klasiklerindendir.

“…hiçbirimiz bu kan ve çürümüşlük kokusunun yatak odalarımıza kadar daldığının, sevişmelerimizin içine sızdığının, o sevişmeleri doğrayıp porsuttuğunun bilincinde değildik…” Yaz sonu’ndan (1. basım; s: 185)

I
Karşılaşma

(cesur ve soğukkanlı, atak ve ürkek)

“Sakın bademli tavuktan ısmarlamayın,” dedi kadın, “çok acı!”

Adam, gözlerini incelediği yemek listesinden kurtarıp karşısında oturana çevirdi.

Tanışıyorlar mıydı?

Fakat, hangi anlamda lütfen?

Adam, bakıyor: Bir kadın. Eli yüzü düzgünce; okumuş yazmış belli. Bakıyor. Yaşı belirsiz. Ancak, dışarda tek başına yemek yiyebilecek kadar yaşlı, cesur ve özgür. Kadın da bakmadan görüyor şimdi: Soğukkanlı, kolay irkilmeyen, kolay umutlanmayan ve kolay yok olmayan bir adam. Kendi suyunun içindeyken.

Görünen bu, şimdilik: iki deniz kestanesi; öyle, yosunlu kayalara tutunmuş, suyu yüzeyine çok yakın.

Tam böyle denilebilir mi acaba?

Kadın, kendi sesini çarçabuk söndürüp karşı titreşimlere kulak veriyor olabilir:

Şey gibiyim evet, deniz kestanesi. İçine büzülmüşlüğünden çözülmeye başlayan, açıkçası, suların yaladığı kayalıklarda dikenlerini ağır ağır dışa doğru uzatan, diken uçlarındaki duyarlığı doruğa ulaştığı zaman, giderek salt ıslak ışınsı dikenlerin değil, sert kabuğun dış yüzünde de yumuşak bir tenin ürpertileri titreşen deniz kestanesi… En ufak bir karşı uyarıyla, belli belirsiz ilk tehlikeyi sezişte ise, kuzgun renkli maytap kendi içinde eriyip sönecektir.

Böyle bir tedirginlikle duyargalarını hemen yeniden geri çekmeye hazır tutan deniz kestanelerinden biri, şu ân bir sesin tınısına ışınlanmış; bir esintiye, ortada dolanan bir soluk alıp verişe, gizemli bir fısıltıya.

Bir ses. Çocuk, yetişkin, yaşlı alaşımı. Erkek ve dişi. Bir ses. Havada titreşimler. Adam bakıyor, dinliyor.

Kadın dudaklarını hafifçe aralamış; ağız içi karanlığından birkaç milim dışarı, aydınlığa doğru ilerlediğinden şimdi seçilebilen küçük, kırmızı dil ucunu sağa sola oynatıyor; dilin yangınını kendi esintisinde savuşturmaya çabalıyor. Ola ki adam, bir kadının kendi kendine doyuma ulaşmasına sonuna kadar yalnızca seyirci durumunda kalıp kalamayacağını ilk defa merak ediyor. Oysa karşısındaki elini, parmak uçlarını ya da kucağındaki peçeteyi yardıma çağırmış değil. Hem zaten şu ân birini bile kullanma olanağı yok. Ellerin ikisi de görev başında. Solu çatal tutuyor-, şöyle, masadan bir karış yukarda; çatalın ucundaki minik tavuk parçasının ağzına götürülmesi söz konusu olmaksızın. Sağ ele gelince; o da çoktan adamın yemek listesini tutan eline, hatta ağız tadına titiz birinin listedeki yiyecek içeceklere göz gezdirirken biraz dolgunlaşıp ışıldayan dudaklarına doğru kısa, kesin, cesur bir hamle yapmış bulunmakta. Hafifçe sulanmış o lezzet ustası ağza bir sinek dalıverecekmiş de, şu çok değerli damak, kezzap püskürtülüşüyle kavrulup bütün duyarlığını yitirecekmiş de bunu, bunları önlemek istiyormuş gibi. Kadın, uyarısını hemen pekiştirdiğine göre, gibi değil, öyle olmalı: “Acı, müthiş acı!”

Adam belki gördüğü ve işittiği üstüne aydınlık bir fikir edinmek istiyor. Kısa bir çivileme bakış bu yüzden olmalı.

