“Yerimden kalktım. Aynaya doğru ilerledim. İki hanımın sessizce beni dikizlemelerine aldırış etmeden baktım. Perişan bir haldeydim. Yüzüm sapsarıydı. Gözlerim kıpkırmızı. Kenarlarından fırlayan saçlarımı toplamak için şapkamı çıkarınca şöyle parmaklarımla bir tarasam elimde kalacaklarını sandım. Şapkamı giyip kenarlardan fırlayan saçları içeriye tıktım. Dışarı çıktım. Vapur Kadıköy’den kalkmış geliyordu. Haydarpaşa İstasyonu’na baktım. Kocaman kapılarından ötede kırmızı yeşil fenerli, demiryollu, trenli, yolculu, meraklı, düşünceli, perişan, yerini bulmaya çalışan bir âlem vardı. Her gün yüzlerce tren binlerce hikâye getiriyor, binlerce hikâye alıp gidiyordu.”

“Hikâye Peşinde” adlı öyküden.

Kitap Hakkında

Az Şekerli, Sait Faik Abasıyanık’ın ölümünden sonra, 1954 yılının Aralık ayında Varlık Yayınları’ı tarafından yayımlanan öykü kitabı.

Az Şekerli’de, Sait Faik’in son günlerinde yazdığı hikâyeleri ile gençlik günlerinde yazdıkları bir aradadır. Özellikle, son günlerinde yazdıklarında ölüme yaklaştığını anlayan bir sanatçının bekleyişi, boyun eğişi ve teslimiyeti fark edilebilir.

Yazarın bu kitapta yer alan Battaniye ve Kalinikhta isimli öyküleri Alemdağ’da Var Bir Yılan’daki eşcinsel göndermeli öyküleri ile birlikte değerlendirilir. Bu hikâyelerde ortak karakterlere de rastlanır. Bunun dışında Kalinikhta, Abasıyanık’ın vefatın önce yayınlanmış son hikâyesidir ve yazarın dünyaya vedası gibidir: “Ekselsiyar kahvesinin garsonu, ‘Kalinikhta Kiryos’ diyor bana. Benden de bir kalinikhta sana. Panco!”

Fındık isimli öykü yazarın gençlik günlerinden kalmadır. Sait Faik’in ilk dönem hikâyeciliğinden kalma kişilere rastlanır. Öykünün kahramanı olan Çöpçü Mehmet, zehirlenmesi istenen bir köpeğe kıyamadığı için işinden istifa eder. Kitaba ismini veren Az Şekerli de yazarın küçük adamlarının hayatlarından bir kesit sunar. G… ise yazarın hastalığını anlattığı, tedavi olmak üzere gittiği hastanedeki gözlemlerini dile getirdiği bir öyküsüdür.

Az Şekerli’deki hikayelerin bazılarının özgünlüğü sonraki yıllarda tartışma konusu olmuştur. 1975 yılında Metin Erksan tarafından televizyon filmi yapılan Müthiş Bir Tren de bu hikâyelerden birisidir. Çeşitli tartışmalara sebep olan film, Sait Faik’in hikâyesinin özgün olmadığı, Ferenc Herczeg’in bir hikâyesinden uyarlama olduğu iddialarını da canlandırmıştır. Zaten Sait Faik de 1948’de, Hürriyet gazetesindeki ilk yayınlanışında, hikâyesinin altına ”’yazan’ değil de ‘yayınlayan’ diye imza atmış”tır. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, bütün bu tartışmalardan hareketle 2017 baskısında, Az Şekerli’deki hikâyeleri, “Son Hikayeleri” ve “Eski Hikâyelerinden” şeklinde iki bölüme ayırmıştır. Müthiş Bir Tren de kitabın ikinci bölümünde yer almıştır.


Müthiş Bir Tren

Kıraathanenin camlan önüne oturmuşlardı. İki arkadaştılar. Nargilelerinin marpuçlarını emerek susuyorlardı. Zayıf olan, lülenin ateşini nargilenin kehribar ağızlığıyla düzeltti. Bir-iki nefes daha çekti. Marpucu sardı. Nargileyi önünden itti. Bu, yüzü karanlık, karışık bir adamdı. Kalın kaşları vardı. Bu kaşların altında kirpiksiz iki kahverengi göz sanki bir boşluğa bakıyordu. Önündeki çaydan bir yudum daha aldı.

