“Neden en sevinilecek anlarımızda bile sevinemedik?”

Yinelemek isterim: Romanın dokusu, kusursuz bir yapısal bütünlük sunmakta, her bir ayrıntı, her ince çizgi, her ayırtı, gerçeklik izlenimini pekiştirerek bu bütünün içindeki yerine, anlamına, hiçbir zorlamaya meydan bırakmaksızın tam intibak etmekte.
Füsun Akatlı

“Ağaoğlu, yazın düzeyinde “yarının tarihçilerinden” olma işlevini, daha Ölmeye Yatmak’la çok etkin biçimde üstlenmişti. Pek çok şeyler uğruna ölenlerle, pek çok şeyler pahasına hayatta kalanlarla dolu olan Üç Beş Kişi, bu zincirde yeni bir halka. Çetin bir kitap olduğu yadsınamaz; okur, istesin ya da istemesin, hep dönüp düşünmeye, dününü ve bugününü yargılamaya zorlanıyor. Ama bunu göze alan okurları bekleyen ödül de küçümsenecek gibi değil: Çok ciddi tutulmuş bir hesaplaşmanın tanıkları, yaşayanları arasına girmek…”
Ahmet Cemal

Zamanı akıp giderken ,”tarih” olmadan önce okumak…
Roman -bir anlamda- geleceği var olandan hareket ederek okumanın notları sayılırsa; Üç Beş Kişi, dokusu içinde barındırdığı ciddi tarih öngörüsüyle gerçek bir romandır.

Adalet Ağaoğlu’nun, tarih öngörüsüyle birlikte psikolojik çözümlemelere de yer verdiği Üç Beş Kişi, 80 öncesinin bulanık, karanlık ve umutsuz ortamının pervasız bir aynasıdır. Üç beş kişi, yani romanın kahramanları olan Ferit Sakarya, Murat Kaymazlı, Selmin Rifatzade, Kısmet, Türkan Hanım, Kardelen, Neval Hanım ve diğerleri, üstlerinde ağır, bunaltıcı bir baskı hissederler.

Bazıları bu baskının toplumsal ipuçlarını yakalayamaz, bazıları ise o garip karanlığın üstünü örten başka şeylerin varlığını hisseder. Ancak bütün bu üç beş kişinin yaşadıkları ve düşündüklerinden hareket eden Ağaoğlu, sınıfsal yapılanmada gelecekte baş gösterecek değişikliklerin ilk ipuçlarını verir. Gelecek, 80 öncesi yıllarda olduğu kadar bile naif ve az kirli olmayacaktır artık.

ÜÇ BEŞ KİŞİ

1

— Yaşamı kendi isteklerimiz doğrultusunda örgütleyemeyiz ki!

— Sen örgütleyemezsin. Çünkü zayıf birisin. Her şeye çabucak kanıyorsun. Çarçabuk yeniliyorsun. Tek gününü bile programlayamıyorsun. Bu tek gün, bütün bir yaşam için programlanmalı. Kendimizi ona göre hazırlamalıyız.

— Bunun için ne yapmalıyız?

— Her sabah erkenden kalkmalıyız. Yüzümüzü yıkar yıkamaz kültürfizik yapmalıyız. Uzun uzun koşmalıyız. Gülle atmalıyız, engeller aşmalıyız; derin derin soluk almalıyız… En önemlisi de, paçamıza mızmızca sarılıp duran şeylere sırt dönmeliyiz…

Murat, bu öğütlerin, önerilerin kimden geldiğini bilmeden, yeni bir yanıt aranıyordu. Tam: Günün birinde, almamış gibi yapamayacağımız bir telgraf alabiliriz ama? diyecekti; o kültürfizik, engelli koşu önerilerine karşı içinde uçveren kahkahayı böyle bastırabileceğini umuyordu; sarsıldı. İçgüdüsel bir korunmayla, başını ön cama çarpmamak için, iyice geri çekildi, kasıldı. Dolmuş sürücüsünün beklenmedik freniyle öteki yolcular da ileri geri sarsıldılar. Sürücünün kocaman küfrüne minicik haykırışlar karıştı. Hepsi çok kısa sürdü. Sonra yine, hiçbir şey olmamış gibi, suskunluk içinde, hoplaya zıplaya yol almaya başladılar. Murat da yeniden, bilmediği o yüze döndü. Kahkahasını bütünüyle bastırmış, “Günün birinde almamış gibi yapamayacağımız bir telgraf alabiliriz ama!” dedi üstüne bastıra bastıra. Az önce bir soruydu bu. Şimdi bir yanıt.