Hemen hemen bir irkilişle ayırdına vardığı kimsenin nereden kaynaklandığı bilinemeyen bir çekiciliği var. Oysa kadınlığı haykırmıyor. Pastel. Şu ân ise, hatta biraz ileri yaşta. Bundan olabilir mi? Hart, diye koparıp alan değil, hafif gezgin, biraz okşayıcı, usul usul yumuşak bir kucağa isteklendirircesine çağırgan. Çekici evet, bunu görebiliyor, dahası duyuyor. Gördüğü ve duyduğu bakışlarındaki incecik incecik ışık çakışlarıyla beliriyor. O zaman, -başka ne olsun ki?- sağ el aşağı iniyor, çabucak tabağın yanına saklanıyor. Dil içeri çekiliyor. Gözkapakları utangaçlaşıyor; belki bir karşı koyuşun ağırlığı altında aşağı kayıyor; içteki ıssızlığı ister istemez dışa, tâ adamın gözbebeklerine sızdırmış bulunan gözler örtülüyor ya da sürekli ürperen ruhuna bir günışığı dilencisi olmaktan ürküyor. Ancak ses…

Fakat o bile, artık gizemli ataklığından hiçbir şey kalmamış bir ses: “Özür dilerim, öyle ya, siz belki acıyı seversiniz…” Çok üşümüş bir ses bu.

Öylesi üşüyor olmalı ki benim huysuz sevgilim, öylesi üşüyor olmalı ki, son atılganlığı ardından o da içerlerde bir yere kaçıp sıkı sıkıya örtünüyor. Kimin aklına gelirdi?

Fakat, uzun zaman beklemeden de genişçe bir soluk alınabilir: Pamuk Prenses ya da Külkedisi değil bu kadın; takma kirpikleri yok.

Adam bakıp duruyor. Şimdi artık elsiz, dilsiz, bakışsız ve sessiz olana.

Ne acı, ne tatlı; ne sıcak, ne soğuk; ne ıssızlık ne de başka bir şey. Sol eldeki çatalın küçük bir tık sesiyle tabağın kıyısına bırakılışını izleyen büyük sessizlik. İçe çekiliş.

İçte çırpınan küçük kız yüreği: Onu tanımıyorum, hayır tanıyorum onu. Şimdi kaç yaşında, nerede bilemiyorum, ama tanıyorum! Bana yanıldığımı söylemeyin öğretmenim, yanılmış olmak istemiyorum. Tenimden içeri, hiçbir yanımı dağıtıp yırtmadan sızabilecek kimse o, bilmelisiniz!

Adamın bakışında küçük bir değişim. Suyun deniz kestanesi üstünde salınışı; kabuktaki gelgitlerin nereye ait olduğunun belirsizliği. Suya mı, kendisine mi? Bu belirsizlik canını mı sıkıyor, tedirgin mi ediyor? Değil galiba. Yoksa, toplanıp masadan kalkmak, sokağa çıkmak aklına bile gelmezken, -gelmediği için- sevinçli mi? Sanılmaz. Şaşkın? Belki, ama hangi anlamda? Henüz bilinemiyor.

Şu da var: O ilk atak uyarısına dek kadın da adamla ilgilenmiş değildir. Bir hoşnutsuzluk duygusuyla bile! Çünkü, rica ederim, böyle bir kalabalıkta kimseye masada tek başına oturma ayrıcalığı tanınmayacaktı nasıl olsa. Dolayısıyla bu masa da önünde sonunda kendisiyle kendinden sonra gelen müşterilerden biri, ikisi arasında bölüştürülecekti. Öğlenin geç saatlerinde de gazeteciler, reklamcılar, genç işadamları, yayıncılar, hatta yayıncı-yazarlar ve firma -yazarlarla dolup taştığından, birbirine yabancı bulunanların da -bu sayılıp dökülenler birbirlerine ne kadar yabancı sayılırlarsa artık- aynı masada oturtulabildikleri bir lokanta burası, içeri girildiğinde sizi takdire değer kapsamda bir uğultuyla kapı önünde bitivermesindeki dikkatini yabana atamayacağınız başgarson karşılayacaktır.

Bilir misiniz, atak ve tatlı masa arkadaşım, ben küçükken şef garson olmak istermişim. Ah, ben tam tersi, güzellik kraliçesi! Buz pateni kraliçesi de olmak istemiştim, hatırlıyorum; yani, kraliçelik olsun da, inanın falcılar, dilenciler, sürtükler kraliçeliklerinden birine de razıydım bayım! Ben de şef garson olmak istedimse, şefliğinden ötürü; aynı şey işte, hiç de tam tersi değil, tam tamına ayni; hepimiz şef olmak istemişizdir çünkü; en üst ve tek.