“Rüyamda mı gördüm, yoksa bir seyahatte mi başımdan geçti? Böyle şey olur mu, olmaz mı? Oralarını geçelim. Böyle bir vakayı rüyada görsem yine başımdan geçmiş sayılır Başımdan geçmemiş olsa içimden, rüyamdan, hülyamdan geçer miydi? Küçük bir istasyonda tren bekliyordum. İstasyon Maltepe mi, Kartal mı, Pendik mi hatırlamıyorum. Yağmur durmadan yağıyordu. Bekleme yerindeki insanların hepsi mahzun, hepsi san, hepsi sükutiydi.

Raylar yağmurdan ve istasyonun san ışıklarından keskin keskin parlıyordu. Sağımda, yapraklarını çoktan dökmüş ağaç iskeletleri; karşımda, rayların ötesinde susmuş, kederli bir şehrin gökyüzüne vurmuş bulanık san ışığı, arkamda istasyonun san yolcuları, dört tarafımda sessizliğin içine düşen muttarit bir yağmur pıtırtısı.

Beklediğimiz tren bir türlü gelmiyordu. Bir aralık ikinci mevki bekleme yerine girmiş, hiç konuşmayan yolcuların arasında pencerenin önünde yağmura dalmıştım. Tam bu sırada istasyona bir tren geldi, durdu. Trenin geldiğini gören yolculardan hiç kimse yerinden kalkmamıştı. Ben kalktım. Perona çıktım. Trene doğru yürüdüm. Baktım bu lüks bir trendi. Bütün vagonlar yataklıydı. İçerde kitaplarına ve gazetelerine dalmış, lüks içinde kadifelere gömülü insanlar oturmuştu. Tevekkeli ikinci mevki yolcularından kimse yerinden kalkmamıştı. Vagonların penceresinde profilleri gözüken yaşlı genç yolculardan hiçbiri tenezzül edip de bu sessiz istasyona başını çevirip bakmadı. Dikkat ettim. Bu kadar lüks ve kadifeler içinde olmasına rağmen bu trenin içindeki yolcular hep kederli insanlardı. Kimsenin yüzü gülmüyordu.

Bir aralık vagonlardan birinde bir hareket oldu. Kısa boylu bir kadın ayağa kalktı. Camdan dışarı baktı. Soma çıkma kapısına doğru yürüdü. Geldi, tam önünde durduğum kapıyı açtı. İstasyonda sanki bir simitçi, bir sucu arıyormuş gibi etrafa baktı. Ne sucu, ne simitçi göremeyince çekilirken yüzüne dikkatle baktım. İliklerime kadar ürperdim. Bu benim on sene evvel karımdı. Oydu. Muhakkak oydu. İşte beresi, işte beraber aldığımız, eşini hala üzerimde taşıdığım pardösü. 0 gün satıcı kıza;

‘Olsun, n’olacak? Erkek pardösüsü olsun. Şimdi moda. Bana da ondan verin bir tane, aynı renk olsun’ demişti.

Aynı renk kumaştan, adeta on iki yaşında bir çocuk pardösüsü denecek, beli kemerli, gri pardösüyü sırtına geçirmişti. Az daha ‘Nadide, Nadide!’ diye bağıracaktım. Soma aklım başıma geldi. Kendi kendime, ‘Hiç böyle şey mi olur’ dedim. ‘Olur a, başka bir kadın da böyle bir erkek pardösüsü giyebilir, başka bir kadın da bere takabilir.

Kadın içeriye çekilmek isterken istasyon yolcularından birinin ayak sesiyle tekrar kapıyı açtı. Ayak sesi gelen tarafa doğru yine baktı. Oydu. Bu Nadide’den başkası olamazdı. Tıpkı onun gibi bakıyordu. Bu sefer kat’i olarak içeriye çekilmeye karar vermiş gibi kapıyı kaparken aralıkta bir çocuk hayali gördüm. Çocuk büyük, yeşil gözleriyle gözümün içine bakıyordu. Tiril tiril titredim. Bu oğlum Hasan’dı. Onu üç sene evvel kızıl elimden almıştı.

‘Hasom, Hasom!’ diye atıldım.

Ama kapı kapanmıştı. Zorladım açıldı. Şimdi kompartımanların koridorundaydım. Mavi bir ışık etrafı sarmıştı. Hiçbir kompartımandan ses seda gelmiyordu.