Gece. Haziran. Ama günlerin en uzunuyla gecelerin en kısasına zaman var daha. Dolmuş, yeterince aydınlatılmamış caddelerden, hemen hemen göz gözü görmez sokaklardan geçiyor, yokuşlar inip çıkıyor. Murat, sürücünün yanında, karşıdan farlarını kısmadan gelen araçların kamaştırdığı gözlerini yumuyor. Sanki içlerine birer avuç kum atılmış; gözkapaklarının altında ince ince sızılar duyuyor: Kültürfizik yap! Gülle at! Uzun uzun koş! Derin derin soluklan!

Murat, kendiliğinden bu son öğüde uyuyor. Derin bir soluk alıp veriyor. Bütün o öğütleri sıralayanın tek bir yüzü yok. Tek bir sesi yok. Ya da belki, başta Ufuk, hayır Ufuk değil, Metin, öyle ya Metin, başta o; pek çok yüz, pek çok sesten oluşmuş, şimdi, bu dolmuşun içinde, şu anda doğmuş bir kimlik, farlara karşı yumulu gözlerin sarıyla alacalanmış karanlığında dolanıyor: Tuhaf işte, bütün bildik yüzler böyle soyut bir yüz, soyut bir ses haline gelince, insanın üstünde hiçbir etki yapmıyorlar. Ürkütmüyorlar, suçluluk duygusu vermiyorlar, başkaldırıya itmiyorlar; gıdıklanmış gibi bir gülme duygusu veriyorlar, o kadar: Neyse ki, bu adı sanı olmayan yüze karşı yüksek perdeden gülmeyi önleyebildim. Dolmuştakiler büsbütün tedirginleşebilirlerdi. Zaten, gece yasağının başlamasına daha birkaç saat olduğu halde, hepsi, geç kalmışlık korkusuyla, öyle…

Bir çalar saat acı acı çınlıyor. Murat gözlerini açıyor. Gelişi gidişi belirsiz bir açıklıkla yavaşlıyorlar. Aynı çalar saat çınlayıp duruyor. Önlerinden bir atlıaraba geçmeye çalışıyor: Gecikiyorum, gecikiyorum! ..

Burası yol mu, alan mı belirsiz. Soldaki direkten çevreye kirli sarı bir ışık yayılıyor: Hangi kavşak burası?

Murat, öte yakadan bu yana geçip geçmediklerinin bile ayrımında değil. Kornalar çalınıyor. Atlı araba, hiç umursamadan, ağır ağır geçiyor önlerinden: Yaşamı örgütlemekmiş! Paçamıza mızmızca asılıp duran şeylere sırt dönmekmiş! ..

Sanki, koşunun en hızlı anında önlerine bir atlı araba hiç çıkmadı, sanki hiç aşık olmadılar, sanki çok saydıkları bir dayının ihanetine hiç uğramadılar, günün birinde almamış gibi yapamayacakları bir telgrafı hiç almadılar…

Yanına geliyorum. Sabah Haydarpaşa’da olurum. Çok özledim. Kısmet.

Eskişehir’den aynı gün, saat on üç kırk beşte çekilmiş bir telgraf. Yıldırım. Murat’ın eline ise bir yarım saat önce geçmişti: Geliyorum. Özledim. Kısmet.

Şimdi duruyorlar. Yeşil ışığın yanmasını bekliyorlar. Hayır, beklemiyorlarmış. Murat’a öyle gelmiş. Kırmızı yanarken geçiyorlar.

“Burada ineceğim.”

Çekinik bir kadın sesi.