Baba, ben fareli köye kavalcı olıcam, dediğim zaman babam, oğlum aklını başına topla, diye diye beni omuzlarımdan tutup çuval silkeler gibi silkelemişti; kafatasımın içindeki şeyler yer değiştirdi mi, değiştirmedi mi, iyice emin olmadan da koyvermedi; kutuda zar çalkalanır ya hani, kafatasımda beynimi öyle sallayıp durdu işte: Oğlum, aklın başına geldi mi? Geldi mi aklın başına oğlum? Geldi, baba. Eh öyleyse, şimdi söyle bakalım, büyüyünce ne olacaksın? Beyin salatası olıcam baba! Hi, hi, hiiiy, çok sevimlisiniz, neyse, ben okulda bir sefer kızlararası bademcik kraliçesi oldum, kurtuldum! Yoksa beklemeli, kadınların hep birlikte kurtuluşuna mı saklı tutmalıydım kendimi? Doğrusu o kadar bekleyemedim, çok rahatsızdım, bademcikleri söktürdüm, kurtuldum! Fakat siz çok mu şeker yiyorsunuz acaba bacım, dişlerinizi çürümekten kurtaramamışsınız da?

Sincap biçimi porselenini koyduracağım, o zaman hepiniz peşime düşmekten kurtulamayacaksınız işte sinemacılarım, televizyoncularım!

Kurtulmuş-kurtulmamış, herkesin her şeyi hep bir ağızdan konuştuğu, çatal-tabak-bardakların aynı aralıklarla aynı şangırtı-şungurtu tınlamaları verdiği orta genişlikteki salon, sağlı sollu iki noktasından birer yarım kolonla kesilmektedir. Bu nedenle kolonların beri yanında kalanlar, garsonların gözüne ilişmekte ötekilere oranla her zaman daha büyük güçlüklerle karşılaşabilirler; doğal olması gereken budur, fakat genel ilgisizlik, alışıldık senli benlilik sonuçta bütün müşterileri birbirine eşit kılmaktadır. Duhuliyenizde ister “emansipasyon” diye yazsın, ister yazmasın… Bir dizi olumsuzluklarına karşın, bu yerin semtin en iyi yemek yenen lokantası bilinmesindeki hikmeti çözmeye kalkışan da yok zaten. Hiçbir şey olmasa, girişte başgarsonun gösterdiği ilgiye değer biçmemezlik edemezsiniz. Hele, ne yapıp edip sizi bir masaya yerleştirmesindeki becerisine, asla! diye yazmaktadır bir gazetenin AĞIZ TADIMIZ köşesi yazarı.

Bu arada şu da belirtilmeli: Yarım kolonların üst yanları aynalarla kaplıdır, ama ortalığa biraz ingiliz İmparatorluğu barlarının havasını püskürtmek için üstleri tuhaf yazılar, çizgilerle resimlendirilmiş bulunmakta, karşısına düşenleri bu nedenle biraz burun, bir parça omuz, bazan bir sakal ucu, bazan tek göz, yarım kaş, alt dudak, çene, kulak memesi vs. olarak parçalı yansıtmaktadır.

Adama bir pencere önünde, kadının tek başına oturmakta olduğu masada yer gösterilmiştir. Üstelik, olumsuz yanıt alınmayacağı peşinen bilindiğinden, usulüne uygun biçimde, önden oturanın izni istenerek: Beyefendiyi buraya alıyorum hanımefendi! Tabii.

-Bu tabii, sessizlerden bir tabii’dir, tabii ki.- Pencereyle kolonlardan birinin arasındalar. Bir yığın çizgi, yazı, birçok kafa kol arasından durmadan parçalanarak bazan resimli aynada, yan bütün ama soluk olarak da her zaman camda yansımaktalar.

“Beyefendiyi buraya alıyorum, hanımefendi!”

Kadının hafif bir baş sallayışı, adamın belli belirsiz, altı hiç çizilmemiş teşekkür selamı, ardında tanrısal eğilmezliğiyle dimdik duran başgarsonun çektiği sandalyeye yerleşir yerleşmez de gözlerini eline tutuşturulan listede yukardan aşağıya, aşağıdan yukarıya gezdirmeye başlaması; tadımlıklarda -giriş oklarının uçlarında- sevecenlikle biraz durarak, ortalara doğru uyanmaya başlayan kösnüye benzer bir duyguyla sonra; hiç iştahı olmadığı halde, göğüs mü, but mu, sırt mı, beyaz mı, kırmızı mı, kanlı mı, kızarmış mı, derken derken, dilinde bir kayganlıkla kendini tutmasını bilmeyen sabırsız bir yeniyetme gibi ansızın tatlılara sıçrayıverişi…

Başka ne yapabilir ki? Bir ân önce bir şeyler tıkınılıp, bir ân önce bir yerlere yetişilecektir. Okula. Ofise. Mezarlığa.

(Öyle olsun, zamanın akışı da aklımızda bulunsun.)

