Birinci Bölüm

AMNESTY INTERNATIONAL (Uluslararası Af Örgütü)

ADRİANOPLE ISLAHHANESİ

BİR CİNAYET SANIĞI

1

Üç gündür hiç durmadan yağan yağmur, kafilenin Külliye’nin güney kapısında belirmesiyle birlikte tipiye dönüştü. Rüzgâr yön değiştirdi, karşılarına geçti, eğildi, yıldızdan, yere paralel olarak esmeye, fırlattığı buz tanecikleri yeni gelenlerin bacaklarını dalamaya başladı. Onları avlunun kubbeli revaklarının altına sığınmış seyreden Mağdurlar, Taliplerin şaşkınlıklarını utangaç gülücüklerle karşıladılar.

“Bunlar da pek gençmişler, ayol!” dedi birisi. Bir başkası, “iki yüz kadar varlar mı?” diye sordu. “Daha fazlar “Yok, canım! Yüz elli ancak var!”

“Eh, buna da şükür!”

Kafile lideri Helsinkili Ingrid’in, “Bir zamanlar İkinci Beyazıt Külliyesi olarak da bilinen Adrianople Islahhanesi” diye başlayan standart tanıtım konuşmasına kadar oyalandılar. Yüreklerini dolduran duygudaşlık, hüzün ve o garip nafilelik hissi baş edilemez olunca, başlarını eğdiler, medresenin doğu kanadında kendilerine tahsis edilmiş sivri beşik tonozlu hücrelerine çekildiler.

Hava hızla kararıyor, tipi artıyordu, ikinci Beyazıt Camisi’nin minareleri, iç avlunun heybetli kapısı gözden kayboldu. Kışlık dershanenin, talebe hücrelerinin ışıklan yerde arabesk gölgeler oluşturdular. Helsinkili Ingrid, konuşmasını kesti, ayak parmaklarının ucunda yükselip alçalan, avuçlarına hohlayan Taliplere neşeyle takıldı,

“Ama bu daha eksi dört bile değil! Trakya’da eksi yirmi dördü de göreceksiniz!”

“O, yooo!” diye ünledi, kalabalık!

“O, yesss!” diye güldü Ingrid, omuzlarına dökülen saçlarından kar tanelerini silkeleyerek, “Gerçi, siz Attelliahlar’a bu ilk gecenizde bir ayrıcalık tanımalıyız! Toplantımıza İmaret’te devam edebiliriz!”

Talipler sevinçle zıpladılar, eller havalandı, alacakaranlıkta birbirlerini buldu, “Çak!”

“Bizi soğuktan dondurdular diye İnsan Hakları Mahkemesine gitmenizi istemeyiz!” diye ekledi Ingrid, “Yeniden Arınma’ya talip olanlar, Mağdurlarla aynı haklara sahiptirler!”

“Hip, hip, hurrey! Hip, hip, hurrey!” Talipler, alkışlamaya koyuldular.

İmaret Nöbetçisi General, alkışları duydu, Çorbacıya seslendi, “Salik!”

“Buyrun, Generalim!”

“Talipler geliyorlar, çorba servisini başlatın!”

“Emredersiniz!”

“Amir yok! Emir yok!” General, ayağını öfkeyle yere vurdu, “Bir de Salik olacaksın!”

Salik Niyazi, hata yapmaktan duyduğu üzüntüyle başını salladı, af diledi. Mutfağa, tofu karavanasının başına yönelmişken, General durdurdu,

“Bak buraya, sen sınavı geçtin mi sahiden? Sahiden, 90 HIFS puanın var mı senin?”

“ULU PİR’in izniyle geçtim, Efendim,” dedi Salik, “91 HIFS puanım var.”

“Ne günlere kaldık!” diye söylendi General, ellerim seyrek, kırçıl saçlarının arasından geçirip, ceketinin altından sarkan gömleğini pantolonunun içine tıkıştırmaya çalışırken, “Hadi, git işine bak! Neredeyse burada olurlar.”