Bir kopartman kapısını açtım. İçerde üç kişiydiler Bir kadın, bir zabit, bir de lacivertler giymiş bir sivil. Sanki beni görmemiş gibiydiler Zabitin omuzlarına attığı boz renkli kaput yamalıydı. Başında bir kabalak vardı Kendi kendime, ‘Neden kabalak giymiş bu zabit acaba?’ derken, dikkatle yüzüne baktım. Bu, Çanakkale’de gözümün önünde vurulan en iyi arkadaşım Hüsnü’ydü. Elinde çakı, bir elma soyuyordu. İşini bitirince yanındaki kadına soyduğu elmanın yansını çakısının ucuna batırarak uzattı. Yanındaki kadın tatlı bir gülümsemeyle utanarak elmayı alınca, bu kadının da Hüsnü’nün ölümünden sonra verem olup ölen nişanlısı Mediha olduğunu gördüm. Nefesim kesiliyor, laf söylemek istiyor, söyleyemiyordum. Öteki sivil adamda kimi göreceğim diye, onun tarafına döndüm. Mektepteki musiki hocamızdı. Beni pek severdi. Genç yaşında bir fıtık ameliyatı sonunda ölmüştü.

Öteki kompartımanlara da koştum. Bir tanesine daldım. Ölmüş olduklarını şimdi hatırlayabildiğim bir sürü tanıdık oradaydı Konuşmadan yüzüme bakıyorlardı. Bir bana, bir de köşede yüzü okuduğu gazeteden gözükmeyen bir adama döndürüyorlardı gözlerini. Bu adamın yüzünü göremiyordum. Yalnız kır saçlar görünüyordu. Gazeteyi şöyle bir kaldırdı. Babamdı. Rengi soluktu. Göz göze geldik. Yüzüme sanki kabahatliymişim gibi baktı. Bir şey söylemek, acı bir şeyler söylemek istiyormuş gibiydi. Sonra vazgeçti. Kaşlarını ben bir şey söylersem çok kızacakmış gibi çattı. Yine gazetesini yüzüne kapadı. ‘Baba’ diyebildim. Yerinde bir sarsıldı. Gazeteyi hışırtı ile açıp kapadı. Gözlerini, o çok çekindiğim baba gözlerini bir ilanın üstüne dikti. ‘Bir tek laf daha istemem, kafi. Yaptığın terbiyesizliği biliyorum. Bir daha yapmamaya bak ve sus!’ der gibiydi.

Öteki, kendilerini çoktan unuttuğum ölüler, gözlerini, babasına kafa tutmaya çalışan çocuğa, bana dikmişlerdi. Utandım. Kapıyı kapadım çıktım. Öteki kompartımanlara camdan baktım. Hep tanıdık ölülerdi. Birdenbire bir uf acık kompartımandan hafif hafif sesler geldiğini duydum. Kulak verdim. Karımın sesiydi. Birisine:

‘Böyle olmayacaktı baban, yazık! Çok yazık!’ diyordu. Koştum. ‘Nadide, Nadide!’ diye bağırdım. Küçük Hasan’ım beni pencerenin önünde görünce her zamanki gibi gülmek istedi. Soma birdenbire yüzü buruştu, asıldı. Annesi kulağına bir şeyler söylemişti… Elini uzattı. Vagonun koridora açılan camının penceresini yüzüme çekiverdi.

Kapıyı zorladım, açılmıyordu. ‘Açın, açın!’ diye bağırdım. ‘Nadide, Hasan, benim canım!’ dedim. Cevap vermiyorlardı. Kapıya yumruklarımla vurmaya başladım. Camları yumrukluyordum. Kırılmıyordu. Koridoru çılgın gibi koştum. Bir memur bulup kompartımanı açtırmak istiyordum. Girdiğim kapının camından baktım, kimseler yoktu peronda. Yine kanınla oğlumun bulunduğu kompartımana koştum. Eğilip istorun aralığından baktım. Onları gördüm. Ana-oğul birbirine sarılmışlardı. Karımın rengi korkudan bembeyazdı. Hasan sinmiş, ağlıyordu.

Bir memur bulur da kapıyı açtırırım diye, istasyona indim. Biraz yürüyünce lüks tren hiçbir düdük çalmadan hareket etti. Koşmak, trene yetişmek istedim. Ama koşamıyordum. Ayaklarım sanki tutmuyordu. Olduğum yerde çivilenmiş gibiydi m. Baktım, lüks tren, içinde ışıklar ve sessizlikler taşıyarak, yağmurla birlikte uzaklaşıp gitti.

Adam susmuştu. Karşısındaki arkadaşı hikayeyi kesmeden, sükûnetle dinlemişti. Yüzlerini tekrar caddeye çevirdiler Dışarda yağmur şiddetlenmişti. Hikayeyi dinleyen sordu:

“Tren geçtikten soma yağmur dindi mi?”