O halde uçağa? Pekâlâ, uçağa değilse, bir toplantıya, röportaja, parti il merkezine, üniversiteye, karşı üniversiteye!. Efendim, duruşmaya öyleyse, tutukevi kapısına? İyi o halde, çocuğun doktoruna, karısını jimnastik salonundan almaya? Bankaya, televizyon çekimine!. Pekiii, sınava? Çatı katındaki atölyesinde kil yoğurarak bekleyen, beklerken durmadan saatine bakan sevgiliye! Erkeklerin açkarnına formda olmayacaklarını düşünen bir sevgili…

Sevgili neden heykeltıraş olsun ki? Belki de içmimar olmaya aday öğrencilerinden biridir; mezecinin önünden alınacak, kendi bekâr evine götürülecek, derslerarası öğle tatili biraz uzatılarak araya iki haha ha, üç hihi hi sıkıştırılacak. Durmuş oturmuş, siyah beyaz bir çift oluşturuncaya kadar ardarda renkli ve sesli çekilen sekanslar!. (Ortada duran kalın gerçekle cama vuran solgun gölgeler ve aynada yansıyan insan ve eşya parçacıkları arasında tutuklu kalmış bir hayal gücüne göre)

Birinci sekans: Mezecinin önünde buluşma.

Orta yaşlara doğru yol alan bol kıvırcık sakallı bir adam, yola değil, hep yukarlara doğru bakan blucinli genç kıza arabasının kornasını cırt cırt çalar. Kız sanki kimseyi beklemiyormuş gibi yaparak döner, sözümona şaşkın, aaa sen miydin, der demez atlar arabaya. Bu arada arkada çarçabuk bir yığın araç birikmiştir, onun için erkek arabayı derhal hareket ettirir; hem gider, hem de herkese karşı birbirlerinin yanağına birer masum aşk öpücüğü kondururlar. (Kız blucinli olduğuna göre, erkek de tercihan kadife pantalonlu olmalıdır). Bir süre giderler, her yanlarından pofur pofur egzost dumanları tütmektedir, ama onlar aldırmayacak, hayata sanki gülerek bakacaklardır. Herbirinin bir gözü önde, bir gözü arkada, kulaklar sağda ve solda, eller, parmaklar kasılmış, boyun damarları şişmiş olarak bakarlar hayata gülümseye gülümseye ve bir türlü park yeri bulamıyorlardı ve zaman gittikçe kısalmaktadır ve biz bunu erkeğin, yani içmimar olmaya aday kızın hocasının sık sık kolsaatine bakmasından anlarız. Trak. ikinci sekans: Arabayı nihayet sokaklardan birine, kaldırım üstüne güle oynaya bırakmışlardır. Çok çöplü, dolayısiyle çok kedili sokağın ucunda görünürler, yavaş yavaş bize doğru gelirler. (Peki ama bunların aceleleri yok muydu, neden yavaş geliyorlar? Onların yine acelesi var, ama biz yavaş çekimdeyiz de ondan.) Erkek kızı belinden tutmuş, âdeta sürüklemektedir. (Nasılmış?) Kız da başını sözde erkeğin omzuna dayamıştır, fakat tam o sıra, girecekleri yapının önünde kızın sınıf arkadaşlarından birini apartıman kapıcısıyla konuşurken görürler; kız hemen ayrılır, en yakın bakkala girer; erkek yoluna devam eder; ıslıklarla kapı önündeki öğrencisini ve kapıcısını selamlayıp, ıslıklarla merdivenleri tırmanır, bir kapı açar, girer ve hemen, ortalıkta dolanan kirli çoraplarını, donlarını, külotlu bir kadın çorabını da yatağın altına sokuşturur; biraz rengi bozulmuş görünen gülkurusu çarşaflan şöyle bir düzeltir, çarçabuk ter içinde kalır; yan aralık bıraktığı kapıdan içeri süzülür kız; erkek, kimse gördü mü, gitmişler miydi, derken içmimar adayı kapıyı kapatır, daracık bluciniyle, küçük poposu hafif çıkık biçimde bu kapıya yan dayanırken öteki de yatağın üstüne oturmuş acele acele pantalonunu çıkarmaktadır. Trak.

Üçüncü sekans: Genç kız şimdi çıplak; üstünde sadece minik pembe puanlı beyaz bikini donu var ve yatağa uzanmış erkeğin kendine doğru açılmış kollarına koşup da sıkı sıkıya onun esmer gövdesine sarılacağı yerde, oda kapısının kakao rengi pervazını kucaklamış, (kardeşim, şu senaryoyu yazana sorun bakalım, bu kız niye kapılan, kapı pervazlarını erkek şeyi sanıyor hep, ruhi bir hastalığı mı varmış, ne anlam vereceğiz, sorun öğrenin bir, olur mu?) yüzünü koluyla saklarken, trak!