Durulacak yerde durmayınca, durulmayacak yerde duruyorlar. Kapı açılıyor. Kadın iniyor. Kaldırımda tok tok ayak sesleri çıkararak karanlıkta yitiyor. Her şey çok çabuk oluyor. Soluk soluğa…

Dolmuştakilerden biri, “Saat kaç?” diyor yanındakine.

Murat, kapıyı postacının hoşnutsuz yüzüne kapatır kapatmaz saatine bakmıştı. Yirmi üçe geliyordu. Son aylar zaman burada, Beşiktaş’taki bu küçük katta ne kadar ağır akardı. Son on yıl, koca bir kentin ortasında ne kadar hızlı akıp gitmişse, son on ay da o kadar yavaş. Günler hiç geçmeyecek, göç kararı artık hiç alınamayacak gibiydi. Murat, çarşının arkasındaki o ruhsuz evde hep öyle devinimsiz bekleyecek, arada sırada kendisine neyi beklediğini soracak ve yine duracak, -çünkü sen zayıf birisin, zayıf bir kişiliğin var- kapandığı köşede çürüyecek, -yaşıtların canını bile ortaya koymuşken sen, bir kadının peşinde…- çöpçülerin gelişi her zamanki gibi yine çok gecikecek; geldiklerinde ise Murat çoktan kokmuş olacak; sineklerin ve kurtların üşüştüğü o leşi kaldıracaklar sonra, götürüp Haliç’in kara, kıvamlı suyuna atacaklardı.

Dünden bozma küçük kat. Dolmuşun ön camında pullu boncuklu bir muska sallanıyor. Murat gülümsüyor: Orada kendimi hep, Ferit Sakarya’ya artık dar ve kısa gelen bir paltodan bana uydurulmuş ceket içindeymişim gibi duyardım. Bu akşam da, o ceketin ceplerinde bıraktıklarımı aramaya dönmeye-bilirdim…

Dolmuş sürücüsü homurdanıyor: “Sözde kestirmeden gidelim dedik!” Demek hâlâ ana caddeye çıkmamışlar? İnsanın, otuzuna merdiven dayadığı bir yaşında bile… İşte, yine zaman yitireceklerdi. Dolmuş bir kamyonla burun buruna gelmişti. Murat’ın, gece yasağının başlama saatine dek, aradığını bulup bulamayacağı da belli değildi ki. Telgrafı hiç almamış gibi yapamaz mıydı? Bunu yapamazdı. Yapamamıştı. Ama sabahki buluşmayı daha güzel, daha anlamlı kılabileceğini sandığı birtakım hayallere kapılmayabilirdi. -Hayalci Murat! Hayalci Murat! ..- Ne çok tasarı, ne çok düş… Olanların hangisi o düşlere uygundu sanki?

Ne kadar eski bir yapı!

Dolmuşun iki tekeri kaldırıma çıkıyor. Eski yapının duvarına hemen hemen sürtünerek geçiyorlar. Ayazpaşa’da, Ferit Sakarya’nın taa öğrencilik yıllarında oturduğu katı çoktan bırakmıştı. Bugün de, bozdurulup kendi üstüne uydurulmuş o ceketi, Beşiktaş’taki ruhsuz yeri bırakmıştı işte. Günboyu eski gazeteleri, dergileri, kitapları, takım giysileri, -ne kadar çok, hepsinin ne kadar da modası geçmiş- bozuk fotoğraf makinelerini, çizik plakları, telleri kopuk gitarları, bitmemiş senfonileri… Onları da bırak, bunları da at!.. at, at, at…

Uzun bir koşu tutturmuştu sanki. Soluk soluğaydı: Yüzümüzü yıkar yıkamaz kültürfizik yapmalıyız. Uzun uzun koşmalıyız. Engeller aşmalıyız. Meyillendiğimiz Hafif Batı’dan dümen kırıp enginlere açılmalıyız. At işte, bu kravatları da, aklığı sarıya dönmüş gömlekleri de, bozuk pikabı, o yandan bu yana esen iç çekişli rüzgârlarla dolu bandları… Artık bozdurup bozdurup üstüne uydurabileceğin kat mat yok. Elektrogitarı alı-koymalı. Bir bakımdan geçirtmeli… En iyisi satmalı. Piyanoyu ne yapmalı? Asıl, bana piyanolar armağan eden bu dayıyı kapının önüne koymalıydım.