Hikayeyi anlatan buz gibi soğumuş çayından bir yudum aldı. Başını kaldırıp sokağa, şarıl şarıl akan yağmura baktı. Cevap vermedi.

Bir Aşk Hikayesi

Ne ayıp şey, ne kötü başlık, ne çirkin bir hikaye ismi!

Ben de öyle düşünüyorum. Hadi bırakalım bir tarafa dünya halini, şu pahalılık içinde sevişmek? Hadi sevişmeyi de bırakalım bir yana, onu da şu aç insanlar içinde var sanalım. Ama neden konu diye seçelim. Ne ayıp şey!

Ayıp olduğunu biliyorum. Dindar birisi, “Günah bu zamanda!” bile der. Hem ayıp, hem günah doğrusu!

Doğrusu bu, doğrusu bu ama, elimde değilse ondan söz açmamak.. Bir başkasıyla hem yalnızlığımı, hem ekmeğimi bölüşmeyi canım çekiyorsa… Yine hakkım yok, yine ayıp! .. Allah belamı versin aşka dair bir hikaye yazarsam. Hikayemin başına “Bir kravat hikayesi” de diyebilirdim.

Aşk nedir, diye düşünüyorum. Galiba Stendhal, “insanların en mühim, en büyük icadı, diyor. Zaman zaman herkes bir şeye benzetmiş. Üstüne ciltlerle kitap yazılmış. Halledilmiş bir mesele değil. Var mı yok mu, o da meçhul. İnsandan başka hiçbir hayvanda yok. Ben de onu bir şeye benzetmeye çalışsam, olur mu dersiniz?

Bir tren düşündüm. İki kişilik bir kompartıman. Öteki yolcunun hangi istasyonda ineceğini düşünmüyorum bile. Ovalan, karlı dağlan, akarsuları, kayaları, çölü, vahalar, küçük şehri, trene bakan öküzleri, yolculara ayıp işaretler yapan çoban çocuklarını geçtik. Gözümüze kırların, akarsuların, stepin, küçük kulübelerin, öküzlerin, çoban çocuklarının; kiminin sükûnu, kiminin çağıldayışı, kiminin penceresinin ışığı, uçsuzluğu, kiminin hüznü, hayreti, kıskançlığı çöktü.

Hava kararmak üzere. Bir istasyonda duruyoruz. İçimizden güzel şeyler geçiyor, işte yolcu da bindi, söyleşmeliyiz, konuşmaya başlamalıyız. Seyahat bitmek üzere.

Beğenmedim. Ömrü seyahate, aşkı bir durağa, sevgiliyi yolcuya benzetmek de ne oluyor?

Ekmek, tuz, yemiş, su. Sayabildiğin kadar… “Korku, gece, gündüz, yaz, kış, uyku, döşek” de, korkma söyle. Her şeyin tadı onunla tadıldığına göre her şeye, her hoşlandığın şeye, her ihtiyacın olan şeye onu benzetebilirsin.

Hayır, ben aşka dair konuşmamalıyım. Yalnızlık kuyuma taş düşmemeli.

Bir akşam üstüydü: İnsanoğulları şehrin bütün nakil vasıtalarım seferber etmişti. Taksi, tramvay, hususi otomobil, araba, kamyon, tabanvay!.. Işıklar yanmıştı. Şehir semt semt insanla akıp gidiyordu.

Tramvaya binmektense Yüksekkaldırım’ı tırmanmak üzere dört arkadaş yola çıkmıştık. Şen, gürültücüydük… Arabalar geçerken bağıra bağıra “Hicran, yine hicran…” şarkısını tutturmuştuk. Cebimizde üç-beş lira vardı. Şehrin ışığına doğru koşuyorduk! Vay anasını! Dünyada ne güzel kızlar vardı. Bir dakika göz göze gelir, dünyanın rengini değiştirirdik; olur mu olurdu…

Kaç akşamlar böyle içimizde, atik bacaklı bir kızla tanışıvermek, dost oluvermek hülyası geçerdi. Bana nasip olmadı bu hülyanın sahisi! Ama olana oldu. Hatta içimizden ikisine de bu piyango düştü. Onların başından geçti bu aşk hikayesi, bize nakletmek düştü. Yoksa kendi başımdan geçmiş bir şey değil.