Dördüncü sekans: Mimarlık hocası kumral sakal, şişşt, şişşt demektedir, hadi küçüğüm, hadi yavrum, bak zaman geçiyor; aman ne de güzel yanmışsın yaz tatilinde, noktalı minicik ak donun bronzlaşmış tenin üstünde nasıl ayartıcı, nasıl azdırıcı bir bilsen; gel haydi, gel kollarıma, gelmiyor musun, aşkolsun, bak yavruağzı serin temiz çarşaflar ve ben seni hasretle bekliyoruz amaaa, atla haydi, gel, bak saat kaç oldu, zaten park yeri arıyacağız diye, koş bana! Derken, o zamana kadar kapı pervazına dayanmış, kendini hafif hafif sallayan kız, ağzı, gözleri sımsıkı kapalı olarak hızla döner, kendini erkeğin kollarına atar, şöyle yazın denize çivileme nasıl dalıp durduysa, öyle. Trak! (Bir dakika yahu, bir dakika!. Ne bir dakikası kardeşim, iş hazır kızışmış, kesmeyin, devam!.. )

Beşinci sekans veya aynı sekans: Kız, birtakım kıvırcık kumral kıllar arasında kaybolup gitmiştir. (Uyumayın, ses, yine seees!. Kırk yılda bir elimize sesli çekmek imkânı geçmiş…) Erkekse bıcırdamaktadır: Gıdıklanıyor musun yoksa, niye gülüyorsun, bana mı gülüyorsun, bak yerim şimdi senin bu gülen ağzını, pembiş dudaklarını., burandan mı gıdıklanıyorsun,’ şurandan mı yoksa, ah geliyorum hazır mısın, ah değilim, hayır değilim, içime girme, lütfen dur, acıyor, dursana, demektedir kız da, dur, kolum altımda kaldı, üff, biraz kalksana üstümden, şeyini çek, kolum kırılıyor, kalk üstümden… Trak!. Sessizlik.

Sahneye değil, sete düşen sessizlik. Sonra:

(Bi kere hocanın öğrencisiyle yatakta sevişmesi yasak, oğlum. Yetmiyormuş gibi, bir de böyle açık saçık sözler… Saçmalama, biz o lafları yatak oynaşmaları oynaşmaya benzesin diye koyduk, sonradan çıkaracağız zâten, öyle kalacak değil ki. Kalsın be abi, kalsın anasını satıym! Şuna bak, sanki yatakta kıza sarılan kendisi… Yeter, kesin, işe devam. Toparlayalım şunu!)

Bu sekansta sansür düşünülerek kızla erkek yavruağzı fon üstüne ayçiçeği desenli örtüler altında tutulmuştur (haydaa, bu ayçiçeklerini söylememiştiniz?.) ve sevişmeleri sadece örtülerin kabarıp inmelerinden, dolanıp açılmalarından anlaşılmaktadır, fakat tabii -şimdilik- sesler de gelmektedir: Bak beni de güldürüyorsun, manyak mısın, hep gülüyorsun, anlamıyorsun, hiçbir şey bilmiyorsun… Böyle de olmaz ki., oh canım, canım, gülme, iyi sarıl bana, gel, hadi, ama bak., kolun falan rahat ya, bırak kendini, bacakların, aman nasıl özlemişim bu bacakları, bu karnı, bu., gülme, ahh! Trak!

Altıncı, pardon, yedinci sekans: Mimarlık hocası, açık mavi üstüne sütlü kahve ince çizgili boksırıyla ayakta, çabuk çabuk kalın fitilli kadifeden pantalonunu giymektedir. Kız ise, buruşuk çarşaflarda, gerektiği kadar örtük olmak üzere, buruşuk yüz, dağınık fikirler, dağınık bir hayatla: Ah ne çabuk giyindin, aşkolsun valla sana, pekâlâ, buyur al işte, bu da çatkılı gömleğiniz beyefendi, aman daha acele ediniz! Gördün mü, kimseye el sürmedin işte, hiçbir öğrencini yatağına atmadın, işini bitirir bitirmez de tüymeye hazırlanmıyorsun, ah ah asıl şimdi güleceğim geliyor inan, senin böyle mavi donlar giyeceğini aklıma bile getiremezdim, ne bu böyle çocuk şortu gibi, kumda oynamaya git bari, hoş aslında oyun oynar gibi sevişiyoruz biz de, komik şekilde, öyle değil mi?… diye bir şeyler gevelemektedir; hoşnut mu, değil mi, belirsiz. Erkek ise, ziyanı yok, diyecektir, evlenince ciddi ciddi sevişiriz (burada kızın yüzünden gizli bir sevinç dalgası geçer), uzun uzun şöyle, seni mezecinin önünden alıp heykelin önünde bırakmak zorunda kalmayacağım, arabayı daha çabuk park edebileceğim bir yer bulacağım, herhalde senin de bakkalda saklanıp da bana on dakika daha geç gelme durumunda kalmayacağın zaman. Hadi bakalım, şimdi toparlan…