Besbelli onu ne atabilmiş, ne satabilmiş, ne kapının önüne koyabilmişti. Taa Bostancı’ya giden bir dolmuşun içine kadar da taşımıştı üstelik. Yıllarca biriktirdiği gazete, renkli dergi kesiklerini de almak için geri dönmeyebilirdi. Onları ne yapacağını bilememiş, yakacak-atacak bir yer bulamamıştı. Yıllar önce, fakülte arkadaşlarından biri, onca üstüne titrediği kitaplarını nasıl yakmıştı! Sanki bu kesikler o kitaplardan değerli. Selmin şurada, Selmin burada, Selmin’le şöyle, Selmin’le böyle… İşte, en sonuncu tarihlisinde şu da var: Kendini Seli adı altında gizlemeye çalışan, Türk Hafif Müziği eski şarkıcılarından Selmin Rifatzâde’nin Ankara, Maltepe barlarından birinde görüldüğü…

Fotoğrafını da basmışlardı.

Bağdat Caddesi’ndeki pastaneler kapanmıştı. Dükkân vitrinlerinden bir karartma gecesinin mavi sarı ışıkları yansıyordu. Dolmuşun açık camından içeri şimdi hafif egzoz ve lağım kokulu bir serinlik doluyor. Murat, yarın gözlerini küçücük bir odada açacaktı. Küçük, fakat aydınlık. Penceresinden incir ağacı görünüyor. Gazete kesikleri, bırakıldıkları yerde: Eskişehir’in tanınmış Sakarya ve Kaymazlı ailelerinden, merhum Ahmet Kaymazlı’nın oğlu, değerli sanayicimiz Ferit Sakarya’nın yeğeni Murat Kaymazlı. .. Genç, yakışıklı âşık… Dayısının sunduğu bütün olanaklara sırt çevirerek…

Taa on yıl öncesinden, yetmişlerden başlayıp, öyle boy boy, renk renk: Fırtınalı aşk. Murat, uzatmalı sevgilisinden vazgeçemiyor.

Maltepe’nin barında çekilmiş o fotoğrafta ise Selmin artık uzatmalı sevgilisiyle değil. Saçları oksijen yanığı, gözaltları morumsu, eteği buruşuk. O etek taa nerelerine dek sıyrılmış. Heykel güzelliğindeki bacakları boylu boyunca gölgelenmiş…

Murat’ın yüreğinden uzak, uçuk bir titreme geçiyor: Bu resmi gördüğüm gün yine ne çok ağlamıştım. -Çünkü sen zayıf birisin. Bir gününü bile programlayamıyorsun.-

Akşamüstü Beşiktaş’a, boşalttığı eve dönmüştü işte. Kirli duvarlardan kaldırılmış tablolar, çekilen masalar, geride isle çerçevelenmiş dörtgen aklıklar bırakmıştı. Yatağın, dolabın kaldırıldığı yerde toz yumakçıkları uçuşuyordu. Ocağın bulunduğu köşede üçgen biçimi, dört yağ tabakası, buzdolabından boşalan yerde ise pas lekeleri göze çarpıyordu. Gazete, dergi kesiklerini aralığa yığmış: Kocaman bir on yılı yabancı kimselerin eline nasıl bırakabilirdim!

Arkadaki tek yolcu da inmiş. Dolmuşta şimdi iki kişi kalmışlar. Galiba Şaşkınbakkal’ın oralardan geçiyorlar. Belki de değil. Belki daha Göztepe’ye ancak geldiler. Gazete kesikleri ise yine boşalttığı evde kaldı. Onları ne yapacağını yine bilemedi. Evi çoktan boşaltmıştı. Gitmişti. Kapı çalınırsa çalınsın. Açmayabilirdi.

“Telgraf!” diyordu dışarıdan bir ses.

Açmayabilirdi.

Yanına geliyorum. Sabah Haydarpaşa’da olurum. Özledim. Kısmet.