Kısa boylu, toparlak göbekli bir adamdı. Darmadağınık bir hali vardı. 1990’ların askeri üniformalarını anımsatan takım elbisesinin rengi ağarmıştı. Kravatsızdı. Boz renkli gömleğinin açık yakasından kıvırcık beyaz kılları görünüyordu. Yıllardır ütü görmemiş pantolonunun dizleri, kollarının dirsekleri torbalanmıştı. Ceketinin sağlı sollu iki göğüs cebinden en az dört-beş deste olduğu anlaşılan iskambil kâğıtları fışkırıyordu. Pantolonun ceplerinde stokladığı zarları, tutkulu bir tombalacı edasıyla sık sık karıştırıyor, bazen de kaybolmadıklarından emin olmak istermiş gibi bir iki tanesini çıkarıyor, uzun uzun inceliyordu. İmre Kadızade, onu, ilk kez elinde kepçe, Taliplere çorba dağıtırken gördü.

Tofu, soya fasulyesinden imal edilmiş, besin değeri yüksek olduğu kadar da lezzetsiz, peynirimsi bir yenilebilirden oluşmuş çorbaydı. Kadının tabağının içinde jelâtin parçaları gibi yüzen nesnelere anlamaya çalışarak baktığını gören General, “Deniz anası. Medüz,” diye açıkladı.

“Safi protein. Attelia sahillerini tehdit eden bu yaratıkların yüzde onu Islahhanemizde tüketilir. Salatası ve böreği de dâhil olmak üzere tam on iki değişik şekilde pişirebiliyoruz.”

“Kutlarım!” dedi kadın, “Bu inanılmaz bir basan!”

“Adrianople Islahhanesinin uğraşlarından birisi de yenilebilirlerin sayısını arttırmaktır!” dedi, uzun masanın başında oturan Ingrid. “insanlığa bu yoldan da katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. Eski Darüşşifa binasının bir kısmını laboratuara dönüştürdük. Trakya otlarıyla denemeler yapıyoruz. Geçen yıl, meyan kökün den kahve üretmeyi başardık, meselâ. Hem kafeini yüzde yetmiş oranında daha az hem de çok daha ekonomik. Sabahları papatya çayı yanında, meyan kahvesi de verebiliyoruz artık. Tabii, bu bahsettiğim, Müridlere. Talipler, partnerlerinin sağlıksız gıda rejimlerini paylaşmak durumundalar.”

İmre Kadızade’nin gözlerinin çorba dağıtan adamda olduğunu fark etti,

“O, Generalimizdir,” dedi Helsinkili. “Bir zamanlar Türk Ordusunda görevliymiş. Çıldırdığı gerekçesiyle emekliye ayırmışlar.” Sevecenlikle gülümsedi, “Sevgili General! On dört senedir burada ama o hâlâ bir Mürid! Öyle dağınık ki, yeterli HIFS puanlarını toplayıp Salik olamıyor bir türlü! Ama biz onu yine de seviyoruz!” Sesini yükseltti, “Öyle değil mi, General?”

“Ben de seni seviyorum, Bebek!” dedi General, “Ama sıcak yaz günlerinde! Kışın soğuk İskandinav kanın yatağı ısıtmıyor!”

“işte bu yüzden yeterli HIFS toplayamıyor!” dedi Ingrid, anlayışlı bir tavırla, “Deli! Ama sevimli bir deli!”

Yemek, Salik Niyazi’nin sunduğu, tofu peyniri, soya krakerleri, yaban pirinci eriştesi ile tamamlandı.

İmre Kadızade, cinayet sanığıydı. Amnesty International -Uluslararası Af Örgütü- tarafından, “Kendisine bir dünya kurma becerisinden yoksun bırakmak suretiyle, yeğeni Devrim Kuran’ın ölümüne yardımcı olmak”la suçlanmış, aynı Örgüt’ün İstanbul’daki Atik Valide Islahhanesi Kampusu Hastanesi’nde ölü yıkayıcı olarak göreve davet edilmişti. Duruşmalar, iki yıldan fazla sürdü. Bu sürenin sonunda Amnesty International yargıçları, yetersizlik kararı aldılar ve davayı Dünya Anti-Nihilist Sivil Toplum Örgütleri Birliği, DANSTÖB mahkemelerine devrettiler. Anti-Nihilist Sivil Toplum Örgütleri, ENDİSTLER konusunda uzmanlaştıklarından, DANSTÖB mahkemeleri, “ihtisas mahkemeleri” hüviyetindeydiler.