(Gördünüz mü, senaryoya göre bunlar evleniyorlar sonunda, demek hocayla öğrenciyi onun için yatakta altalta üstüste gösterebiliyoruz biz, anlaşıldı mı efendiler?) Erkek, gömleğin düğmelerini iliklerken, bir yandan da genç kızı yataktan hemen hemen sürükleyerek çıkarır: Giyin hadi, ders var, işim var, çabuk, çabuk, der!.. Tabii seni heykelin dibinde bırakmamı istiyorsan, der… istersen kal burda, ha ama, telefonlara cevap verme, der. Yoo, yo, hayır, benim de işlerim var, der kız’ da. Ayakkabılarını bile merdivenlerde giyer, bluzunu ancak alt katta ilikleyebilir, erkek onu böyle bir gören olursa, diye sağa sola bakınır, kız da intikam almış gibi kikirdemekteyken, trak! içimde haksızlık ettiğimiz duygusu var. Bu adam hiç de araya sıkıştırılmış boşalımlardan, ayaküstü sevişmelerden haz duyacak birine benzemiyor, -için için işi şakaya vurmasa, kendine çok öfkelenebilir, kendinden ölesiye soğuyabilirdi. Ben’ine dönük alaycılığı onu bu tehlikeden korumaktadır belki de.- Fakat tabii, dış görünüşle yetinilirse, en uzun süreli, hem de en derinliğine yapıp etmeleri an’lık, ayaküstü işler, diye tanımlayabilirsiniz. Üstelik, SİZİN ERKEĞİNİZ HANGİSİ? testini hazırlayan muhabir muharririmiz, giriş bölümünde şu açıklamayı yapmayı da unutmuş: Bazı erkekler ise o kadar incedirler ki, birlikte oldukları kadına göre her yaşa girebilirler; bunu aklınızda tutmakta yarar var. Bu arada kadın, tavuğu getirtmeden önce keşke bir martini daha isteseymişim, diye düşünmüyor mu acaba? Hiç nedeni yokken, gözünün önünde bir ân belirip yandaki aynanın çizgi-yazı resimleri arasında yitiveren mavi üstüne kırmızı çizgili şort giyinmiş erkek görüntüsü ardından hattâ hâlâ isteyebileceğini, çünkü nasıl olsa şu tabağı geri çevireceğini, yeni bir şey ısmarlayacağını belki -başlangıçta tavuk zaten aklında yokmuş, kırmızı şarap olsun, yanına da iyi gidecek bir et, diyormuş, sonradan, tavuk, demiş çıkmış, o zaman da şarabın rengini değiştirmiş, fakat yemek gelmiş, beyaz şarap ortalarda yok- onu beklerken de… Bence bunları düşünüyor. Şundan: Garsonlardan biri, karşısındaki adamın önüne bir kadeh martini bırakmış, hemen de uzaklaşmıştır. Lokantaya asıl havasını veren şey de bu zaten. Müşteri ısmarlasın ısmarlamasın, yemeğe başlanmadan önce önüne, içinde iri yeşil zeytin tanesiyle buğulu bir kadehte şu çok övülen martinisinden bırakmak.

Kadın, yarım saat kadar önce, bademli tavuğunu beklerken ve burada bunu kendiliğinden yaptıklarını da aradan geçen zaman dolayısiyle unutmuş olduğundan, istemişti: Lütfen bir martini. Yemek için acelem yok. Hiçbir şeye acelem yok. “Bir martini rica ediyorum.”

Garson, onun martinisini bu yüzden geciktirmiştir. Herhalde. Ama kadeh de o oranda çabuk boşaltılmış olmadı mı acaba, bekletilmeye karşı, bir gözdağı?

Bunun nedeni garsonun tutumu değil, kadının çok özel bir gününde bulunuşu da olabilir, neden olmasın ki? Bence, hiç zorlanmadan asıl seçilebilen bu işte! Şu dakikalar, daha önceki pek çok dakikaları, saatleri, günleri, yıllan unutmaya büyük bir gereksinim duyduğu, daha doğrusu, kendini yere düşürmeden, buzlar arasında donup kalmadan taşıyabilmesi için yeni bir ortam arandığı…

Bunu size konunun başuzmanı söylüyor: Bir martini daha isteyebilseydi, inanın, hiç olmamışa getirmek istediği, istedikleri neyse, onu, onları adamın ne yiyip neyi yememesi gerektiğine karışarak sağlamaya kalkışmayabildi.

Uyduruyor olabilirim. Ama böyle olduğunda diretebilirim de. Başuzmanlar, uzmanlıklarının tadını çıkarmakta kararlılık gösterebilirler. Fakat ne gereği var? Önünde sonunda adamdan kadına ne, kadından adama ne? Birbirlerine birer geçmiş, birer yaş bile veremedikten sonra?