Ah Kısmet, bu telgrafı yarın çekseydin elime geçmezdi. Son on yılı incir ağacının altında yakardım. Sana da telefon etmezdim artık. Yeni yerimi bildirmezdim. “Nasılsın?” demezdim. Sonunda ben de her şeyi programlamıştım. Bir incir ağacına uyanacaktım. Hiçbir zaman hiçbirinize, “Nasılsınız?” demeyecektim. Yanıtları ezberlemiştim.

Ne zaman kızkardeşine telefon açsa, ona “Nasılsın?” dese, bütün iniltili “Sen nasılsın?”larına eklenen hep aynı yanıt olurdu: “Bildiğin gibi…” Ama şimdi bildiğim bir şey yok. Buraya geliyormuşsun, yanıma. Burası neresi? Salkım Küpe Sokak, No: 11. Şimdi bulunduğu yerden, az sonra bulunacağı Bostancı’dan, sabah gideceği Haydarpaşa’dan ne kadar uzaktı bu Salkım Küpe Sokağı. Dik yokuşlar. Bir alay başıboş köpek, bir alay başıboş kedi, bir alay da başıboş çocuk. Eski ahşap evin en küçük odası. İçinde bir yatak, bir masa. Kısmet’i orada nasıl barındırabilirim? Hem bakalım yalnız mı geliyor? Şimdiye dek onun tek başına bir yolculuğa çıktığını gören olmamıştır. Çarşıya, eteklik kumaşı almaya bile çıksa, yanında ya annemiz olacaktır, ya Kardelen, ya da hala kızlarımızdan biri. Ama Deniz yengemiz değil. Deniz yengemiz, aileye sonradan katılan en özgür kadınımız. Seramik desencisi. Uygar Ferit Sakarya’nın uygar karısı. Son kez Divan Pub’da buluştuk. Koca birer tabak salatanın başında: Hayır Deniz, dönmem. Dayımla da çalışmak istemiyorum. Öyle işte. Nedeni yok. İstemiyorum.

Murat, “Kocana güvenmiyorum,” diyemediği için, “Nedeni yok,” demişti. Deniz, ortadan ayırıp ensesine sıkıca topuz yaptığı saçları, çok ustaca boyandığı için hiç makyajsızmış izlenimi veren yüzüyle çok hoştu. Yine de insanda çekinme duygusu yaratıyordu. Kocası gibi o da ‘kendine güven’ denen şeyin bir simgesi. Dört sigara içmişti. Dördünü de aynı boyda içmişti, hayret! Nedensiz hiçbir şey olmazmış. Deniz, dördüncü sigarasını da filtresine bir santim kala söndürüp böyle demişti. Salatanın içindeki salam kırpıntılarının birini bile yanılıp ağzına atmamıştı. Hepsi kasenin içinde kalmıştı. Esmer teninde uçuk bir pembelik. Bu pembelik hiç ton değiştirmiyor. Oysa, gözlerinde belli belirsiz bir öfke ışığı çakmış, “Yoo ama, nedensiz hiçbir şey olmaz Murat!” demişti. Elçilik görevinin başarısızlıkla sonuçlanmasından hoşlanamazdı. “Biliyorum, ama size nedenini söylemeyeceğim Deniz. Hiçbir zaman. Kimseye söylemeyeceğim.”

Deniz, bu direnişi anlamsız bir inada bağlamış olabilir. Ama herhalde Selmin’in ablası Belgin’in görüşü daha gerçeğe yakındı: “Ah senin şu, feodallikten artakalmış gururun!”

Bu sabah, Beşiktaş’taki evin kapısı önüne bırakılanlar arasında Belgin de var: Gelip gittikçe içtiği rakı ve konyaklardan boşalmış on kadar şişe, divanın altına yuvarlanıp orada unutulmuş bir tüp uyuşturucu. Haa, bir de fotoğraf. Kara gözlü bir oğlan çocuk…

“Geliyorum,” diyor Kısmet. Telgraf çekiyor. Üstelik de gece trenine biniyor. Ne olmuş olabilir? Belki de kocasıyla kavga ,etti. Artık her şeyi açığa vurdu belki. Kendini açığa vurdu. Evini bıraktı, kaçıyor. Olamaz ki. Kısmet bunu yapamaz. Kaçacak-sa, ancak üst kata, annemiz Türkan Kaymazlı’nın yanına kaçar o. Ertesi gün de herkes elbirliği eder, Orhan’la aralarını yapıverirler ve yaşam eskisi gibi sürer gider.