DANSTÖB, Kadızade’nin iki yılı aşkın gassallık görevini ileri sürerek talep ettiği Yeniden Arınma, ReCycling, hakkını kabul ile kadının Amnesty International’ın “İnsan Haklarını Sistematik Olarak ihlâl Edenleri Dönüştürme Programı,” TSVHR, kapsamında Adrianople Islahhanesinde gerçekleştirdiği kurslara katılma talebini onayladı. Bu suretle davasının Adrianople’da görülmesi de kesinleşmiş oluyordu, ilamı tebellüğ eden İmre Kadızade, evini kapattı, diğer taliplerin arasına katıldı, yola çıktı.

Doğu Trakya Cumhuriyetinin sınırları Çerkezköy’den başlıyordu. Merkez Adrianople, (eski Edirne) Kırkkilise, Rodosto, Gallipoli ve Çerkezköy olmak üzere beş bölgeden oluşmuştu. Doğu Trakenlerin 1980’li yıllara uzanan hak arayışları, İstanbul Eyaleti ile yapılan bir antlaşmayla sonuçlanmış, genç Cumhuriyet, Batı Trakyalı soydaşları ile federasyon görüşmelerine başlamıştı. İmre Kadızade, mor üzüm salkımlı mavi beyaz Doğu Traken bayrağını ilk kez Adrianople yolunda gördü, ilgiyle inceledi. Aynı motif, kimliğini inceleyen Avusturyalı görevlinin kolluğuna da işlenmişti. Mor salkımın kırmızı beyaz çizgili Avusturya ambleminin yanında hoş durduğunu düşündü. Görevlinin Uluslararası Mimari Mirası Koruma Sivil Toplum Örgütü, UMMSTÖ gönüllülerinden olduğunun farkındaydı. Merkezi Viyana’da olan örgüt, başta Adrianople olmak üzere Trakya’nın tüm eski eserlerini korumaya almıştı. Restorasyon için büyük çabalar sarf ediyordu.

Daimi ikametgâhları Doğu Trakya Cumhuriyeti’nin dışında, diğer Anadolu Devletlerinde olanların Batı Marmara sahillerindeki yazlıklarının kamulaştırılması da UMMSTÖ’nün gayretleri sayesinde mümkün olabilmişti. Kadın, amcaoğlu Bekir Kuran’ın Saroz’daki yazlığını kaybetmekten duyduğu üzüntüyü hatırladı. Ancak, amcaoğlunun senede birkaç gün kullandığı, altyapı masraflarını Doğu Trakya vatandaşlarının yüklendikleri yapının hakiki sahiplerine dönmesi hakçaydı ve kaçınılmazdı. Göğsündeki isim plaketinden adının Schwartz olduğunu öğrendiği delikanlının, “Doğu Trakya Cumhuriyetinde mülkünüz var mı?” sorusuna,

“Hayır,” diye cevap verdi, “Ne Doğu ne de Batı Trakya’da mülküm var.”

Uluslararası Af Örgütü otobüsü eski otoban güzergâhında seyrederken, bir zamanlar iğne atılsa yere düşmeyecek yazlık sitelere üzüm bağlarının yürümüş olduğunu gördü. Sosyal tesislerin hemen hepsi şarap imalathanelerinin adını taşıyordu: Güzel Marmara, Malkara, Saray ve diğerleri.