Arkadaşlarımdan birinin güzel gözleri vardı. Üst dudağında pırıl pırıl bir bıyık parlardı. Saçlarında bir kestane, kumral, koyu koyu kırmızı bir ışık yanar dönerdi… En kötü elbiselerin onun cılız vücuduna bir oturuşu vardı… Bunlar vardı, yalan değil, kızların da onu seçmeye haklan…

Onu seçen kızın da kollan bacaklar adaleliydi. Hele bir teni vardı!.. Kafasını bir sallayış sallardı! Belini gösterişsiz, yürürken bir büküş bükerdi!.. Kaşını, bir tanesi az yukarıya kalkık kaşını, ötekisiyle bir birleştiriş birleştirirdi!

Hepimiz aşk hikayesi içindeydik. Onu görür görmez hepimiz hülyamızı apartman gibi kurardık. Suratımıza bile bakmazdı. Meğer san bıyıklı arkadaşımla bir ara bakışırlarmış. Ben bu bakışı yakalasam kendime sanır, bir-iki akşam yatağımda uyumadan evvel tatlı tatlı kaşınır, hülya kurardım. Yazık ki kızın o arkadaşıma baktığının farkında bile değildim.

Günün birinde olan oldu… Güzel arkadaşımızla tatlı kız seviştiler. Bize evvela lakaydi, sonra hüsran, sonra bir başka birtakım hisler yapıştı.

Arkadaşımızla, insanoğlunun güzel günlerinin geleceğini konuşurduk. İnsanoğlunun bugünkü halinden söz açardık… Aşktan bahseder olduk. Güzel arkadaşımız, çirkinliğimize, halimize acıdı mı nedir, bize sevgilisini takdim etti. Bir müsabakayadır giriştik. Şairimiz şiirini okudu. Birimiz dünya görüşünden dem vurdu. Ben daha samimileştim:

“Hepimiz seni sevdik, dedim. “Ama sen onu seçtin; hakkın. Kadın seçecektir…

Sözümü bitirmeden genç kız;

“O, hayvanlarda öyle, dedi, “en kuvvetlisini. .. Ama ben en zayıfınızı seçtim.

Bir tanemiz:

“Güzelliğin kuvvetini. der, arkadaşımızı kulaklarına kadar kızartırdı. Gülüşürdük. Beraberce yürürdük.

Birimiz müstesna, üçümüz işçi sınıfıydık. Kafa işçisi diyelim de, kol işçisinden ayıralım. Sonra aramızdaki, bize biralar ikram eden, zengin arkadaşımızın, aramızdaki varlığının manası kalmayacak.

Dostlarım, uzatmayalım, şu aşk hikayesini bitirelim:

Aramızdaki para pul, apartman sahibi, bu işçi kızını hem bizden, hem güzel arkadaşımızdan ayırdı, aldı.

Güzel arkadaşımız dostların himmetiyle, iltimasıyla Heybeli Sanatoryumunda beş ay yattı. İyileşti maşallah!.. Zar zor işe geliyor bugünlerde. İnsan hikaye yazarken, “Öldü” de diyebilir. Ama ben diyemem. Sevmem insan öldürmeyi…

Biz zengin arkadaşımızı f eda etmeye mecbur kaldık. Hani şöyle cesaret gösterip de Ahmet’e, “Alçak! Bize bunu yapacak mıydın?” dedik sanmayın. 0 bizim yanımıza gelmeye bir zamandır çekiniyor. Yaptığı mühim bir şey değil ki, olağan şeyler bunlar. Kızla altı ay beraber yaşadılar. Sonra onlar da ayrldılar.

Siz bilir misiniz Beyoğlu’ndaki “Şelâle” içkili kahvesini? Ne acayip bir yerdir! Bir akşam yolunuz düşer de oraya giderseniz, Üsküdarlı Sevim diye sorun, size gösterirler.

O akşam orada yoksa size melez bir Arap karısını işaret ederler, ona sorarsınız. Ben biliyorum o karının size vereceği cevabı:

“Sevim mi? Ha! 0 bu akşam kompledir, der.


Kitabın İçindeki Öyküler

Az Şekerli
Battaniye
G…
Hikâye Peşinde
Kalinikhta
Eski Hikâyelerinden
Bir Başka İstanbul
Bardaklar
Bekleyen Adamın Üç Hali
Müthiş Bir Tren
Bir Aşk Hikâyesi
Gümüş Saat
İlk Okuyucu Mektubu
Kıraathaneler
Şöhrete Dair
Âşiyan Müzesi
Genç Edebiyatçılar

"

Az Şekerli kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?