Bütün o renkli gazete, dergi kesiklerinin yanında yine çaresiz duruyordu. Onları ne yapabileceğini yine bilemiyordu. Ama yüreğini altüst eden başka bir şey olmuştu. O kesiklerin arasına nasılsa karışmış bir resim. Murat, bir zaman da bunu tutturmuştu. Son on ayı içinde sürekli kar çiçeklerinin resmini çiziyordu. İşte bu da bir kar çiçeğinin ak pak petali. Daha belirgin bir aklık içinde uçuşuyor gibiydi. Bir takıntı: Aylarca çizdim, boyadım. Hep kar çiçekleri. Karlar, buzlu sular arasında açarlardı. Ben yalnız o çiçekleri boyarken ısındım.

Yanındaki kimse koluna dokunuyor. Çok gözlü küçük el çantası yere kaymış. Eprimiş, ama güzel, yumuşak deriden bir çanta. “Sağolun.” Eğilip alıyor. Doğrulurken Bostancı’nın küçük alanına yaklaştıklarını seçiyor. Gündüzlerin curcunasından hiçbir şey kalmamış geriye. Sebzeciler, meyveciler kasaların üstüne örtülerini çekmişler. Dolmuşlar, minibüsler son seferlerine hazırlar. Simitçiler yok. İskeleden doğru insanlar koşuşuyor. Telgrafı okuduktan bir süre sonra Murat da böyle olmuştu. Çok hızlı bir koşunun ardından, henüz daha soluk soluğa iken, aklı bir tek şeye takılı kalmıştı. O takılı kalış nedeniyle çabuk olması gerektiğine, zamanın çok daraldığına inanmıştı. Telgraf gibi, kar çiçeği resmini de el çantasına attığı gibi dışarı fırlamıştı: Öyle ya, kesikler yine orada kaldı.

Gecenin karanlığına çıkarken saatine bir kez daha bakmayı unutmamıştı. On biri geçiyordu: Gece yarısına kalmadan Bostancı’da olabilirim. Yasak başlamadan geri dönebilirim.

Bostancı’daydı işte. Yukardan, köprünün beri yanından bir trenin düdüğü işitiliyordu. Alanı hızla geçiyor şimdi. Köprünün altına dalıyor. Merdivenleri tırmanıyor. Aynaya baksa, yüzünde kendine bile yabancı gelecek bir gülümseme:

Kısmet çoktan Eskişehir tren istasyonundadır. Annemizden, aileden edindiği bir alışkanlık. Yola arabayla çıkılacaksa kör karanlıkta çıkılır. Trene binilecekse, kalkıştan en az bir saat önce istasyonda olunur. Hacer, yolcunun, daha doğrusu yolcuların, -çünkü ailede Ferit Sakarya ve Deniz’den başka kimse yolculuğa yalnız başına çıkmaz- arkasından bir tas su dökmek üzere evde kalır. Bazan annemiz, pek sık halamız; çok zaman hala kızlarımız, hatta uzak akrabalarımız ve hiç aksatmadan da, her işe koşturduğumuz İdris Efendimiz, yolcuları gönderenler arasındadır. Gidenlerde küçük değişiklikler olursa, ister istemez gönderenlerde de küçük değişiklikler olur. Ancak İdris Efendi, üç günlük yolculuklarda bile, bütün bir yıl, bütün bir ömür gidiliyormuşçasına patlayacak denli doldurulmuş bir sürü bavulu, çantayı, bir o kadar naylon torbayı binilecek araca taşımakta, hepsini tek tek yerlerine yerleştirmektedir. Hacer’in balkondan saçtığı suların kaç tas olacağı ise, gidenlerin sayısından çok, kendi gözündeki önem derecesine göredir. Ferit abisi için kovalarla su döküyordur, ama başa mı çıkar? Adam yerinde hiç durmuyor ki! Gecenin bu saatinde Hacer, olsa olsa ancak balkona çıkmış, taa yukardan aşağı yarım tasçık su fırlatmıştır. O da yalnız Kısmet için. Orhan’a yok. Kısmet’i trene herhalde kocası getirir. Yok canım, yok canım, o trene birlikte binecekler. Ama Kısmet, Orhan eniştemizle gelecek olsa trenden söz açmazdı. “Sabah Haydarpaşa’da olurum… ” Arabası dururken Orhan’ın trene bindiği nerde görülmüş? Öyleyse Kısmet annemle geliyor. Ya da hala kızlarından biriyle… Ya Ferit Sakarya’nın koluna girmiş, öyle geliyorsa? Kocaman beyinli, kocaman yürekli, kocaman çeneli dayımız böyle küçük oyunlara gönül indirecek adam değil ki! O, bu ‘küçük mesele’yi çoktan unutup gitti: Gelen geldi, geçen geçti, şimdi biz işimize bakalım. Milli sanayimizi nasıl kuracağımızı. Ah keşke yarın trenden o da inse! Götürüp ona Seli’nin Seli olmuş fotoğrafını göstersem: Bakın bakalım, bakın! Geçen geçiyor ama, delerek geçiyor!..