Suyun deniz kestaneleri üstünde salınışı. Dikenlerin duyarlıkları, titreşimler… Ürpertinin kime ait olduğunu bilmediğimiz ân, suyun yaşı sorgulanmaz, deniz kestanesinin de, diye yazmalı bir ozan. Ama hangisi? Bu düeti kim besteleyecek, ilk adımı hem cesur ve soğukkanlı, hem atak ve ürkek olan düeti! Kadının yanında, ayaklarının dibinde bir yol çantası durmaktadır. Bir yere gidiyor ya da bir yerden gelmiş? Kesin bulunan, olduğu noktada olmadığı. Hareket hali. Birkaç saniye önce de adama bademli tavuğun çok acı olduğunu söyledi. Hafifçe dışarı çıkardığı minik kırmızı dil ucunu sağa sola oynatarak.

Ah asıl tuhafı bu işte! Büyük uğultu durmuş; garsonlar, tekerlekli tatlı masaları, girip çıkanlar, kalkıp oturanlar, insanların omuzbaşlarında açılan şarap şişeleri, getirilip götürülen tabaklar, hattâ kafesteki muhabbet kuşları (canım kardeşim, oda dolusu muhabbet kuşun vardı senin, nasıl olur da donarak ölürsün?) kesintisiz bir sessizlikte yüzüyor; yüzerken arada solgun solgun camın aynasına, yazı resimlerle orası burası örtünmüş olarak da yarım kolonun aynalarına çarpıyor.

Adam yemek listesini zaten varolmayan, maddi ağırlığı bulunmayan bir şeyi bırakır gibi, sessizlik diktatoryasına yaraşır biçimde bırakıyor masaya. Hoş, hâlâ kaçamak bakışlarla kadına bakmaktadır, hattâ onu birazcık göründüğü gibi görmektedir de. Suda dalgalanışlar yok çünkü.

Bu öyle bir dinginlik ki kadife bakışlım, öyle bir dinginlik ki, kendi kendilerinin en kuytuluklarına çekilmişlere bile güven verebilir; onları kendi dışlarına çıkmaya kışkırtabilir; bir cezir olayı da beklenmektedir, sular çekilebilir. işte, işte, kadının gözkapakları yeniden yukarı kalkıyor. Uyuyan güzel uyanmış!

Oh, neyse, o olarak bile takma kirpikli değil. Masalın üçüncü sınavı da başarıyla atlatılmış bulunmaktadır.

Chopin başladı. Ama iki el. 2 Numaralı La Minör Prelüd, diyelim mi? Yoksa yaylılardan bir düet mi olsun?

Adım adım bir yere giriyoruz, bir şeye hazırlanıyoruz. Karşılaşma. Yoklayışlar. Prelüd yara alacak mı, alacaksa ne zaman, nerede bitecek, yeni ne başlayacak, bilmiyoruz. Ne kesecek soluğumu sevgilim, gitme… Adam gülümsüyor. Kadın da.

Kaçamaklar bitti. Bu öğleüstü heykelin dibine bırakılmayacak.

Epeyce yakınlarındayım. Görüyorum. Duyuyorum. İşitiyorum da.

Rica ederim, heykelin üç maymun heykeli olduğu sadece siz uzaktakilerin bir yakıştırmasıdır. Öyle bir şey yok. Chopin’den ilk notalara kulak veriyorlar.

İşitiyor musunuz?

“Pekâlâ, bademli tavuktan yemeyeceğim,” demektedir adam. Gözlerini yumuşacık bir öpüş gibi kapayıp açmakta, bildiği, almaya, saklamaya değer ne varsa toplamakta, hepsini içine doldurmaktadır. Taze ot yeşili olabilir bu, hafif bir akşam esintisi, gök kızartısı, gün, lokanta, sessizlik, prelüdün ilk notaları, upuzun bir sevişmenin ardından gelen serin gülümseyiş olabilir, Chopin’i de Scarlatti sonatlarından biri izleyecektir, umudu olabilir. Hemen ekliyor zaten: “Sizinkini de geri gönderelim mi?”

Kadın ikinci martinisini henüz içmediği halde, epeyce bir özgürlüğe kavuşmuş ışıklı sesiyle diyor ki:

“Ama bakın, yemeğin acısı baharatından, beyaz ya da karabiberinden değil; taze yeşil biberinden. Bunu severseniz?”

Oh hayır, adam ağzında ısırganotu dolaşmasından hiç hoşlanmaz. Bunu sanki kadın da bilmektedir, ama pek emin değil. Belki de, az önce araya giren öğütler, hattâ gözlerinin önünde, burnunun dibinde çekilmiş nice acılı ve acıklı film kareleri, üstünde irili ufaklı ayak izleri bırakmış; o da bu izlerden ötürü kendinden dahi kuşkuya düşecek bir duruma itilmiştir. Kim bilebilir? Hem, durmadan düş kırıklığına uğramaktansa, her şeyi havada, bir soru işareti halinde bırakırsın, olur biter. Ancak bundan hoşnut olduğum söylenemez.