Gece hava çok soğudu. Yatakhaneye dönüştürülen Kışlık Dersane’nin pencereleri, akmaktan vazgeçmiş gibi duran Tunca Nehri’ne bakıyordu. Nehirle Külliye arasında kalan toprak donmuştu. Az ilerdeki mezarlıkta, bir yıl kadar önce intihar eden üç Talip gömülüydü. İmre Kadızade, mezarlıkta bitki namına birkaç böğürtlen çalısından başka bir şey olmadığını gözlemledi. Çıplak çalılar rüzgârın her çarpışında nöbet geçiriyormuş gibi kendilerini oradan oraya atıyor, yerlere yapışıyordu. Portatif karyolasına döndü, gözlerini yumdu, uyumaya, ertesi günkü yoğun program için gücünü toplamaya çalıştı. Aradan belirleyemediği bir süre geçti, cama vurulduğunu duydu. Gözlerini açtı, odanın sihirli bir ışıkla aydınlanmış olduğunu gördü. Doğalgaz sobası çoktan sönmüş olmalıydı. Uyku tulumunun dışında kalan kolları buz gibiydi. Uyuyan Talipleri uyandırmamaya gayret ederek yerinden kalktı, cama yaklaştı. Buharı sildi, dışarı baktı. Mezarlık, çalılar, hatta Tunca, beyazın altında kaybolmuşlardı. Görebildiği tek şey, girdaplanan tipi oldu. Kar, sanki adının orada, o yatakhanede olduğunu bilmiş, üşenmemiş, çocukluğunun en korkutucu, en bunaltıcı oyunlarından birini yeniden sahneye koymuştu. “Çekil git! Çekil git!” diye fısıldadı, geçen Yüzyıldan kalma bir dileği hayretle hatırlayarak,

“Boğuluyorum, anneciğim, kurtar beni! Topuğumu geçti kar! Boğuluyorum anneciğim kurtar beni! Dizlerimi geçti kar! Kurtar beni! Kurtar!”

Bir an giyinip dışarı çıkmayı düşündü. Vazgeçip yatağına dönmeye karar verdiği anda da onları gördü.

Onlar, Tunca’nın olması gerektiği yerden başveren dört karartıydılar. Uzayıp kısalıyor olmaları, yürümeye çalıştıklarım düşündürüyordu ama yaklaşıyorlar mıydı, uzaklaşıyorlar mıydı, o belli değildi. Bunu anlaması için on dakikayı aşkın bir süre beklemesi gerekti. Yaklaşıyorlardı. Aklına, nehrin donmuş olmasını fırsat bilip, sının geçen Yunanlı kanun kaçakları olabilecekleri geldi. Saatine baktı, altıya geliyordu. Az sonra şafak sökecekti. Yola daha erken çıkmaları gerekirdi diye içinden geçirdi. Kenara, kendisini göremeyeceklerini hesapladığı yere çekildi, bekledi. Adamların Tunca ile Külliye arasında kalan arazi parçasını aşmaları yarım saatten fazla sürdü, İmre Kadızade’nin görüş alanına girdiklerinde hava adamakıllı ağarmıştı. Kadın, mezarlığın duvarından içeri atladıklarını, Darüşşifa olduğunu sonradan öğreneceği bölüme yöneldiklerini gözlemledi. Tipi olmasaydı da yüzlerini göremezdi, parkalarının kukuletalarının altına ‘saklamışlardı. Ama bir şey gördü; başparmak bükülü, diğerleri açık ve aralık, kuşkuya yer bırakmayan bir “dört” işareti. Adamlar, dağılmadan önce birbirlerini parmaklarıyla “dört” işareti yaparak selâmlamışlardı.

İmre Kadızade, saklaması, kimselere söylememesi gereken bir toplantıya şahit olduğunu bildi, ihtiyatlı olmayı çok küçücük bir kızken öğrenmişti. Yerine döndü, giyinmeye başladı. Kalk borusu çalmadan önce avluda, hazırdı.

"

Kabus – Schrödinger’in Kedisi 1. Kitap kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?

Kabus – Schrödinger’in Kedisi 1. Kitap

Kabus – Schrödinger’in Kedisi 1. Kitap

Roman
Yazar: Alev Alatlı  
Yayınevi: Everest Yayınları