Murat, içine musallat olan bu ısırgan sesi yendiğini sanıyordu. Dayısına karşı duyduğu öfkenin, düşmanlığın nedeni salt Selmin miydi bakalım? Yoksa, bu düşmanlığı açıklayabilmek için o ‘küçük mesele’ye mi sığınmıştı? Arada Ferit Sakarya olsun olmasın, Selmin şimdi bulunduğu yerden çok mu uzaktaydı? “Hem,” demişti kaç kez kendi kendine, “birer tutku adamı olmakta birbirimize ne kadar benziyoruz. Ancak benim tutkum genel geçerde sıfır alıyor, onunkisi on üstü yıldız. Ben belki de bunun hırçınlığını yaşadım.” Dayısının o hareketini hiçbir zaman hoşgörememişti. Göremezdi. Ama, Ferit Sakarya’ya karşı bir saygı, hatta hayranlık bile duyuyordu. Elinde değildi. Tıpkı Darüşşafakalı oğlanlara benziyordu işte. Murat, en sonunda, dayısına karşı duyduğu, bitmeyen, her gün biraz daha artan düşmanlığın, ona aynı zamanda hayranlık da duymadan edememesinden kaynaklandığına karar vermişti. Kendi tutkusu, içinde akıl barındırmayan bir tutkuydu. Ferit Sakarya, akıldan hiç caymazdı. Ama bu da Ufuk’un düşüncesi değil miydi?

“Es geçiyoruz, karşı olmak yeter sanıyoruz, ancak Türkiye solunun Ferit Sakarya gibi adamlardan öğreneceği çok şey var,” der dururdu. Anlaşılmaz, değişik, hattâ deli denirdi Ufuk için. Deli değildi Ufuk. Murat’a da çok değişik gelirdi. Yaşamına girip çıkan, değip geçen hiç kimseye benzetemezdi onu.

Kısmet’in telgrafını okur okumaz Ufuk’u düşünmüştü. Gecenin bu saatinde onu bulmaya kalkması tuhaftı. Şimdi, içerlere doğru yürürken de, Ufuk’un son olarak taa ne zaman gördüğü pek değişik bir yüzü, pek değişik bir sesi: “Kısmet ne zaman buraya gelirse, benim de o ân haberim olsun Murat!”

Bir buyruk değil. Murat’ın ilk algılayışı böyleydi, ama şimdi o ses, yakaran bir ses. O yüz, özlem dolu. Her şeyi yaşadığını sanıp da, özlemle ilk kez ve pek yaman biçimde tanıştığını ele veren bir yüz.