“Efendim?”

Usulca başını silkeliyor: Ancak bundan hoşnut olduğum söylenemez. “Özür dilerim, ben… “

Duraksıyor: Ah, kolay mı sanıyorsunuz çekip gitmek? Çok üzgünüm. O uçağa binmeliydim.

Evet, evet, görüyorum onları; duyuyorum da. Uçak, kadının yanındaki boş bir yerle havalanıyor, ibrişim ipi incecik bir sızı, havayı delerek geçiyor, diye düşünmekteyim hattâ. Dahası, şimdi artık ortalığa yalnız ikisi için yerleşen şu çok değerli, o oranda da pahalı sessizliği bile paylaşıyorum onlarla.

Ayakların ucuna basarak, prelüdün son notalarına yaklaştığı an’da..

açıklanması gerekli her şey açıklanıp bitmiş, artık herhangi bir açıklama olmaksızın da taze otla örtülü kırlıklarda elele yürüyebilirlermiş -yürüyorlarmış- gibi, sorgulamalardan uzak bakışlarla bakıyorlar birbirlerine.

Ben de bakıyorum.

Bunlar resimler. Bir dizi tablo. Arada fotoğraflar da var. EROTİK HAYATIMIZ sergisi. Bu, ufukta gözden silinip giden tren fotoğrafını da neden koymuşlar, ne ilgisi var? Şu bir çift kadın pabucunun ne kadar ilgisi varsa, bunun da var işte. Ama onlar yine de kadın pabucu. Bunlar da tren yolları, ne yapalım yani?

Evet, bakıyorum. İlk ağızda kesinlemeci bile davranabiliyorum. Öyle ya, kuşkuyu henüz tanımadığınız bir çağda, beyaz şaraptan rahat rahat bir yudum alarak…

.. bunun, enikonu geniş boyutlarda bir ruh üşümesinin atlatılmasına aday ân olduğundan..

Pek de emin değilim.

Ne olsa, hayli tehlikeli, çok ince bir çizgide durmaktalar. Yine de birbirlerine kuşkuyu bilmiyora gelme, şimdiyi ise unutmama konusunda son derece destekleyici bakışlarla baktıkları söylenebilir.

Siz kuşkudan söz açıyorsunuz, fakat yerküre çekirdeğinin soğumakta olduğu kesin değil ki. Kesin görünüyor. Yok canım, daha değil! öyle ise de, soğumayı geriletme şansını büsbütün yitirmiş değiliz herhalde. Ayrıca da, işte görüyorsunuz, henüz yaşıyoruz. Kıyamet kopmadı henüz. -Bir kurşun daha canınızı delerek geçebilir, Prelüd hemen şimdi bitecek olabilir; ardından da Scarlatti yerine diyelim ki Rast Peşrevi gelecektir; yorumcular sazlarıyla birlikte değişecektir. Her neyse, yine de, acılı tavuk nedeniyle ya da değil, birisiyle böyle, tam da böyle bir ân gözgöze gelebilmenin, bu ilk karşılaşmanın bile sıcacık bir yeşil doğurganlığına yol açacağını düşünüyorum ben. Kuşkusuz önbilgiler nedeniyle. Aynı şekilde, yine önbilgiler nedeniyle bu taze ot yeşilinin kalın bir kül tabakasıyla örtülmesi engellenebilir, diyorum. Artık öyle olmalıdır, yoksa önbilgiler ne işe yarayacaktır?

Öyle mi, ben de diyorum ki, hayal görüyorsunuz siz. 28 Volkanlar patlamıştır, küller hayatların üstüne çökmüştür ve volkanlar bize küller püskürtmeyi sürdürecektir ve ben de ne yazık ki artık önüme çıkan küçük ışıklı hayat noktalarını geri çevirmeyi öğrenmiş bulunmaktayım. Çünkü bu ışıklı noktalar çok soğukta ısınmak üzere sarıldığınız, onsuz kaldığınızda ise sizi daha beter üşütecek olan kötü avcı kanyaklarından başka bir şey değildir. Yine de beni çağıran ışıklı hayat noktalarına karşı yeterince iyi zırhlanabildiğimi söyleyemem. Sonra… Neden sustunuz? Susmayın lütfen.

Kadın, işaret parmağının ucunu usul usul masa örtüsünde gezdirmektedir; sanki bir şeye hafif kulak kabartmış. Adamsa, belli belirsiz öksürdükten sonra, sormakta:

Neden sustunuz?

Öteki sadece başını eğmektedir:

Dinleyin.

"

Ruh Üşümesi kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?