İstasyonun arkasındaki alanda, bir vitrinin içinde, kesilmiş, yolunmuş piliçler sıra sıra duruyor. Banliyö treni geçip gidiyor ‘muttarit tıkırtılarla…’ Öyle ya, yaşamı programlayabilmek için işe, sabahları kültürfizikle başlamak gerektiğini öneren Metin de değildi. Felsefe okuyan bodur, şişko oğlandı. Yanında’ hep Darüşşafakalı çocuklarla gezerdi. Murat’la konuşurken sesi dikine dikine çıkardı. Hele tavukları ardındaysa! Güzel bir kız gördü mü, rengi solardı, sesi incelirdi. Beni Selmin’den koparıp ‘doğru yola’ çekmek için küfüre dek pek çok yol denemişti. Sonra, bir kez Selmin’le de karşılaştı.

-Aaa sahi, renkli basınla en az benim kadar ilgiliydi demek!- Selmin’le karşılaştı. Çok terliyordu. İkide bir Selmin’in sigarasını yakmaya çalışıyordu da kibritler huysuzluk ediyordu, kırılıkırılıveriyordu. Tavukları o gün yanında değildi. Her şey birden çözülmüştü. ‘Doğru yol’ yitirilmişti, bulunamıyordu. Selmin de çok acımasız davrandı. “Puşt! Çek bakayım dizini dizimden. Masanın altında sürtüp durma! Git sen de kendine bir karı bul! .. ” Soylulukla pespayelik, incelikle edepsizlik barış içinde, elele; biri bir gün gerekirse, öteki öteki gün, nereye gideyim, başımı nereye sokayım?

– Sıkıyönetim on sekiz ilde iki ay daha uzatıldı.- Felsefeci oğlan, burnundan sümükler akasıya ağladı: “Ben çok kadınsızım, çok kadınsızım, para da olmayınca…” -Ankara’daki olaylarda bin üç yüz kişi gözaltına alındı.-

– En bedava spor koşmakmış. Ufuk, Şeker Fabrikası’nın önünde beş bin metreyi on dört dakika elli saniyede koşardı. Ağaçlara, elektrik direklerine işaretler koyardı. Her ağaç arası elli metreymiş. Kronometreyi ben tutardım. Ama o, hiç hız kesmezdi. Şeker’in önünde koştuğu kadar, kızlar arasında da, ipi göğüsleyene dek. . . İpi göğüslemek. Çok hızlı bir beş bin koştuktan sonra, hemen duramazsın. Hızın hızıyla sürüklenirsin… Ufuk’un o yeni yüzü, o yeni sesi, o çığlık!.. İp göğüslenmiş, ama hala koşuyorsun, sürükleniyorsun, on ay ruhsuz bir evde devinimsiz oturuyorsun, üstüne işaretler atılmış ağaçlar, elektrik direkleri bir bir geçiyor önünden.

-Üç ölü, dört yaralı. Bir ölü, beş yaralı. Dört ölü, üç yaralı…

Murat, istasyonun arkasındaki yolu tutturmuş, yukarı doğru hızlı hızlı yürümekte. İzmit yönünde geçip giden trenin sesini işitiyor: İzmit’teki tren kazasında on yedi kişi ölmüş, yirmi yaralı… Ayakları yeterince hızlı gitmiyor. İçinin koşuşuna oranla hep geride kalıyor bu ayaklar: Doğrusu tam hangi yolu tutturmam gerektiğini de bilmiyorum. Ne Felsefe’deki oğlan, ne onun hayranları, ne Selmin, Ufuk’u tam nerde bulabileceğime dair ipucu vermiyorlar. Bir telgraf aldım. Kızkardeşimden. Ablamdan. Kısmet’ten… İlişkilerdeki bu kekemelik. Beynimde patlak veren yeni bir karmaşayı düzene sokmaya çalıştım: Tamam işte, benim de Kısmet için yapabileceğim bir şey var artık. Hattâ iki şey. Yarın sabah erkenden Haydarpaşa Garı’nda olabilirim. Kısmet’i karşılayabilirim. Ufuk da oradadır. Buna, Ufuk kadar Kısmet de sevinecektir. İnsanın, yaşamında, hoşnut edilmeye değer üç beş kişinin kalmış olması az şey midir?

"

Üç Beş Kişi kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?